Ana Sayfa Edebiyat Emrah Serbes: “Gerçek şu: Hikâyeleri güzelleştikçe insanlar mutsuz olurlar”

Emrah Serbes: “Gerçek şu: Hikâyeleri güzelleştikçe insanlar mutsuz olurlar”

Hastaneden çıktık, sabah ezanı okunurken Kent Lokantası’na gidip çorba söyledik.
(…) Galip, “Ben âşık oldum kardeşim,” dedi.

Farkındayım,” dedim.
ilk defa âşık oldum.”
Onu da biliyorum.”
Ne yapacağım?
Hiçbir şey,” dedim. “Oturup çorbanı içeceksin.” “Hayır,” dedi. “Nuran Hemşire için ne yapabilirim?” “Hiçbir şey yapamazsın. Belki şarkı sözlerine biraz daha dikkat edebilirsin bu aralar.” “Başka?
Galip’in muhabbetin ucunu bırakmaya niyeti yoktu.
Başka?” dedi yine.

Duymamış gibi yaptım, çorbamı içmeye devam ettim. “Başka?
Başka bir şey yok Galip.

Galip’in kanlı bıçaklı aşk hikâyesi dedemin şapkasını denize düşürmemle başladı. Çok sevdiğim bir şapkaydı o. Dedem, kendisini bildim bileli taktığı o şapkayı, ölmeden bir gün önce başından çıkarıp bana emanet etmişti. Hayatımda sahip olduğum en manevi değerli şey.
Asıl mevzuysa şu: Kayalıkların orada muhabbet ediyorduk o akşam, altı yedi arkadaş başlamış, sabaha karşı bir tek Galip’le ikimiz kalmıştık. Kapıları açık Kartal SLX’in teybinden Müzeyyen Senar dinliyorduk. Ormana’yı ellinci kez söylüyordu. Şarkı bittikçe gidip sırayla geri sarıyorduk. Şarkı başlayınca da kayalığın ucunda duruyor, “Ormancıda gelir gelmez yıkar masayı,” kısmında, ormancının masayı nasıl yıkması gerektiğini tartışıyorduk. Masanın nasıl yıkılması gerektiğini bir figürle göstereyim derken şapka elimden fırlayıp denize uçtu. Ayakkabılarımla çoraplarımı çıkarıp denize atladım. Galip de peşimden atladı hemen. Kasım ayıydı, on yıl önce. Şapkayı aldım, dik kayaların arasından, birbirimize tutunarak güç bela dışarı çıktık. “Sen niye atladın Galip?” diye sordum.
“Burada tek başıma kalınca korktum,” dedi.
Galip enteresan bir insandı. Bu hikâyenin onun hikâyesi olması bundan. Yoksa kendim hakkında, dedem hakkında yahut sadece onun şapkası hakkında bir hikâye de anlatabilirdim. Ama Galip varken ve onun kanlı bıçaklı aşk hikâyesi, diğerlerinin biraz sıkıcı hikâyeler olduklarını kabul etmek zorundayım.
Arabaya koşup kaloriferleri çalıştırdık. O anda fark ettim, Galip’in yüzü gözü kan içindeydi. Alnında derin bir kesik vardı. Sığlık bir yere atladığından dibe vurmuş, alnını kesmişti.
Hastanenin acil servisine gittik, muayene odasında beklemeye başladık. Sağlık memuru, koridorun sonundaki dinlenme odasında uyuyan doktoru çağırmaya gitti. Yakamızdan paçamızdan damlayan sular odanın içinde iyice büyüyüp göl olduktan sonra geldi doktor. Yüzü kıpkırmızıydı. Mavi gömleğinde, onca yıkamaya, kurumaya ve ütülemeye direnmiş sarı lekeler vardı. Hasta yatağındaki Galip’in yanma oturdu, cebinden yassı matarasını çıkarıp ne idüğü belirsiz içkisinden bir yudum aldı. Derin bir iç çekip mendiliyle saçsız başındaki ve alnındaki terleri sildi, sonra da yarım kalmış bir muhabbete devam eder gibi, “İnsanlar pusuda beklerler,” dedi. “Mahvetmek için.”
“Neyi mahvetmek için doktor?”
“Bilmiyorum. Nereden geleceklerini, ne yapacaklarını asla bilemezsin.”
Sonra Nuran Hemşire geldi. O gelmeden evvel koridorda çınlayan kahkahası geldi daha doğrusu. Muayene odasına girdiğinde, üstündeki beyaz önlüğe ve saçlarındaki kepe rağmen, hemşire olduğundan emin olamıyorduk bir turla Hemşireler genellikle nemrut insanlardır öyle olma arının da bir nedeni vardır belki ama beni ilgilendiren şey bu değil o asık yüzlü hemşire sizi ilk gördüğünde suratınıza, hasta değilmişsiniz de onu kandırmaya çalışıyormuşsunuz gibi bir edayla bakar ya, içinizden bir küfür daha edersiniz o zaman, sizi hastaneye getiren sağlık problemine de, sağlık sistemine de, hatta bütün sağlıklı insanlara da. Ama Nuran Hemşire, kendisine söylenen güzel bir söze şen bir kahkahayla cevap vermişti az evvel. Kim söylemişti o sözü, ne demişti, o kadarını anlayamamıştık. Sadece isminin Nuran olduğunu öğrenmiştik. O ilk kahkahadan kalma küçük bir tebessüm de vardı dudaklarında. Bizi gördüğünde bile yok olmayan ısrarlı bir tebessüm. Bu ayrıntının üstünde, asıl hikâyenin o an başladığını düşündüğüm için duruyorum. Galip’le benim aklımdan aynı anda geçtiğinden emin olduğum şu soruyla başlamıştı asıl hikâyemiz: “Nuran Hemşire bizi gördüğünde neden gülümsemişti?” Bizi gören insanlar gülümsemezler. Hele gecenin köründe, körkütük sarhoşsak, sırılsıklamsak ve kanlar içindeysek asla gülümsemezler. Tekrar soruyorum: “Nuran Hemşire bizi gördüğünde neden gülümsemişti?”
Yüzündeki gülümseme silinirken “Geçmiş olsun,” dedi Nuran Hemşire, durumun vahametini anladığından ciddileşmişti o da. Doktorun bıkkın bir yüz ifadesiyle verdiği talimatlar doğrultusunda dikişleri atmaya başlamıştı. Bir ara, “Ne iş yapıyorsunuz?” diye sordu Galip’e. O zaman anladım, Galip hiçbir şey diyemeyip öyle dalgın, karşısındakini görmüyormuş gibi bakınca.
Nuran Hemşire, Galip’in alnına dört dikiş attı. Üstüne bir de tetanos aşısı yaptı. O cevap verilmemiş sorunun dışında hiçbir şey konuşulmadı. Hastaneden çıktık, sabah ezanı okunurken Kent Lokantası’na gidip çorba söyledik. Kara bir köpek tam dört yolun ortasında, yanıp sönen trafik lambalarının altında durmuş, gözlerini bize dikmişti. Hafiften çiseleyen yağmur asfaltın üzerinde parlarken yanımıza yaklaştı. Kapkara gözlerinde tehditkâr bir ifade vardı ama o ifadenin derinlerinde, anlayışlı, babacan bir hâl de seziliyordu, ilkokul öğretmenimize benziyordu.
Galip, “Ben âşık oldum kardeşim,” dedi.
“Farkındayım,” dedim.
“ilk defa âşık oldum.”
“Onu da biliyorum.”
“Ne yapacağım?”
“Hiçbir şey,” dedim. “Oturup çorbanı içeceksin.” “Hayır,” dedi. “Nuran Hemşire için ne yapabilirim?” “Hiçbir şey yapamazsın. Belki şarkı sözlerine biraz daha dikkat edebilirsin bu aralar.” “Başka?”
Galip’in muhabbetin ucunu bırakmaya niyeti yoktu. “Başka?” dedi yine.
Duymamış gibi yaptım, çorbamı içmeye devam ettim. “Başka?”
“Başka bir şey yok Galip.”
Ertesi akşam kayalıkların orada oturuyorduk yine. Galip, “Nuran Hemşire için ne yapabilirim?” diye sorup durmaya devam ediyordu. Ben de önce duymuyormuş gibi yapıyor sonra elinden bir şey gelmeyeceğini anlatmaya çalışıyordum. En sonunda kayalıkların dibine işerken dayanamadım, “Yapabileceğin tek şey var Galip,” diye seslendim. “O da oturup sessizce acı çekmek. Bütün gerçek âşıklar gibi.”
“Tamam,” dedi. Der demez de alnındaki dikişleri söktü. Yüzü gözü bir anda kan içinde kaldı. Arabaya koştum, torpido gözünde Petrol Ofisi’nden eşantiyon verdikleri kâğıt mendil kutusu vardı. Bütün tornan çıkarıp yanma koştum, alnına bastırdım.
“Ne yaptın Galip!”
“Acı çek dedin.”
“Soyut bir acıdan bahsediyordum.”
Anlamamış gibi baktı, “Göğsünün ortasında hissedeceğin bir acıdan bahsediyordum Galip,” dedim. “Bütün kaderini bir insana bağlamanın kederinden bahsediyordum. Kansız bir acıdan bahsediyordum. Ruhunun kanayışından bahsediyordum, illa kanlı bir acı olması gerekiyorsa tabii.”
Galip anlamamış gibi bakıyordu. Belki de maddi acıyla manevi acı arasındaki farktan haberi yoktu. Tekrar hastaneye gittik.
Galip, doktor ne diyorsa onu yapmaya çalışan hasta bakıcıyı yanma yaklaştırmadı, “Nuran Hemşire gelsin o diksin,” diye tutturdu. “Nöbeti yeni bitti, yann gelecek,” dediler. Tuhaf tuhaf bakıyorlardı. Galip, “Bekleriz,” dedi. Yüz otuz kiloluk hastabakıcı, akan kanı durdurması için eline bir pansuman bezi verip alnına bastırmasını söyledi, sonra da çekip gitti. Galip’in umurunda değildi, yaraya ben bastırdım. Baktım olmayacak, “Galip Allahım seviyorsan şu pansuman bezini alnına bastır, ben de Nuran Hemşire’yi bulup geleyim,” dedim. “Tamam kardeşim,” deyip bezi alnına bastırdı.
“Nöbeti yeni bittiyse hastanenin kafeteryasında olabilir,” diyerek oraya gittim. “Şimdi çıktı,” dediler. Hastanenin yanındaki lojmana koştum. Lojmanın dış kapısını anahtarıyla açmak üzereyken “Nuran Hemşire,” diye seslendim. Bana dönüp korkudan büyüyen kahverengi gözleriyle baktı, “Kimsiniz?” diye sordu bir elini kapıdan ayırmadan.
“Dün gece bizim arkadaş vardı ya, alnına dikiş attığınız. Onun dikişleri söküldü. Doktor çok sarhoş. Hastabakıcı da kıllık yaptı dikmedi.”
Gözlerindeki korku silinip yerini kaygılı bir ifadeye bıraktı birden. Telaştan kısılan sesiyle, “Tamam gidelim,” dediğinde, dikişlerin sökülmesinin kendi kusuru olduğunu düşünmeye başladığını anladım. Koşar adım yürürken bana, dikişlerin nasıl söküldüğünü sordu. Telaşlı, cana yakın sesinde o kadar anlayışlı bir tını vardı ki, cevap veremedim. Cevap veremediğim için utandım sonra. Şu üstünde tepinip durduğumuz dünyada bir avuç anlayışlı insan kaldı, her şeye çocukça inanmaya hazır bir avuç dürüst insan, o insanları da kandırmanın, kendimize benzetmenin yollarını arıyoruz. Kanayan kolmuş, arkadaş hatırıymış, ne fark eder ki? A.. koyayım böyle işin. Numunelik o insanlar, milyonda birler belki.
Galip’in yanına gittik. Dikiş yerlerinde kalan ipleri cımbızla çekip tekrar dikmeye başladığında, “Bunlar nasıl söküldü?” diye sordu.
Galip’le göz göze geldik. Galip yalan söyleyemez. “Ben söktüm,” dedi. “Neden?”
“Seni görmek için.”
İşte orada bir karaltı geçti Nuran Hemşire’nin gözlerinden. Nuran Hemşire, Galip’e karşısında bir adam değil de ıskalanmış bir hikâye varmış gibi bakıyordu.
“Herkes güzel bir hikâyenin konusu olabilir,” demişti bir seferinde dedem. “Ama bu, mutlu olacağı anlamına gelmez.” Akşamüstleri, yerel gazetenin baskısını bitirince, matbaanın önüne sandalyeleri atar otururduk. Dedem matbaacıydı ama davetiye falan filan basmazdı. Ona göre ciddi bir matbaa, ya kitap basmalıydı ya da gazete. Ofset baskı gelip yerel gazeteler bizi bıraktığında bile davetiye basmaya yanaşmadı. Amatör şairlerin kitaplarını ve seçim barajını geçemeyen küçük partilerin broşürlerini bastı sadece. İşte o akşamüstü, bunu söyledikten sonra şapkasını çıkarıp gözlerimin içine bakmıştı, “Sana yalan söyleyemem evlat diye devam etmişti. “Gerçek şu: Hikâyeleri güzelleştikçe insanlar mutsuz olurlar.”
Bir hafta sonra yine aradı Galip, gece ikide. “Zafer Sitesi’nin merdivenlerindeyim kardeşim. Gel” dedi.
“Hastayım,” dedim.
“Ben de,” dedi.
Çıktım gittim yanına. Çok güzel bir gömleği vardı, yırtıp koluna sarmış. Sardığı yerden yere şıpır şıpır kan damlıyordu. Merdivendeki kırık bira şişesine baktım, “Ne yaptın?” dedim.
“Kolumu kestim.”
“Neden?”
“Hastaneye gidelim.”
“Nuran Hemşire’yi görmek için illa kendini kesmek zorunda değilsin. Bunun bir faydası olacağını zannetmiyorum.”
Acil servise girdiğimizde Nuran Hemşire bizi görür görmez durumu anlayıp kaçtı. Doktor geldi, Galip’in yarasını inceledi, yanımıza oturup iki üç dakika sustu, sonra da, “İçimde hiç kimsenin kapatamayacağı bir boşluk var,” dedi. Yassı matarasından bir yudum alıp pencerenin önüne gitti, içindeki boşluğu dışarıda göreceği bir şeylerin kapatmasını bekler gibi hastanenin bahçesine bakmaya başladı.

“Sanırım doktor kendini boşlukta hissediyor Galip,” diye fısıldadım. Galip başını öne arkaya sallıyordu, umurunda değildi olup bitenler. Acil servise değil de bir tımarhaneye gelmişim gibi hissediyordum kendimi. Doktor beş dakika sonra bana dönüp Galip’e fısıldadıklarımı duymuşçasına, “Hayır,” dedi. “Boşlukta değilim. Boşluğun kendisiyim. Sonradan oluşmadı bu, böyle şeyler sonradan oluşmaz. Kendimi bildim bileli vardı o boşluk. Zamanla büyüdü ve beni kendine benzetti. Huzurlu bir adam olmak istiyordum oysa. Sakin ve güçlü bir adam. Kendi kendine yeten bir adam. Tek istediğim buydu.”
Galip başını öne arkaya sallayıp durmaya devam ediyordu, ne doktorla ne benle ne de kanayan koluyla ilgileniyordu. Kolumdaki kesiği Nuran Hemşireden başkası dikemez,” diye tutturmuştu yine. Galip’in kolundaki kesik için endişelenen tek kişi bendim o gece. Doktoru da suçlamıyorum. Bir taşra hastanesinin doğru düzgün hiçbir tıbbi cihaz bulunmayan acil servisinde, yolunu şaşırıp gelen olursa daha donanımlı bir hastaneye sevk etmek, akşam yemeğini fazla kaçıranlara Talcid vermek yahut Galip gibi arıza tiplerle uğraşmak dışında bir işi yoktu. Genelde doktorlar hastalardan nefret ederler ama bunu belli etmezler. Bizim doktor kimseden nefret etmiyordu. Kimseyi siklemiyordu da diyebiliriz. Kafayı çok daha temel şeylere takmıştı.
Sabah, Galip’in babası geldi. Beni bir köşeye çekti. Sert bakışlarının ardında derin bir keder ve pişmanlık seziliyordu, “Ben nerede yanlış yaptım?” diye sordu. Sitemkâr bir tavırla sormamıştı bunu. Birinin ona gerçekten nerede yanlış yaptığını söylemesini istiyordu. “Bilmiyorum,” dedim. “Karamürsel’e gidelim isterseniz.” Karamürsel’e gittik. Galip’in koluna dokuz dikiş attılar oranın devlet hastanesinde.
Ertesi gün mendireğin oraya gittik, deniz fenerinin önüne oturduk. Dalgaların yıkayıp durduğu, rüzgârların serinlettiği fener, bizim oralarda gidebileceğimiz en ferah yerdi. Galip’i karşıma aldım, adam gibi konuşacaktım. Galip’in buz mavisi gözlerinde ne içeriyi ne dışarıyı gören ifadesiz bir bakış vardı Gerçi bu da bir ifade biçimidir. Bulutsuz, açık bir gündü. İnsan açık bir günde ufuk çizgisinin sonsuza kadar uzandığı hissine kapılmış. Biz o hisse hiç kapılamadık. Çünkü karşımızda Pendik var. Sonsuzlukla aramıza girmişti Pendik. “Benden korkuyor mu acaba?” diye sordu. Sen ben bik korkuyorum Galip,” dedim. “Kafan güzel ve kan revansın. Aynı yerleri kesme barı.”
“Ne yapayım?” , „
“Daha makul bir şekilde iletişim kurmaya çalış.
“Çiçek mi alayım?”
“Git efendi bir şekilde konuş önce.”
“Tamam öyle yapalım,” dedi. “Haklısın Kardeş. Konuşmak lazım.”
Bu konuşma fikrine aklı yatmıştı. Kafasında ansızın yeni ve parlak bir fikir doğmuş insanların kararlılığıyla, “Konuşmak lazım, konuşmak lazım,” deyip duruyordu. Uzun süre fenerin önünde voltalayıp tekrarladı bu sözleri, benim varlığımı bile unutmuştu sanki. En sonunda orada olduğumu yeni fark etmiş gibi dönüp “Sen git konuş o zaman,” dedi. “Ben mi? Ben ne konuşacağım?” “Beni anlat.”
“Galip ben seni nasıl anlatayım? Kendimi bile anlatamazken seni nasıl anlatayım?”
Bir hafta boyunca Galip’in ağzından, “Beni anlat,” dışında bir cümle çıkmadı. En sonunda bir gece dayanamadım, “Tamam Galip,” dedim. “Yarın akşam acil servise gidip Nuran Hemşire’ye seni anlatacağım.” Çocuk gibi sevindi, kalkıp zeybek oynamaya başladı. “Galip biz Egeli değiliz.” “Olsun. Seviyorum bu havayı.” Ertesi gün sürekli telefon açtı.
“Annemin öldüğünü anlatma, onun etkisi altında olduğum için kendisini sevdiğimi düşünmesin ”
“Tamam Galip.”
….

Emrah Serbes
Hikayem Paramparça

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version