Ana Sayfa Edebiyat Gabriel Marquez: Her zaman her şeyi anlamışımdır, ölüm dışında

Gabriel Marquez: Her zaman her şeyi anlamışımdır, ölüm dışında

Ne tartarik asitli bir kusturucu, ne de daha başka güçlü ilaçlar onu rahatlatmayınca, ivedilikle kan almaları gerekmiş, ancak şafak sökerken kendine gelebilmişti.

Bitişikteki kitaplıkta geceyi uykusuz geçiren Cayetano’nun hiçbir şeyden haberi olmamıştı. Sabah duaları başlarken, piskoposun kendisini yatak odasında beklediğini haber verdiler. Coşkulu bir ruh hali içinde yepyeni bir körük gibi soluyarak, yanında peynir ekmekle birlikte bir kâse çikolatayla yatağında kahvaltı eder buldu onu.

Cayetano’nun ona şöyle bir bakması, kararlarını almış olduğunu anlamasına yetmişti. Gerçekten de öyleydi. Başrahibenin isteğine rağmen Sierva Maria, Santa Clara’da kalıyordu ve Peder Cayetano Delaura, piskoposun tam güvenine sahip olarak ondan sorumlu olmayı sürdürecekti. O zamana kadar olduğu gibi hapishane yönetmeliği altında tutulmayacaktı, manastır sakinlerine tanınan genel haklardan yararlanmalıydı. Piskopos, tutanaklar için minnettardı, ama kesinlikten yoksun olmaları davanın belirginliğiyle çatışıyordu, bu yüzden de şeytan kovucunun kendi ölçütlerine göre hareket etmesi gerekiyordu. En sonunda da, markiyi huzuruna kabul edecek zamana ve sağlık koşullarına sahip olana kadar, ne gerekiyorsa çözümlemek üzere tam yetkili olarak, gidip onu kendi adına ziyaret etmesini buyurdu Delaura’ya.

“Başka hiçbir talimatım olmayacak,” diyerek sözünü tamamladı. “Tanrı seni korusun.”

Cayetano, kalbi yerinden fırlayacak gibi koşup gitti manastıra, ama Sierva Maria’yı hücresinde bulamadı. Tören salonunda, gerçek mücevherler takıp takıştırmış, saçları topuklarına kadar salıverilmiş bir halde, zencilere özgü o harikulade ağırbaşlılık içinde, genel valinin maiyetindeki ünlü bir portre ressamına poz vermekteydi. Sanatçıya itaat ederken gösterdiği sağduyu da güzelliği kadar hayranlık uyandırıcıydı. Cayetano, coşkuyla kendinden geçmişti. Loş bir yerde oturmuş görünmeden onu seyrederken, kalbindeki herhangi bir kuşkuyu silebilecek kadar bol vakti olmuştu.

Saat dokuzda portre tamamlanmıştı. Ressam, portreyi uzaktan inceledi, son birkaç fırça darbesi daha vurdu ve imzasını atmadan önce Sierva Maria’nın görmesini istedi. Kendisine saygıyla boyun eğmiş iblislerden oluşan maiyetinin ortasında, bir bulutun içinde durmuş olarak tıpatıp kendisiydi. Kız, hiç acele etmeden baktı resme ve o yaşının bütün ihtişamı içinde tanıdı kendisini. Sonunda da şöyle dedi: “Tıpkı bir ayna gibi.”

“İblislere varana kadar mı?” diye sordu ressam. “Öyle,” diye karşılık verdi kız.

Poz vermesi sona erince, Cayetano ona hücresine kadar eşlik etti. Onu yürürken hiç görmemişti, dans ederken gösterdiği aynı zarafet ve kolaylıkla yapıyordu bunu da. Mahkûm gömleğinden başka bir kılık içinde de onu hiç görmemişti ve üzerindeki kraliçe giysisi, artık ne dereceye kadar bir kadın olduğunu açıkça gösteren bir olgunluk ve zarafet veriyordu ona. Birlikte hiç yürümemişlerdi ve birbirlerine eşlik ederkenki içtenlikleri çok hoşuna gitmişti.

Veda ziyaretlerinde başrahibeyi piskoposun haklı gerekçelerine inandırmış olan genel vali ve eşinin bu ikna yetenekleri sayesinde, hücre eskisinden çok farklıydı. Şilte yepyeni, çarşaflar ketenden, yastıklar kuştüyündendi; ayrıca gündelik temizlik ve yıkanma ihtiyacı için gereçler konulmuştu. Denizin ışığı, kafesleri çıkarılmış pencerelerden içeri giriyor ve yeni kireçlenmiş duvarlarda parlıyordu. Yemekler, manastırın inziva bölümündekilerle aynı olduğundan, artık dışardan bir şey getirmeye gerek kalmıyordu, yine de Delaura, bazı nefis yiyecekleri kapıdan kaçak olarak geçirmenin bir yolunu buluyordu her zaman.

Sierva Maria, onunla akşam kahvaltısını paylaşmayı istedi; Delaura da, Klarislerin saygınlığının kaynağını oluşturan çöreklerden bir tane almakla yetindi. Çöreklerini yerlerken kız, beklenmedik bir yorumda bulunarak,

“Ben kar nedir, gördüm,” dedi.

Cayetano, hiç şaşırmadı. Bir zamanlar, bizim Sierra Nevada de Santa Marta’da karların neredeyse denizin içine kadar indiğinden habersiz olduğundan, yerliler tanısınlar diye Pireneler’den kar getirtmek isteyen bir genel validen söz edildiğini duymuştu. Belki de yenilik meraklısı olan Don Rodrigo de Buen Lozano da bu şaşırtıcı işi başarıya ulaştırmıştı.

“Hayır,” dedi kız. “Rüyamdaydı.”

Gördüğü rüyayı anlattı: lapa lapa kar yağan bir pencerenin önünde dururken, kucağındaki salkımın üzümlerini birer birer koparıp yiyordu. Delaura, yüreğinin korkuyla hop ettiğini hissetti.

Alacağını bildiği yanıt karşısında tir tir titreyerek, sorma cesaretini gösterdi: “Nasıl bitiyordu?”

“Anlatmaya korkuyorum,” dedi Sierva Mana.

Daha fazlasını duymaya ihtiyacı yoktu. Gözlerini yumarak onun için dua etti. Bitirdiğinde başka bir insandı sanki. “Kaygılanma,” dedi ona. “Sana söz veriyorum, Ruhülkudüs’ün inayetiyle, çok yakında özgür ve mutlu olacaksın.”

Sierva Maria’nın manastırda olduğundan, Bernarda’nın o zamana kadar haberi olmamıştı. Dulce Olivia’yı ortalığı süpürür, evi derleyip toplarken yakalayıp, onu kendi hayallerinden biri sandığı bir gece, neredeyse bir rastlantı olarak öğrendi bunu. Akla yatkın bir açıklama bulmak için odaları tek tek aramaya koyuldu ve dolaşırken Sierva Maria’yı bir süreden beri hiç görmediğinin farkına vardı. Caridad del Cobre, bildiği kadarını söyledi ona: “Marki hazretleri, onun çok uzaklara gideceğini, onu bir daha göremeyeceğimizi söylemişti bize.” Kocasının yatak odasında ışık yandığı için, Bernarda kapıyı vurmadan girdi içeri.

Marki, sivrisinekleri kaçırmak için ağır ağır yanmakta olan sığır terslerinin dumanları arasında, uyumadan yatıyordu hamağında. Üzerindeki ipekli sabahlıkla bedeninin çizgileri belli olmayan o acayip kadına baktı ve o da bunun bir hayal olduğunu sandı, çünkü solgun ve kederli bir görünümü vardı, çok uzaklardan geliyor gibiydi. Bernarda, Sierva Maria’yı sordu ona.

“Günlerdir bizimle birlikte değil,” dedi kocası.

Kadın, bu sözleri en kötü anlama yordu ve soluk alabilmek için önüne çıkan ilk koltuğa oturmak zorunda kaldı. “Abrenuncio’nun yapması gerekeni yaptığını söylemek istiyorsunuz,” dedi.

Marki, istavroz çıkardı:

“Tanrı bizi korusun!”

Sonra ona olan biteni anlattı. Bernarda’nın isteğine uygun olarak ona sanki ölmüş gibi davranmak istediği için bunu zamanında haber vermediğini de özellikle belirtti. Bernarda, birlikte geçirdikleri o berbat on iki yıl boyunca hiç göstermemiş olduğu bir dikkatle gözünü bile kırpmadan dinledi onu.

“Benim hayatıma mal olacağını biliyordum,” dedi marki, “ama onunkine karşılık olarak.”

Bernarda, içini çekti: “Demek bizim utancımız artık herkesin dilinde.” Kocasının gözlerinde bir damla gözyaşının pırıltısını gördü ve ta içinden bir titreme yükseldi. Bu kez ölümün kendisi değil, er ya da geç olması gerekenin kaçınılmaz kesinliğiydi söz konusu olan.

Yanılmamıştı da. Marki, kalan son gücüyle hamaktan kalktı, onun önünde yere yığılarak, hiçbir işe yaramaz bir ihtiyarın acı gözyaşları içinde hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bernarda, ağlayan erkeğin, ipekli gömleğinin üzerinden kasıklarına doğru süzülen yakıcı gözyaşları karşısında teslim oldu. Sierva Maria’ya duyduğu tüm nefrete rağmen, hayatta olduğunu bilmenin kendisini rahatlattığını itiraf etti.

“Her zaman her şeyi anlamışımdır, ölüm dışında,” dedi.

Yeniden odasına kapanarak kendini melas ve kakaoya verdi; aradan iki hafta geçtikten sonra oradan çıktığında yürüyen bir ölü gibiydi. Marki, çok erken saatlerden beri ortalıkta bir yolculuk telaşı olduğunu fark etmiş, ama fazla önemsememişti. Daha güneş ortalığı ısıtmadan önce, Bernarda’nın, peşinde eşyaları yüklü bir başka katır olmak üzere, uysal bir katırın sırtında avlunun büyük kapısından çıktığını gördü. Daha önce de, yanına ne katırcı ne de kölelerini almadan, kimseyle vedalaşmadan ve hiçbir gerekçe göstermeden böyle çekip gittiği çok olmuştu. Ama marki bu kez bir daha dönmemek üzere gittiğini anladı, çünkü her zamanki sandığının yanı sıra, yıllardır yatağının altında gömülü sakladığı tıka basa altın dolu iki küpü de yanında götürüyordu.

Hamakta öylece yatan marki, kölelerin kendisini bıçaklayacakları korkusuna kapılmıştı yeniden; onların gündüz bile eve girmelerini yasakladı. Bu yüzden de Cayetano Delaura, piskoposun emriyle onu ziyarete gittiğinde, ana kapıyı itip buyur edilmeden içeri girmek zorunda kaldı, çünkü tokmağı ısrarla çalmasına rağmen kapıyı kimse açmamıştı. Çoban köpekleri kafeslerinde kıyameti koparıyorlardı, ama Delaura yoluna devam etti. Marki, meyve bahçesinde, sırtında Sarazen36 harmanisi, başında Toledo takkesiyle, üzeri tümüyle portakal çiçekleriyle örtülü olarak hamağında öğle uykusundaydı. Delaura, uyandırmadan seyretti onu, Sierva Maria’yı düşkün ve yalnızlıktan tükenmiş bir halde görüyor gibi oldu. Marki uyanmış, rahibin gözündeki bant yüzünden onu tanımakta gecikmişti. Delaura, elini kaldırarak parmaklarıyla barış işareti yaptı. “Tanrı sizi korusun, sayın marki,” dedi.

“Nasılsınız?” “Buradayım işte,” diye yanıt verdi marki. “Çürüyüp gidiyorum.”

Gabriel Garcia Marquez
Kaynak: Aşk ve Öbür Cinler 

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version