Ana Sayfa Genel Kültür Hırant’ı nasıl Fırat’la buluşturduk – Mehmet Ulusoy

Hırant’ı nasıl Fırat’la buluşturduk – Mehmet Ulusoy

İstanbul’a yüzlerce şaheser mimarlık örnekleri kazandıran Kirkor Balyan ve kardeşleri, 1847 yılında Selimiye Kışlası’nı inşa ederken, bir gün bu kışla Ermenilerin de içinde olduğu insanlara işkence amacıyla kullanılacağını bilseydi, acaba yine bu yapıyı inşa eder miydi? Ya da 1854 yılında modern hemşireciliğin anası sayılan Florance Nathingale bu yapı içerisinde yaralı askerleri tedaviye gelip, insanlara sağlık sunarken, bu yapının bir gün insanlara zindan olacağını hiç düşündü mü? Sanmıyorum…

Hırant’ı nasıl Fırat’la buluşturduk – Mehmet Ulusoy

Onu ilk tanıdığımda 1981 yılının soğuk kış günleriydi.
12 Eylül askeri darbesinin hükmünü bütün acımasızlığıyla sürdüğü aylardı.
Karakolların nezarethaneleri, emniyet müdürlükleri, askeri kışlalar…
Hatta okulların bile işkence hanelere çevrildiği…
Ev baskınlarının, gözaltlıların, işkencede ölümlerin, darağaçlarının…
Sokakta tankların, yollarda zırhlı askeri araçların kol gezdiği…
Radyolarda, TRT televizyonunda sıkıyönetim bildirilerinin sıkça okunduğu…
Yazılı basında, günlük gazetelerde yakalanan devrimcilerin resimlerinin bir masa üzerine “suç aleti” kitap ve dokümanların sergilendiği, arkasında da saç sakal içerisinde perişan yüzleriyle gençlerin örgüt üyesi suçlamasıyla sıralandığı günlerdi…
İşte böyle bir günde bende daha 19 yaşıma yeni basmış gencecik bir insan olarak kendimi bir askeri cezaevinde buluverdim. Bu cezaevi sıkıyönetim komutanlığının ve birinci ordunun da konumlandığı İstanbul’daki Selimiye askeri kışlasıydı.
Gencecik yaşamımın ilk cezaevleri günlerimi bu cezaevinde tattım. Bu görkemli ve devasa yapının cezaevi olarak ta kullanıldığını içeri düştüğümde anlamıştım.
Denize bakan sol alt katının köşesi yüksek tavanlı ve 7 büyük tutuklu koğuşu, iki tanesi ise tecrit ( idamlık hükümlülere ait ) toplam 9 koğuştan ibaretti.
Sıkıyönetim savcılığında tutuklanıp, cezaevi koridoruna geldiğimizde üzerimizdeki tüm giysileri soyup, asker gardiyanlar tarafından kaba dayağa tabi tutulduk. Bu kaba dayak faslı tamda idamlık hükümlülere ait tecrit koğuşu önünde cereyan etti.
Bu koğuşta sonradan idam edilen devrimciler, Kadir Tandoğan, Ahmet Saner ve Hakkı Kolgu bulunuyordu. Kaba dayak yememize kayıtsız kalmayan bu arkadaşlar, asker gardiyanlara bağırıp, sloganlar atarak tepkilerini göstermeleri üzerine, dayak faslı erken bitti.
Demir kapının açılıp ilk adımımı attığım yüksek tavanlı büyük koğuşta tüm tutukluların meraklı bakışları altında tanıdık yüzler arıyordum.
Kimler yoktu ki bu loş ve sigara dumanı altında kararmış koğuşta; Sendikacılar, öğretim üyeleri, parti yöneticileri, öğrenciler, devrimci gençler, evinde yasak yayın bulunduranlar, hatta sokağa çıkma yasağını ihlal eden sıradan insanlara kadar kısa sürede çoğu arkadaşlarla tanışıp kaynaştık.
En heyecan içerisinde beklediğim gün, kuşkusuz ki ilk ziyaret günüydü… İlk kez annem, babam ve yakınlarımla demir parmaklıklar arkasında görüşecektim. Bu durum heyecandan çok, onların ruh durumunu merak etme, nasıl bir duygusal çöküntüye uğradıklarının endişesine dönüşmüştü.
İlk pazartesi günü, bitten ve kirden giyilmez durumdaki çamaşırlarımı plastik bir poşete koyup merakla beklemiştim. Ta ki asker gardiyanın koğuş kapısı önüne gelip ziyaretçi listesini okuyan kadar…
Adım okunmuştu… Gardiyan ziyaretçisi olanları ziyaret mahalline tek sıra halinde götürdü.
Heyecanım doruktaydı. 1 no.lu ziyaretçi kabinine askeri gardiyanla birlikte girdik.
Merakla inceledim kabinin tel örgülerini ve demir parmaklıklarını.
Birden bire annemi ve babamı karşımda buluverdim.
Onlara soğukkanlı ve vakurlu olmaları için telkinde bulunacaktım.
Ancak hesapta olmayan bir şey oldu.
Türkçe bilmeyen annem, daha ilk cümlesinde;
Lawo, Qurban, çerê rindî? Çi halî dayî ?

Diye söze başlarken, kendiside Kürt olan asker gardiyan tarafından ziyaret kesilerek,
bir tarafında ben, bir tarafında annem ve babam sürüklenerek ziyaret mahallinden uzaklaştırıldık.
Asker gardiyan öfkeyle durmadan; arkadaş Türkçe konuşun, Kürtçe yasağ.. Kürtçe yasağ… diyerek beni koğuşa sürükleyerek geri götürdü..
Bu ilk görüşümden hiçbir şey konuşmadan geri koğuşa döndürüldüğüm için, müthiş bir öfkeyle ve sinirle durumu koğuştaki arkadaşlara anlattım…
Askeri darbeye karşı olmak, solcu olmak, sosyalist olmak, alevi olmanın o günlerde ırkçı bir düzende “zenci olmak” la ne kadar özdeş olduğunu biliyorsam da  Kürt olmanın “iki kere zenci” anlamına geldiğini, ilk kez o ziyaret mahallinde hissettim.

Siyah gür saçları, zeytin karası gözleri, konuşurken “dost sıcaklığını” tüm hücrelerimize işleyen, güleç bakışları, birikimi, konuşurken tartışırken sözcüklerini bir kuyumcu itinasıyla işleyen, seçen , etkileyici duruşuyla, sabrıyla “bir dağın bilgin duruşunu” andıran tipik bir Anadolu çocuğu. Yani bizden çok, bize benzeyen insanlar olur ya… 25 yaşlarındaki bu insani işte tam da o günlerde tanıdım.
O günler de Asala örgütünün Türk diplomatlarına karşı eylemleri hız kazanmıştı. Her eylemden sonra gecenin bir vaktinde askeri gardiyanların keyfi tutumları ile aramızda bulunan Ermeni kökenli tutuklular koridorlara alınarak kaba dayağa tutuluyorlardı. Bu durum başta Ermeni arkadaşlarımız olmak üzere hepimizin sinirlerini fena halde bozmuştu. Tamamen intikam duygusuyla yapılan keyfi bir uygulamaydı.
Adlarını hatırladığım, diğer koğuşlarda bulunan, Murat Şaşkal, Alis Delice, sokağa çıkma yasağından gözaltına alınan soyadını hatırlamadığım Robert (asker onu çağırınca “Robertooo diye çağırırdı) ve bizim koğuşta bulunan Hrant Dink bu kaba dayaktan en çok nasibini alan arkadaşlardı.
Askeri baskı ve şiddetin tüm hızıyla sürdüğü bu günlerde, bu uygulamayı durduracak direnci de gösteremiyorduk. Bizim 5 no.lu koğuşta bulunan dost yüzlü, insan pırlantası insani korumak için bir şeyler yapmalıydık. Akşam yemek saatinden sonra arkadaşlar pratik bir çözüm bulmuşlardı. Bundan sonra Hrant olan ismin FIRAT Dink olan soyadını ise DİNÇ olacak diyordu arkadaşlar.  O bu çözüme sadece gülümsemişti…
Nitekim o gece nöbetçi olan gardiyan koğuşun kapısına geldiğinde, “Ermeni gelsin” diye emreden bir ifadeyle Hrant’ı çağırdı. Arkadaşlar içimizde Ermeni yok diyerek gardiyanı ikna etmeye çalıştılar. Gardiyan tam emin olmamalı ki , Hrant’a ismini sordu..Parmakla göstererek…
-Adın ne senin?
-Fırat diye cevapladı, Hrant…Fırat Dinç dedi..
Bu cevap üzerine gardiyan diğer koğuşlara yöneldi. O gece Hrant’ı bu basit çözümle dayak yemekten kurtarmıştık. Gülüşüyorduk. Artık günlerce koğuşta ona sadece Fırat diye hitap etmeye başladık. Sonraki günlerde de Hrant asla bu uygulamadan dolayı dayak yemedi.
– Askeri darbeye, sisteme ve devlete muhalif olup da içeri düşmüşsen, bir Kürt olarak “iki kere zenci” sin Ermeni olmanın da “üç kere zenci” olduğunu da yine o günlerde öğrendim.
Çok sonra öğrendim ki tahliye olan Hrant, hem Ermeni cemaate kendisinin siyasal düşünceleri için askeri cuntanın daha fazla zararı gelmemesi düşüncesiyle, hem de Selimiye Kışlası’nda dostlarının ona önerdiği bir ismi özümsemiş olacak ki, 82 yılında mahkeme kararıyla ismini Fırat Dinç olarak değiştirmiş. Ancak 85 yılında Agos gazetesini kurduğu yıllarda, askeri darbe etkisinin de giderek yumuşaması sonucu, bu isim değiştirme olayı vicdanını rahatsız etmiş olmalı ki, yeniden mahkemeye başvuran Hrant, isim tahsisi yaparak eski ismine yeniden kavuştu. Çünkü Hrant her şeyden önce bir “vicdan adamı” idi.
İstanbul’a yüzlerce şaheser mimarlık örnekleri kazandıran Kirkor Balyan ve kardeşleri, 1847 yılında Selimiye Kışlası’nı inşa ederken, bir gün bu kışla Ermenilerin de içinde olduğu insanlara işkence amacıyla kullanılacağını bilseydi, acaba yine bu yapıyı inşa eder miydi? Ya da 1854 yılında modern hemşireciliğin anası sayılan Florance Nathingale bu yapı içerisinde yaralı askerleri tedaviye gelip, insanlara sağlık sunarken, bu yapının bir gün insanlara zindan olacağını hiç düşündü mü? Sanmıyorum…
Katledilişinin 3. yıldönümünde geçmiş günlere dair anılarıma yolculuğa çıkardın beni sevgili Hrant..Bu Anadolu topraklarını parçalayıp koparmak değil, içine gömülecek kadar sevdin sen. Hatıran önünde sevgi ve saygıyla eğiliyorum.

Mehmet ULUSOY

KAY-DER (Kiği,Karakocan,Adaklı,Yayladere ve Yedisu Derneği) Dergisi sayı:41 Yaz 2010. Derginin yeni sayısına Rasimpaşa Mah. Duatepe Sok.No:44/A adresinden ulaşabilirsiniz.


*Selimiye Kışlası İstanbul’un Üsküdar ilçesinde III. Selim tarafından Nizam-ı Cedid askerleri için inşa ettirildi.
Selimiye Kışlası ilk olarak III. Selim devrinde yeni kurulan Nizam-ı Cedid askerleri için kesme taş bir kaide üzerinde ahşap olarak inşa edildi. Yeniçeriler’in isyanı sonucunda yıkılan bu kışla II. Mahmut devrinde kâgir olarak yeniden inşa edildi. Sultan Abdülmecid devrinde iki defa yenilenen kışlanın dört köşesine yedişer katlı birer kule ilave edildi.
Selimiye Kışlası Kırım Savaşı sırasında İngiliz askerlerine tahsis edildi. Modern hemşireliğin kurucusu Florence Nightingale 1854’te kışlaya gelerek yaralı İngiliz askelerinin tedavisinde görev aldı. Florence Nightingale ve beraberindeki hemşirelerin kaldığı oda günümüzde müzeye dönüştürüldü.
Cumhuriyet döneminde farklı amaçlarla kullanıldı. 1959-63 yılları arasında “Selimiye Askeri Orta Okulu” adı ile askeri orta okuldu. Selimiye Kışlası günümüzde I. Ordu Komutanlığı merkez binası olarak kullanılmaktadır.

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version