Ana Sayfa Felsefe Gerçeğin Çölüne Hoşgeldiniz – Slavoj Zizek

Gerçeğin Çölüne Hoşgeldiniz – Slavoj Zizek

“Amerikalıların içinde yaşadıkları güvenli Küre, aynı zamanda hem kendilerini gözlerini kırpmadan feda eden hem de korkak olan, hem son derece zeki hem de ilkel barbarlar olan terörist sa1dırganla­rın oluşturduğu bir Dışarı’nın tehdidi altındaymış gibi deneyimlen­mekte. Ne zaman böyle katıksız kötü bir Dışarı’yla karşı karşıya gelsek, Hegel’in verdiği dersi onaylama cesaretini bulmamız gerekir: Bu katıksız Dışarı’da, kendi özümüzün imbikten geçirilmiş versiyonunu görmemiz gerekir. Son beş yüzyıldır, “medeni” Batı’nın (göre­ce) refahı ve huzuru, acımasız şiddet ve yıkımın “barbar” Dışarı’ya ihraç edilmesiyle sağlanmıştır”

Amerikalıların nihai paranoyak fantazisi, tam bir tüketici cenne­ti olan küçük, masalsı bir Kaliforniya şehrinde yaşayan bir bireyin, birdenbire, içinde yaşadığı dünyanın, onu gerçek bir dünyada yaşa­dığına inandırmak üzere sahnelenmiş bir düzmece, bir gösteri, etra­fındaki bütün insanların da aslında devasa bir şovun parçaları olan aktörler ve figüranlar olduğundan şüphelenmeye başlamasıdır.

Bu­nun en son örneği, Jim Carrey’nin, günde 24 saat yayınlanan bir TV şovunun kahramanı olduğunu keşfeden küçük kasaba kâtibi rolünü oynadığı, Peter Weir’ın The Truman Show (1998) filmidir:

Doğup büyüdüğü kasaba dev bir stüdyo üzerinde kurulmuştur, kameralar devamlı onu takip etmektedir. Bu filmin ataları arasında Philip Dick’in Time Out of Joint (1959) romanından bahsetmekte fayda var; bu romanda, 50′li yıların sonlarında küçük, masalsı bir Kalifor­niya kasabasında mütevazı bir hayat süren kahraman, yavaş yavaş, bütün kasabanın onu tatmin etmek amacıyla sahnelenen bir düzme­ce olduğunu keşfeder … Time Out of Joint’la The Truman Show’un te­melinde yatan deneyim, geç kapitalist Kaliforniya tüketici cennetinin, tam da hiper-gerçekliği içinde, bir anlamda gerçekdışı, tözsüz, maddi ataletten yoksun olduğu deneyimidir.Demek ki mesele sadece, Hollywood’un ağırlıktan ve maddi ata­letten yoksun bir gerçek hayat sureti sahnelemesi meselesi değil ­geç kapitalist tüketim toplumunda, “gerçek toplumsal hayat”ın ken­disi, bir şekilde, sahnelenmiş bir düzmecenin özelliklerini ediniyor, komşularımız “gerçek hayar’ta sahneye çıkmış aktörler ve figüran­lar gibi davranıyorlar … Aynı şekilde kapitalist, faydacı, tinsellikten ­arındırılmış evrenin nihai hakikati, “gerçek hayat”ın kendisinin maddilikten-arınması, bir hayaletler şovuna dönüşmesidir. Başka birçok yazar gibi Christopher Isherwood da, Amerikan gündelik hayatının, motel odasıyla örneklenen gerçekdışılığını ifade etmişti:

“Amerikan motelleri gerçekdışıdır! / .. ./ Kasten gerçekdışı olacak şe­kilde tasarlanmışlardır. /… / Avrupalılar bizden nefret ediyorlar, çünkü bizler, tıpkı tefekküre dalmak için mağaralara giren münzevi­ler gibi, reklamlarımız içinde yaşamaya çekilmiş durumdayız.” Pe­ter Sloterdijk’ın “küre” kavramı burada düz anlamıyla gerçekleşmiş­tir: Bütün şehri kuşatan ve tecrit eden dev metal küre. Yıllar önce, Zardoz’dan Logan’ın Kaçışı’na bir dizi bilimkurgu filmi, bu fantazi­yi cemaati de kapsayacak şekilde genişleterek günümüzün postmo­dern müşkül vaziyetini önceden haber vermişlerdi: Dışa kapalı bir alanda mikropsuz bir hayat yaşayan tecrit edilmiş grup, gerçek dünyanın maddi çürüme deneyimini özler.

Wachowski biraderlerin hit filmi Matrix (1999) bu mantığı son noktasına vardırmıştır: Hepimizin etrafımızda görüp yaşadığımız maddi gerçeklik, hepimizin bağlı olduğu devasa bir mega-bilgisayar tarafından yaratılan ve eşgüdümlenen sanal bir gerçekliktir; (Keanu Reeves’in oynadığı) kahraman “gerçek gerçeklik”te uyandığı zaman, yanıp yıkılmış harabelerle dolu ıssız bir manzara görür – küresel sa­vaştan sonra Şikago’dan geriye bunlar kalmıştır. Direniş lideri Morpheus onu şu ironik ifadeyle selamlar: “Gerçeğin çölüne hoşgel­din.” II Eylül’de New York’ta benzer şeyler olmadı mı? New York sakinleri o gün “gerçeğin çölü”yle tanıştı – ortaya çıkan manzaranın ve çöken kulelerden yakaladığımız karelerin, Hollywood’un yozlaş­tırdığı bizlere, büyük felaket prodüksiyonlarındaki en nefes kesici sahneleri hatırlatmaması imkansızdı.

Bombalamaların bütünüyle beklenmedik bir şok olduğu, akla ha­yale gelmeyecek imkansız’ın gerçekleştiği söyleniyor; o zaman 20. yüzyılın başlarındaki öteki belirleyici felaketi, Titanik felaketini ha­tırlamalıyız: O da bir şoktu, ama Titanik 19. yüzyılın sanayi uygar­lığının kudretini simgeleştirdiği için, ideolojik fantazilerde böyle bir felakete çoktan yer ayrılmıştı. Aynı şey bu bombalamalar için de ge­çerli değil mi? Medyanın bizi terörist tehdit laflarıyla sürekli bom­bardımana uğratmasının da ötesinde, bu tehdide bariz bir libidinal yatırımda da bulunuluyordu – New York’tan Kaçış’tan Bağımsızlık Günü’ne uzanan filmler dizisini hatırlayın. Saldırılarla Hollywood felaket filmleri arasında sık sık kurulan bağlantının gerekçesi de bu­rada yatıyor: Gerçekleşen İmkansız fantazi nesnesiydi, yani Ameri ka bir bakıma fantazisini kurduğu şeyi elde etmiş oldu ki en büyük sürpriz de buydu.

Tam da şu anda, bir felaketin çiğ Gerçeğiyle karşı karşıya olduğu­muz zamanda, onun algılanmasını belirleyen ideolojik ve fantazma­tik koordinatları akılda tutmamız gerekiyor. Dünya Ticaret Merkezi kulelerinin çöküşünde herhangi bir simgecilik varsa, bu, eski moda “mali kapitalizmin merkezi” anlayışında değil, DTM kulelerinin sa­nal kapitalizmin, maddi üretim alanından kopmuş mali spekülasyon­ların merkezine karşılık geldikleri anlayışında aranmalıdır. Bombala­rın yarattığı paramparça edici etki, ancak bugün dijitalleşmiş Birinci Dünya’yı Üçüncü Dünya’daki “Gerçeğin çölü”nden ayıran sınır çiz­gisi göz önünde bulundurularak açıklanabilir. Uğursuz bir failin bizi sürekli imha etmekle tehdit ettiği düşüncesini doğuran şey, yalıtılmış, yapay bir evrende yaşadığımızın farkında olmamızdır.

Sonuç itibariyle, bombalamaların ardındaki beyin olduğundan şüphelenilen Usame Bin Ladin, James Bond filmlerinin çoğundaki baş suçlu olan, küresel yıkım eylemleri tezgahlayan Ernst Stavro Blofeld’in gerçek hayattaki muadili değil midir? Bu noktada şunu ha­tırlamak gerekir ki Hollywood filmlerinde bütün yoğunluğu içinde üretim sürecini bir tek, James Bond’un baş suçlunun gizli bölgesine sızıp burada yoğun emek harcanan (uyuşturucuların arıtılıp paketlen­mesi, New York’u havaya uçuracak bir roketin inşası) fabrikanın ye­rini tesbit ettiği zaman görürüz. Baş suçlunun Bond’u ele geçirdikten sonra, onu çoğunlukla yasadışı fabrikasında bir tura çıkarması, Hollywood’un bir fabrikadaki üretimin toplumcu-gerçekçi, gururlu sunumuna en yaklaştığı zaman değil midir? Bond’un müdahalesinin işlevi de, tabii ki, üretim mekanını havaya uçurarak “işçi sınıfının or­tadan kaybolduğu” bir dünyada sürdürdüğümüz gündelik hayat sure­tine dönmemizi sağlamaktır. DTM kulelerinin patlamasıyla, tehditkar Dışarı’ya yönelik bu şiddet bize geri dönmüş olmuyor mu?

Amerikalıların içinde yaşadıkları güvenli Küre, aynı zamanda hem kendilerini gözlerini kırpmadan feda eden hem de korkak olan, hem son derece zeki hem de ilkel barbarlar olan terörist sa1dırganla­rın oluşturduğu bir Dışarı’nın tehdidi altındaymış gibi deneyimlen­mekte. Ne zaman böyle katıksız kötü bir Dışarı’yla karşı karşıya gelsek, Hegel’in verdiği dersi onaylama cesaretini bulmamız gerekir: Bu katıksız Dışarı’da, kendi özümüzün imbikten geçirilmiş versiyonunu görmemiz gerekir. Son beş yüzyıldır, “medeni” Batı’nın (göre­ce) refahı ve huzuru, acımasız şiddet ve yıkımın “barbar” Dışarı’ya ihraç edilmesiyle sağlanmıştır: Amerika’nın fethinden Kongo’daki katliama kadar uzanan uzun hikaye. Kulağa her ne kadar acımasız ve umursamaz gelse de, bu saldırıların gerçek etkisinin gerçek ol­maktan çok daha büyük ölçüde simgesel olduğunu, her zamankin­den fazla, aklımızda tutmamız gerekir: Afrika’da, her Allahın günü, DTM’nin çökmesinin bütün kurbanlarından daha fazla sayıda insan AİDS’ten ölüyor ve görece ufak mali önlemlerle bu insanların ölümü kolayca önlenebilir. ABD, Saraybosna’dan Grozni’ye, Ruanda’dan Kongo ve Sierra Leone’ye dünyanın dört bir yanında her gün olup bitenlerin çok küçük bir bölümünü yaşadı sadece. New York’taki du­ruma tecavüzcü çeteleri ve sokaklarda yürüyen insanlara körlemesi­ne ateş açan bir düzine kadar nişancıyı eklersek, on yıl önce Saray­bosna’nın nasıl bir durumda olduğuna ilişkin bir fikir edinebiliriz.

İki DTM kulesinin çöküşünü TV ekranından seyrettiğimizde, “re­ality TV şovları”nın sahteliğini görmek mümkün oldu: Bu şovlar “gerçek” olsa bile, insanlar bunlarda yine de rol yaparlar – kendile­rini oynarlar. Romanların klasik tekzibi (“bu metindeki kişiler kur­macadır, gerçek kişilerle her türlü benzerlik tesadüften ibarettir”), “reality şov” programlarına katılanlar için de geçerlidir: Gerçek ha­yat içinde kendilerini oynasalar da, orada kurmaca kişiler görürüz. “Gerçeğe dönüşe” farklı yorumlar da getirilebilir elbette: Bazı mu­hafazakarların, bizi böyle yaralanabilir hale getiren şeyin tam da açıklığımız olduğu iddialarını duymaya başladık bile – arka planda bundan çıkarılması gereken kaçınılmaz sonuç, “hayat tarzımızı” ko­rumak istiyorsak, özgürlüğün düşmanları tarafından “suistimal edi­len” özgürlüklerimizin bazılarını feda etmemiz gerektiğidir tabii ki. Bu mantık bütünüyle reddedilmelidir: Birinci Dünyalı “açık” ülke­lerimizin bütün insanlık tarihinde en çok kontrol edilen toplumlar olduğu bir. vakıa değil midir? İngiltere’de, otobüslerden alışveriş merkezlerine bütün kamu alanları sürekli kamerayla izleniyor; bü­tün dijital iletişim biçimlerinin neredeyse bütünüyle kontrol edildi­ğinden hiç bahsetmeyelim.

Yine George Will gibi sağcı yorumcular hemen, Amerika’nın “ta­rihten aldığı mola”nın sonunun geldiğini -gerçekliğin darbesinin li­beral hoşgörülü tutumun yalıtılmış kulesini ve Kültürel Araştırmalar okulunun metinsellik üzerindeki odağını paramparça ettiğini- ilan ettiler. Şimdi, bir darbe de biz indirmek, gerçek dünyadaki gerçek düşmanlarla cebelleşmek zorundayız, onlara göre… İyi de, darbeyi kime indireceğiz? Verilen cevap ne olursa olsun, hiçbir zaman doğ­ru hedefi vuramayacak, bizi tam olarak tatmin edemeyecektir. Ame­rika’nın Afganistan’a saldırmasının gülünçlüğü apaçık ortada: Dün­yadaki en büyük güç, köylülerin çorak tepelerde zar zor yaşamaya çalıştıkları, dünyanın en yoksul ülkelerinden birini imha ederse, bu iktidarsızlıktan kaynaklanan eylemin en uç örneği olmayacak mıdır? Aslında Afganistan ideal bir hedeftir: Zaten harabeye dönmüş, hiç­bir altyapısı olmayan, son yirmi yıldır savaşlar yüzünden tekrar tek­rar yıkılmış bir ülke … Afganistan tercihinin ekonomik kaygılar tara­fından da belirleneceği sonucuna varmak da kaçınılmaz: Tutulacak en iyi yol, insanın öfkesini, kimsenin umursamadığı ve yıkılacak hiçbir şeyi olmayan bir ülkeden çıkarması değil midir? Ne yazık ki büyük olasılıkla Afganistan’ın seçilecek olması, kaybettiği anahtarı­nı sokak lambasının altında arayan deli fıkrasını hatırlatıyor insana; adama anahtarını arkadaki karanlık köşede kaybettiği halde niye orada aradığı sorulunca “ama ışıkta aramak daha kolay oluyor” de­miş hani. Kabil’in şu anda zaten Manhattan’ın merkezi gibi görünü­yor olması son derece ironik değil mi?

Şu anda harekete geçip misillemede bulunma itkisine yenik düş­mek demek, tam da, 11 Eylül’de olup bitenlerin gerçek boyutlarıyla hesaplaşmaktan kaçmak demektir – gerçek amacı, bizi gerçekte hiç­bir şeyin değişmediğine inandırarak uyutmak olan bir eyleme giriş­mek demektir. Uzun vadeli gerçek tehditler, DTM binalarının çökü­şünün yanlarında soluk kalacağı başka kitlesel terör eylemleridir ­onun kadar seyirlik olmayan, ama çok daha korkunç eylemler. Bak­teriyolojik savaşa, ölümcül gazların kullanımına ne dersiniz, peki ya DNA terörizmi (sadece belli bir genoma sahip olan insanları etkile­yecek zehirler geliştirme olasılığı)? Çabucak öfke boşaltıcı eylemle­re girişmek yerine, şu zor sorularla hesaplaşmak gerekir: 21. yüzyıl­da “savaş” ne anlama gelecek? “Onlar”, eğer devletler ya da suç çe­teleri olmayacaksa, kimler olacak?

Burada karşılaşıldığı söylenen “medeniyetler çatışması” anlayışı kısmi bir hakikat içerir – ortalama Amerikalının şaşkınlığına bakın: “Nasıl oluyor da bu insanlar kendi hayatlarını bu kadar hiçe sayan bir tutum takınabiliyorlar?” Bu şaşkınlığın öbür yüzünde üzücü bir gerçek, yani Birinci Dünya ülkelerinde yaşayan bizlere, insanın uğ­runa kendi hayatını feda edebileceği kamusal ya da evrensel bir Da­va hayal etmenin bile gittikçe daha zor gelmesi yok mudur? Bomba­lamalardan sonra, Taliban dışişleri bakanı bile Amerikalı çocukların “acısını hissedebildiği”ni söylerken, Bill Clinton’ın alameti farikası olan bu tabirin hegemonik bir ideolojik roloynadığını onaylamış ol­muyor mu? Sanki Birinci Dünya ile Üçüncü Dünya arasındaki yarıl­ma, gittikçe daha çok, maddi ve kültürel zenginlikle dolu uzun, tat­minkar bir hayat sürme ile kişinin kendi hayatını aşkın bir Dava’ya adaması arasındaki karşıtlık üzerinden gelişiyor gibi görünüyor. Gelgelelim, bu “medeniyetler çatışması” anlayışı bütünüyle redde­dilmelidir: Bugün tanık olduğumuz şey, her medeniyetin kendi için­deki çatışmalardır. Üstelik İslam’la Hıristiyanlığın tarihine kıyasla­malı olarak şöyle bir baktığımızda, İslam’ın (anakronik bir terimle söylersek) “insan hakları sicili”nin Hıristiyanlığınkinden çok daha temiz olduğunu görürüz: Geçtiğimiz yüzyıllarda, İslam diğer dinlere karşı Hıristiyanlıktan çok daha hoşgörülü bir tutum takınmıştır. Ortaçağ’da, biz Batı Avrupalıların antik Yunan mirasına Araplar sa­yesinde tekrar ulaşabildiğimizi hatırlamanın da zamanıdır artık. Bu gerçekler, günümüzün korkunç eylemlerini hiçbir suretle haklı çı­karmasa da, İslam’ın “kendisi”ne kayıtlı bir özellikle değil, modem sosyo-politik koşulların sonucuyla karşı karşıya olduğumuzu açıkça kanıtlıyorlar.

Öteki’ne atfedilen bütün özellikler ABD ‘nin tam ortasında çoktan mevcuttur: Canice fanatizm mi? Bugün ABD’de, (kendi) Hıristiyan­lık(anlayış)larıyla meşrulaştırdıkları kendilerine özgü bir terör uy­gulayan iki milyondan fazla Sağcı popülist “fundamentalist” vardır. Amerika bir şekilde onları “barındırdığı”na göre, Oklahoma bomba­lamasından sonra ABD Ordusu’nun onları da cezalandırması mı ge­rekiyordu? Jerry Falwell ve Pat Robertson’ın bombalamalara verdik­leri tepkiye; suçu hazcı materyalizme, liberalizme ve gemi azıya al­mış cinselliğe yıkıp bunu Tanrı’nın, Amerikalıların günahkar hayat tarzlarını sürdürmeleri yüzünden ABD üzerindeki korumasını kal­dırmış olması olarak algılamalarına ve Amerika’nın layığını buldu­ğunu söylemelerine ne demeli? Güvenli bir sığınak olarak Amerika mı? Bir New Yorklu’nun, bombalamalardan sonra, artık şehrin sokaklarında emniyetle yürünemeyeceğini söylemesinin ironik yanı şudur ki, bombalardan çok daha önce, New York sokakları saldırıya uğrama ya da en azından soyulma tehlikesiyle meşhurdu – bomba­lamalar farklı bir şey yaptıysa o da yeni bir dayanışma hissinin ge­lişmesine genç Afro-Amerikalıların, caddeyi geçmesi için yaşlı bir Yahudi kadına yardım etmeleri gibi, daha birkaç gün önce hayal bi­le edilemeyecek sahnelere yol açmış olmalarıdır.

Şimdi, bombalamaların hemen ardından gelen şu günlerde, san­ki travmatik bir olay ile yarattığı simgesel etki arasındaki o eşsiz za­man diliminde -hani bir yerimiz çok derin kesilir de acısı dank et­meden önce kısa bir an geçer ya, ona benzer bir anda- ikamet edi­yoruz; olayların nasıl simgeselleştirileceği, simgesel etkilerinin ne olacağı, hangi eylemleri haklı çıkarmak için bunlara başvurulacağı belli değil. Burada, gerilimin son haddine vardığı bu anlarda bile, bu bağ otomatik değil, olumsal. Şimdiden ilk uğursuz işaretler ortaya çıktı bile; örneğin kamusal söylemin içinde eski Soğuk Savaş terimi “özgür dünyalının birdenbire yeniden dirilmesi gibi: Şimdi “özgür dünya” ile karanlık ve terör güçleri arasında bir mücadele varmış. Burada sorulması gereken soru şudur elbette: Özgür-olmayan dün­yaya ait olanlar kim peki? Mesela, Çin ya da Mısır bu özgür dünya­nın birer parçası mı? Asıl mesaj, tabii ki, Batılı liberal-demokratik ülkeler ile tüm diğerleri arasındaki eski ayrımın bir kez daha günde­me getirildiğidir.

Bombalamanın ertesi günü, Lenin hakkındaki uzunca bir yazımı basmak üzere olan bir dergiden, yazının yayımını ertelemeye karar verdiklerini söyleyen bir mesaj aldım – bombalamanın hemen ardın­dan Lenin hakkında bir yazı yayımlamanın uygunsuz kaçacağını dü­şünmüşler. Bu, ardından uğursuz ideolojik gelişmelerin, 70′Ierin Al­manyası’ndakinden daha güçlü ve daha yaygın yeni bir Berufsver­bot’un (radikalleri istihdam etme yasağının) yaşanacağını mı göste­riyor? Bugünlerde, şimdi bir demokrasi mücadelesi verildiği cümle­si sık sık duyuluyor – doğru, ama bu cümleyle genelde kastedilen şeyler kastedilmiyor. Daha şimdiden kimi Solcu arkadaşlarım böyle zor anlarda başımızı eğip kendi gündemimizi dayatmamanm daha iyi olacağını yazdılar bana. Kriz karşısında başını kuma gömmeye yönelik bu eğilime karşı, Solun şimdi daha iyi bir analiz sunması ge­rektiğinde ısrar edilmelidir – aksi takdirde, Sol, gayet sıradan insanların yaptıkları gerçek kahramanlıklar (sözgelimi, rasyonel bir ahla­ki eylem modeli sunarak, uçak kaçıranlan etkisiz hale getiren ve uçağın erken düşmesini sağlayan yolcuların yaptığı gibi: İnsan kısa bir süre içinde ölecekse, cesaretini toplayıp başka insanların ölmele­rini engelleyecek şekilde ölmelidir. .. ) göz önünde bulundurulduğun­da, siyasi ve ahlaki yenilgisini peşinen ikrar etmiş olur.

Ya her yerde işitilen “11 Eylül’den sonra hiçbir şey eskisi gibi ol­mayacak” lafına ne demeli? Bu cümlenin arkasının hiçbir zaman ge­tirilmemesi manidardır – aslında ne söylemek istediğimizi bilmedi­ğimizde “derin” bir şeyler söylermiş gibi yapmayı sağlayan içi boş bir jestten ibarettir. O zaman buna vereceğimiz ilk tepki “Sahi mi?” demek olmalıdır. Oysa gerçekten değişen tek şey, Amerika’nın ne tür bir dünyanın parçası olduğunu anlamak zorunda kalması değil mi? Öte yandan, algıdaki bu tür değişiklikler her zaman belli sonuçlar yaratır, çünkü içinde bulunduğumuz durumu algılama biçimimiz, onun içinde harekete geçme biçimimizi belirler. Siyasi bir rejimin dağılması süreçlerini, örneğin 1990′da Doğu Avrupa’daki Komünist rejimlerin yıkılışını hatırlayalım: Belli bir anda, insanlar birdenbire oyunun bittiğinin, Komünist1erin kaybettiğinin farkına vardılar. Ko­puş tamamen simgeseldi; “gerçeklikte” hiçbir şey değişmemişti – yi­ne de, o andan itibaren, rejimin nihai olarak çökmesi birkaç günlük bir mesele haline gelmişti … Ya 11 Eylül’de aynı tür bir şey olduysa?

Bu olayın ekonomide, ideolojide, siyasette, savaşta nasıl sonuç­lar yaratacağını henüz bilmiyoruz, ama bir şey kesin: Şu ana kadar kendisini bu tür şiddete karşı şerbetli, bu tür şeyleri sadece TV ekra­nının güvenli mesafesinden seyreden bir ada olarak algılamış olan ABD, artık doğrudan işin içindedir. O zaman alternatifler şöyledir: Amerikalılar “küre”lerini daha da fazla tahkim etmeye mi karar ve­recekler, yoksa ondan çıkmayı göze almaya mı? Amerika’ya “Bu ne­den bizim başımıza geldi? Burada böyle şeyler olmaz!” şeklindeki o son derece ahlaksızca tutumda ısrar edecek, hatta bu tutumu güç­lendirerek tehditkar Dışarı’ya karşı daha çok saldırganlık gösterme­ye, kısacası paranoyaklığı eyleme dökmeye yönelecek; ya da en ni­hayet onu Dış Dünya’dan ayıran fantazmatik Perde’nin ardından çık­mayı göze alacak, Gerçek dünyaya geldiğini kabul edecek ve “Bu­rada böyle şeyler olnıamalı!,’dan “Böyle şeyler hiçbir yerde olma­malı!” tavrına o çok gecikmiş geçişi yapacaktır. Bombalamalardan çıkarılması gereken asıl ders budur: Bu olayların burada bir daha ol­mamasını sağlama almanın tek yolu, bunların başka herhangi bir yerde olmasını önlemektir. Kısacası, Amerika bu dünyanın bir par­çası olarak kendi yaralanabilirliğini tevazuyla kabullenmeyi öğren­meli, sorumluları cezalandırma işini cana can katan bir misilleme olarak değil, üzücü bir görev olarak yapmalıdır.

Amerika’nın “tarihten aldığı mola”, sahte bir molaydı: Ameri­ka’nın huzuru, felaketlerin başka yerlerde devam etmesi sayesinde satın alınmıştı. Bugünlerde, hakim bakış açısı, Dışarı’dan gelip vu­ran o ağza alınmaz Kötülük’ün karşısındaki masum bakışınkidir – bu bakış karşısında, yine cesaretimizi toplayıp ona Hegel’in şu ünlü düsturunu uygulamamız gerekir: Kötülük, her yanında Kötülük gö­ren masum bakışın kendisindedir (de).

Başkan Bush seçim kampanyası sırasında, hayatındaki en önem­li kişinin İsa olduğunu söylemişti. Şimdi bunu cidden söylediğini kanıtlamak için eline eşsiz bir şans geçti: Tüm Amerikalılar için ol­duğu gibi, onun için de, “Komşunu sev”, “Müslümanları sev!” anla­mına gelmelidir! Yoksa hiçbir anlamı yoktur.

Gerçeği Çölüne Hoşgeldiniz – S. Zizek
Kırılgan Temas- Çev:Tuncay Birkan
Metis yayınları / İkinci Basım / Mayıs 2006

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version