Ana Sayfa Felsefe ERICH FROMM: “ÖLÜMSEVER “YASALARA VE DÜZENE” TAPARLAR”

ERICH FROMM: “ÖLÜMSEVER “YASALARA VE DÜZENE” TAPARLAR”

Yaşama eğilimini çevremizdeki her canlı varlıkta görüyoruz: Işık alıp yaşamak için kayaların arasından fışkıran otlarda, ölmemek için sonuna dek dövüşen hayvanlarda, yaşamını korumak için her şeyi göze alabilen insanlarda. Yaşamı koruma, ölüme karşı savaşma, yaşamseverlik eğiliminin en ilkel biçimidir ve bütün canlılarda ortaktır. Bu, yaşamı koruma ve ölüme karşı savaşma eğilimi olarak kaldığı sürece yaşama dürtüsünün yalnızca bir yönünü gösterir. Yaşama dürtüsünün öteki yönüyse, çok daha olumludur. Canlı varlıklar bütünleşme, birleşme eğilimindedir; değişik ve karşıt birimlerle kaynaşmak, yapısal bir biçimde gelişmek isterler. Birleşme, bütünleşmiş gelişme yalnızca hücrelerin büyümesi alanında değil duygular ve düşünceler alanında da tüm yaşam süreçlerinin belirleyici özelliğidir.

Ölüm Sevgisi Yaşam Sevgisi

Ölümseverlerin belirgin özelliği şiddete karşı olan tutumlarıdır. Simone Weil’in tanımıyla söylersek şiddet, insanı cesede dönüştürme yetişidir. Nasıl cinsellik yaşam yaratıyorsa, şiddet de yaşamı yok edebilir. Son çözümlemede tüm şiddet türlerinin öldürme gücünden doğduğu görülür. Bir insanı öldürmeden de özgürlüğünü elinden alırım; yalnızca onu aşağılamayı ya da sahip olduğu şeyleri elinden almayı isteyebilirim — ama ne yaparsam yapayım, bütün bu eylemlerin ardında yatan öldürme yetim, öldürme isteğimdir. Ölümsever kişi ister istemez şiddeti de sever. Ona göre insanın en büyük başarısı yaşam vermek değil, yaşamı yok etmektir; şiddete başvurmak koşulların ona zorla kabul ettirdiği geçici bir eylem değildir — bir yaşama biçimidir.

Ölümsever kişinin şiddete neden bu denli tutkun olduğu böylece açıklanabilir. Yaşamsever kişiye göre insanın içindeki en önemli kutuplaşma, erkek-dişi kutuplaşmasıdır; oysa ölümsever için çok daha değişik, bambaşka bir kutuplaşma sözkonusudur: Öldürme gücüne sa-hibolanlarla bu güçten yoksun olanların yarattığı kutuplaşma. Ona göre yalnızca iki “cins” vardır: Güçlülerle güçsüzler, öldürenlerle öldürülenler. Ölümsever kişi öldürene tutkundur; öldürülenlerden nefret eder. Öldürenlere tutkunluk gerçekte hiç rastlanmayan bir durum olarak düşünülmemelidir; öldürenler ölümsever kişinin cinsel isteklerinin ve düşlerinin nesneleridir. Bundan daha ağır olan ölümseverlik türleriyse yukarıda sözü edilen sapıklık ve ölümseverlerin düşlerinde sık sık ortaya çıkan bir arzu “necrophagia”dır (ceset yeme arzusudur). Bazı ölümsever kişilerin gündelik yaşamda fiziksel olarak çekici bulmadıkları ama korktukları, güçlerine ve yıkıcılıklarına hayranlık duydukları yaşlı kadın ya da erkeklerle düşlerinde cinsel ilişkide bulunduklarını bilirim.
Ölümsever önderlerin etkili olmaları, sınırsız öldürme yetilerinden ve isteklerinden gelir. Onların ölümsever kişiler tarafından tutulmaları bundandır. Ölümseverlerin dışında kalanlara gelince onlar, bu kişilerden korkar, korkularının bilincine varmaktansa onlara hayranlık duymayı yeğlerler. Başka pek çok insansa bu önderlerin ölümsever niteliklerini sezmez; tersine onları yapıcı, kurtarıcı, iyi yürekli, babacan kişiler olarak görür. Bu ölümsever önderler yapıcı ve koruyucu kişiler olaıak görülmeselerdi hayranları hiçbir zaman onların yönetimi ele geçirrnelerini sağlayacak sayılara varmazdı; kendilerinden nefret edenler de, büyük bir olasılıkla onları en kısa zamanda baştan düşürürlerdi.

Yaşamın belirgin özelliği, düzenli ve işlevsel bir gelişmedir; oysa ölümsever kişi gelişmeyen, mekanik olan şeyleri sever. Ölümsever kişiyi canlı şeyleri cansız şeylere dönüştürme dürtüsü, başka deyişle yaşama tüm canlı kişiler cansız nesnelermiş gibi mekanik bir açıdan yaklaşma dürtüsü yönetir. Tümüyle canlı süreçler, duygular ve düşünceler cansız nesnelere dönüştürülür. Önemli olan deneylerden çok anılar, varolmaktan çok sahipolmaktır. Ölümsever kişi bir nesneye —çiçeğe ya da insana— karşı ancak ona sahipolduğu zaman ilgi duyabilir; bu yüzden onun sahipolduğu şeylere yönelen tehdit, kendisine yöneltilmiş bir tehdit gibidir; o kişi, sahipolduklannı yitirirse dünyayla olan bağlantısını da yitirir. Ölümsever kişilerin sahipolduklannı yitirmek-tense yaşamı yitirmek gibi çelişkili bir tepki göstermeleri bundandır; yaşamını yitiren kişinin, sahipolduğu şeyleri de zaten yitireceğini göremezler. Böyle bir kişi denetime tutkundur, denetlerken yaşamı öldürür. Yaşama karşı derin bir korku duyar; çünkü yaşam yapısı gereği düzensiz ve denetimsizdir. Süleyman’ın yargılama öyküsünde haksız olarak çocuğun annesi olduğunu iddia eden kadın bu eğilime tipik bir örnektir; bu kadın canlı çocuktan vazgeçmek yerine ikiye bölünmüş çocuğun yansını yeğler. Ölümsever kişilere göre adalet yanlışsız bir bölme işlemi demektir, bu kişiler, kendilerince adalet saydıkları şey uğruna ölmeye, öldürmeye hazırdırlar. “Yasalara ve düzene” taparlar — yasayı, düzeni tehdit eden her şey onların gözünde benimsedikleri yüce değerlere karşı girişilmiş şeytanca bir saldından başka bir şey değildir.
Ölümsever kişi karanlığa ve geceye karşı büyük bir çekilme duyar. Bu kişiler mitolojide ve şiirde mağaralara, okyanuslann derinliklerine tutkun kör kişiler olarak gösterilirler. (Ibsen’in Peer Gynt’ündeki devler buna iyi bir örnektir; kördürler,3 mağaralarda yaşarlar, önem verdikleri tek şey “evde hazırlanmış” ya da evde yapılmış şeylere karşı duydukları özsever bağlılıktır.) Yaşamdan uzak olan ya da yaşama karşı yöneltilendir.
‘Simgesel anlamıyla körlük, “gerçek sezgi”ye sahip olmaktan çok başka bir şey her şey çekici gelir onlara. Ana rahminin karanlığına, geçmişteki cansız ya da hayvansal varoluş biçimine dönmek isterler. Böyle bir insan korktuğu ve nefret ettiği geleceğe değil temelde geçmişe yönelmiştir. Buna bağlı olarak ölümsever kişi hiç durmadan kesinlik peşinde koşar. Ne var ki yaşam hiçbir zaman kesin, önceden belirlenebilen, denetlenebildi bir şey değildir; denetlenebilir kılmak için yaşamı ölüme dönüştürmek gerekir; gerçekten de yaşamda kesin olan tek şey ölümdür.

Ölümseverlik eğilimleri çoğunlukla en açık biçimde kişinin düşlerinde ortaya çıkar. Düşlerde cinayetler, kan, cesetler, kafatasları, dışkılarla uğraşılır; bazan da makinalara dönüşmüş ya da makina gibi davranan insanlar görülür. Birçok kişi arada sırada bu tür düşler görür, ama bunlar ölümseverlik belirtisi olmayabilir. Ancak ölümsever kişilerde bu çeşit düşlere sık sık rastlanır.
Aşırı ölümsever kişiler görünüşlerinden, hareketlerinden anlaşılabilir. Böyle kişiler soğukturlar; benizleri ölü gibidir; yüzlerinde pis bir koku duyuyormuş gibi bir ifade vardır. (Bu ifade Hitler’in yüzünde açıkça görülebilir.) Düzenli, saplantılı ve bilgiçtirler. Ölümsever kişilerin bu yönü Eichmann’ın kişiliğiyle bütün dünyanın gözleri önüne serilmiştir. Eichmann örgütsel düzene ve ölüme hayrandı. Onun benimsediği en yüce değerler, verilen buyruklara boyun eğmek, örgütün düzenli bir biçimde işlemesini sağlamaktı. Kömür sevk ediyormuş gibi şevketti Yahudileri. Onların insan olduklarını göremiyordu; bu nedenle kurbanlarından nefret edip etmediği sorusu onun için söz konusu bile değildi.
Ölümsever kişi örnekleri yalnızca engizisyoncular, Hitler’ler, Eichmann’lar arasında görülmez. Öldürme olanağı ve gücü bulamayan ama ölüm sevgilerini başka yüzeysel ya da daha zararsız biçimlerde belli eden birçok birey vardır. Buna bir örnek hiç durmadan çocuğunun hastalıktan, başansızlıklan, geleceği konusunda karamsar varsayımlarla uğraşan annedir; bu anne çocuğundaki olumlu değişikliklere sevinmez; çocuğun neşesine karşı bir tepki göstermez, onun içinde gelişen yeni bir şeyi farketmez. Böyle bir annenin düşlerinin hastalık, ölüm, ceset ve kanla dolu olduğunu görürüz. Bu anne çocuğuna gözle görülür bir zarar vermez; ama onun yaşama sevincini, büyümeye duyduğu inancı yavaş yavaş öldürür; sonunda çocuğuna kendi ölümseverlik eğilimini aşılar.
Ölümseverlik eğilimi çoğu zaman karşıt eğilimlerle çatışır; öyle ki bu çatışmadan garip bir denge doğar. Bu tür ölümsever kişiliğe en belirgin örnek C. G. Jung’dur. Ölümünden sonra yayımlanan özyaşamöyküsünde Jung buna pek çok kanıt göstermiştir.4 Jung’un düşleri çoğunlukla cesetlerle, kanla, öldürmelerle doludur. Ölümseverlik eğiliminin gerçek yaşamdaki tipik belirtisine örnek olarak şunları anlatmak istiyorum: Jung’un Bollingen’deki evi yapılırken, 150 yıl önce, Napoleon isviçre’yi istila ederken öldürülen bir Fransız askerinin cesedi bulunmuştu. Jung cesedin bir resmini çekip bunu duvara astı. Cesedi askeri bir törenle gömüp mezarın başında üç el ateş etti. Yüzeyden bakıldığında bu davranış biraz garip, ama önemsizmiş gibi görünebilir. Ne var ki bu gizli bir eğilimi, amaçlı, önemli davranışlardan daha açık bir biçimde ortaya çıkaran “önemsiz” eylemlerden biridir. Yıllar önce Freud’un kendisi de Jung’daki bu ölüm eğilimini farketmişti. Freud’la Jung Birleşik Amerika’ya gitmek üzere gemiye binerlerken Jung, Hamburg yakınındaki bataklıkta bulunan, iyi korunmuş cesetlerden uzun uzun söz etmişti. Freud bu tür konuşmalardan hoşlanmıyordu; Jung’a cesetlerden çok söz ettiğini, çünkü bilinçaltında kendisine (Fre-ud’a) karşı Ölüm istekleriyle dolu olduğunu söyledi. O zaman Jung bunu inatla yadsıdı; ama birkaç yıl sonra Freud’dan koparken şu düşü gördü: Jung (karaderili bir yerliyle birlikte) Siegfriedi öldürmek zorunluluğunu duyar. Elinde bir tüfekle dışarı çıkar, Siegfried dağın tepesinde belirince onu öldürür. Sonra suçunun ortaya çıkacağından korkarak büyük bir dehşete kapılır. Ama iyi bir şey olur; kuvvetli bir yağmur yağar, cinayetin tüm izlerini silip götürür. Jung bu düşü anlayamazsa kendini öldürmesi gerektiğini düşünerek uyanır. Biraz düşündükten sonra şu “yorum”a varır: Siegfried’i öldürmek, kendi içindeki kahramanı öldürmek, böylece kendi alçakgönüllülüğünü kanıtlamak demektir. En büyük ustalığı düşleri yorumlamak olan bir insanın Sigmund’la Siegfried arasındaki yakınlığı görebilmesi gerekirdi; ama Jung düşünün gerçek anlamını görmek istemediği için bu yakınlığı farkedememiştir. Bastırmanın nasıl bu denli yoğun olabileceğini sorarsak bunun yanıtı düşünde, Jung’un ölümseverlik eğiliminin ortaya çıktığıdır; bu eğilim yoğun bir biçimde bastırıldığı için Jung düşünün anlamını kavrayamamıştır. Ne var ki bu düş Jung’un özellikleriyle tam bir çakışma içindedir: Jung şimdiden, gelecekten çok geçmişe hayrandır; en çok sevdiği malzeme taşlardır; çocukken bir kilisenin üstüne Tanrı’nın gökyüzünden kocaman bir bok atarak kiliseyi yıktığını düşlemiştir. Hitler’e ve onun ırkçı kuramına yakınlık duyması Jung’un ölümü seven insanlara karşı duyduğu yakınlığın başka bir belirtisidir.
Bununla birlikte Jung olağanüstü yaratıcı bir kişiydi; yaratıcılık ölümseverliğin tam tersidir. Kendi içindeki bu çatışmayı Jung yıkıcı güçlerini tedavi etme isteği ve yetisiyle dengeleyerek geçmişe, ölüme, yıkıcılığa karşı duyduğu ilgiyi başarılı çalışmalarına konu edinerek çözmüştür.

Ölümseverlik eğilimini anlatırken burada tanımlanan her türlü özelliğin ölümsever insanda bulunduğu izlenimini vermiş olabilirim. Öldürme isteği, şiddete tapma, ölümü ve pisliği çekici bulma, sadizm, “düzen” uğruna canlı nesneleri cansız nesnelere dönüştürme isteği gibi birbirinden çok ayrı özelliklerin aynı temel eğilimin parçalan olduğu doğrudur. Ama bireyler sözkonusu olduğunda bu eğilimlerin dağılımı büyük bir çeşitlilik gösterir. Bir insanda burada sıralanan özelliklerden biri ötekine göre daha ağır basabilir; dahası bir insanın yaşamsever yanına oranla ölümsever yanının yoğunluğu, son olarak da kişinin kendi ölümsever eğilimlerinin ne ölçüde farkında olup onları ne ölçüde akla uydurduğu kişiden kişiye büyük ölçüde değişir. Bununla birlikte ölümsever tip kavramı, hiç de bir soyutlama ya da birbirinden kopuk çeşitli davranış türlerinin biraraya toplanması değildir. Ölümseverlik temel bir eğilim oluşturur; bu eğilim, yaşama verilen ama ona bütünüyle karşı olan tek yanıttır; insanın yaşama karşı gösterebileceği eğilimlerin arasında en hasta, en tehlikeli olanı budur. Gerçek bir sapıklıktır bu: Yaşarken yaşam değil ölüm, gelişme değil yıkım sevilir. Ölümsever kişi duygulannın bilincine varmayı göze alabilirse, “Yaşasın Ölüm!” demekle, benimsediği yaşama ilkesini dile getirdiğini anlayacaktır.
Ölümseverlik eğiliminin karşıtı yaşamseverlik’th; bu eğilimin özü, ölüm sevgisine karşılık yaşam sevgisidir. Ölüm sevgisi gibi yaşam sevgisi de tek bir özelliği göstermez; bütün bir eğilimi, bütünüyle yaşama biçimini gösterir. Bu eğilim kişinin bedensel süreçlerinde, duygularında, düşünce ve davranışlarında ortaya çıkar, yaşamseverlik eğilimi kendisini kişinin tüm yapısında belli eder. Bu eğilimin en ilkel biçimi bütün canlı varlıkların yaşama eğiliminde görülür. Freud’un “ölüm içgüdüsü” varsayımına karşıt olarak ben de birçok yaşambilimci ve düşünür gibi yaşamanın kendi varlığını korumanın tüm canlı varlıkların özünde yatan nitelik olduğu varsayımına katılıyorum; Spinoza bunu şöyle dile getirmiştir: “Kendisi olduğu sürece, her şey, kendi varlığını sürekli kılmaya çalışır.” Spinoza bu çabayı, söz konusu sorunun özü olarak tanımlamıştır.
Bu yaşama eğilimini çevremizdeki her canlı varlıkta görüyoruz: Işık alıp yaşamak için kayaların arasından fışkıran otlarda, ölmemek için sonuna dek dövüşen hayvanlarda, yaşamını korumak için her şeyi göze alabilen insanlarda.
Yaşamı koruma, ölüme karşı savaşma, yaşamseverlik eğiliminin en ilkel biçimidir ve bütün canlılarda ortaktır. Bu, yaşamı koruma ve ölüme karşı savaşma eğilimi olarak kaldığı sürece yaşama dürtüsünün yalnızca bir yönünü gösterir. Yaşama dürtüsünün öteki yönüyse, çok daha olumludur. Canlı varlıklar bütünleşme, birleşme eğilimindedir; değişik ve karşıt birimlerle kaynaşmak, yapısal bir biçimde gelişmek isterler. Birleşme, bütünleşmiş gelişme yalnızca hücrelerin büyümesi alanında değil duygular ve düşünceler alanında da tüm yaşam süreçlerinin belirleyici özelliğidir.
Bu eğilimin en ilkel biçimi, hayvanlar ve insanlar arasında cinsel olmayan hücre kaynaşmasından cinsel birleşmeye dek, hücreler ve organizmalar arasındaki kaynaşmada görülür. İnsanlar arasındaki cinsel birleşme erkek ve dişi kutuplar arasındaki çekicilik üzerine kurulmuştur. İnsan cinsinin yaşam kaynağı olan kaynaşma gereksinmesinin özünü erkek-dişi kutuplaşması oluşturur. Doğanın insana en yoğun zevki bu iki kutbun kaynaşmasında tattırmasının nedeni budur. Biyolojik açıdan bu kaynaşmanın sonucu normal olarak yeni bir canlının yaratılmasıdır. Yaşama çevrimini birleşme, doğum ve büyüme oluşturur — tıpkı ölüm çevrimini gelişmenin durması, çözülme ve çürümenin oluşturması gibi.
Bununla birlikte cinsel içgüdü biyolojik olarak yaşama hizmet etse de, ruhsal açıdan ille de yaşam sevgisini göstermez. Cinsel içgüdüye bağlanmayan ya da onunla karıştırılmayan yoğun bir duygu yok gibidir. Kendini beğenmişlik, zenginlik ve serüven tutkusu giderek ölümü çekici bulmak bile, cinsel içgüdüden araç olarak yararlanabilir. Bunun nedenini açıklamak güçtür, insan cinsel içgüdünün herhangi bir yoğun arzuyla, giderek yaşama karşıt olan arzularla uyandırılabilecek ölçüde esnek olmasının, doğanın bir oyunu olabileceğini düşünüyor ister istemez. Ama nedeni ne olursa olsun cinsel istekle yıkıcılığın birbirine karıştığından kuşku duyulamaz. (Freud, özellikle ölüm içgüdüsüyle yaşam içgüdüsünün karışmasını incelerken bu karışmanın sadizm ve mazoşizm biçiminde ortaya çıktığını belirtmiştir.) Sadizm, mazoşizm, ceset-yiyicilik, dışkı-yiyicilik alışılmış cinsel davranış ölçütlerinden saptıkları için değil, tek temel sapıklığı, başka deyişle yaşamla ölümün birbirine karıştırılmasını açıkça gösterdikler için sapıklık sayılırlar.
Yaşamseverlik en iyi biçimde üreticilik eğiliminde ortaya çıkar.8 Yaşamı tümüyle seven bir kişi yaşam süresine, her alandaki gelişmeye ilgi duyar. Elindekileri öylece tutmaktansa onlarla birşey kurup yaratmayı yeğler. Her şeye şaşırarak bakabilme gücü vardır onda; eski şeylerin getirdiği güvenlik duygusunun yerine yeni şeyler aramaktan hoşlanır. Kesinlik yerine yaşama serüvenini seçer. Yaşama yaklaşımı mekanik değil, işlevseldir. Yalnızca parçalan değil bütünü, sayısal toplamlardan çok yapısal bütünlüğü görür. İnsanları cansız nesnelermiş gibi şiddet kullanarak, parçalayarak, örgütsel kurallarla yöneterek değil sevgisiyle, aklıyla ve kendi kişiliğiyle etkilemek, biçimlendirmek ister. Salt heyecan duymak yerine yaşamdan, yaşamın her türlü belirti ve görüntüsünden zevk alır.
Yaşamseverlik ahlâkının da kendine özgü iyilik ve kötülük ilkeleri vardır. Yaşama hizmet eden her şey iyidir; ölüme hizmet eden her şey de kötüdür. İyilik yaşama, yaşamı hızlandırmaya, gelişmeye, yeniye
Temizin (yaşamın) kirliden (ölümden) ayrılmasını işleyen pek çok ayinde sapıklıktan kaçınmanın önemi vurgulanır.
Yaşamı boğan, kısıtlayan, paramparça eden her şey kötülüktür. Coşku erdem, kederse günahtır. Bu yüzden yaşamseverlik ahlâkı açısından îbraniler’in başlıca günahı olarak incil’de şu gösterilir: “Çünkü siz, her türlü bolluk içindeyken Tann’nıza coşkuyla ve gönül hoşnutluğuyla hizmet etmediniz” Yaşamsever kişinin vicdanı onu kötülükten alıkoyup iyilik yapmaya zorlamaz. Bu vicdan Freud’un tanımladığı gibi, erdem uğruna kendisine karşı sadistçe davranan, görev-koyucu-katı-üst ben değildir. Yaşamsever vicdanı harekete geçiren etken, yaşama ve coşkuya duyduğu ilgidir; gösterilen ahlaksal çaba yalnızca bu kişinin yaşamseverlik yanını güçlü tutma çabasıdır. Bu nedenle yaşamsever kişi kendinden nefret etmekten, üzüntüden başka birşey olmayan pişmanlık ve suçluluk duygulan içinde yaşamaz. Hemen yaşamdan yana dönerek iyi şeyler yapmaya girişir. Spinoza’nın Ethic’i yaşamseverlik ahlâkının çarpıcı bir örneğidir. “Zevk” der Spinoza, “kendi içinde kötü değil, iyidir; bunun tersine acılar, kendi içinde kötüdür.”10 Aynı çizgide şöyle devam eder: “Özgür insan ölümü, her şeyden az düşünür; onun bilgeliği, ölüme değil yaşama yoğunlaşmasından doğar.”11 insancı felsefenin çeşitli uyarmalarının ardında yaşam sevgisi yatar. Görüş ayrılıkları olsa da bu felsefeler Spinoza’nınkine benzer; bunların hepsinde aklı başında insanın yaşamı sevdiğini, kederin günah, coşkununsa erdem olduğunu, insanın yaşamdaki amacının canlı olan her şeye çekilmek, ölü ve mekanik olan her şeyden kendini koparmak olduğunu söyleyen ilke geçerlidir.
Ölümseverlik ve yaşamseverlik eğilimlerini katıksız biçimleri içinde vermeye çalıştım. Elbette bu katıksız biçimlere çok az rastlanır. Katıksız ölümsever delidir, katıksız yaşamseverse aziz. insanların çoğunda ölümseverlik ve yaşamseverlik eğilimlerinin özel bir karışımı görülür; önemli olan bu iki eğilimden hangisinin ağır bastığıdır. Ölümseverlik eğilimi ağır basan kişiler içlerindeki yaşamsever yanı yavaş yavaş öldürürler; çoğunlukla ölümü sevme eğilimlerinin farkında bile değildirler, yürekleri katılaşır; öyle davranırlar ki ölüm sevgisi yaşadıkları şeylere karşı gösterebilecekleri en mantıksal, en akılsal tepkiymiş gibi görünür. Öte yandan içlerinde yaşam sevgisi ağır basanlar “ölüm gölgesinin dolaştığı vadi”ye ne denli yakın olduklarını görünce sarsılacaklar, bu sarsıntıyla kendilerine geleceklerdir. Bu yüzden yalnızca bir insanın içindeki ölümseverlik eğiliminin ne denli güçlü olduğu değil o kişinin bu eğiliminin ne denli farkında olduğu da önemlidir. Ölüm ülkesinde yaşarken yaşam ülkesinde yaşadığına inanan kişi, geri dönme olanağı bulamadığından yaşam açısından yitiktir artık.
Ölümseverlik ve yaşamseverlik eğilimlerinin tanımları bu kavramların Freud’un yaşama içgüdüsü (Eros) ve ölüm içgüdüsü kavramlarıyla ilişkisinin ne olduğu sorusunu doğurur. Benzerliği görmek kolaydır, insanın içinde birbirine zıt bu iki dürtünün bulunduğunu ilk önerdiği sıralarda Freud büyük ölçüde güçlü yıkıcılık dürtülerinin, özellikle de Birinci Dünya Savaşı’nın etkisi altında kalmıştır. Freud, cinsel içgüdünün ego içgüdüleriyle (hem canlı kalmaya yarayan hem de yaşamın amaçlarına hizmet eden içgüdülerle) çatıştığını söyleyen eski kuramını değiştirdi; onun yerine yaşamın özünde hem yaşama doğru hem de ölüme doğru gitmenin bulunduğu varsayımına getirdi. Zevk tikesinin Ötesinde (1920) adlı yapıtında Freud “yineleme zorlanımı” diye adlandırdığı eski bir soygelişimsel ilkenin bulunduğunu açıklamıştır. Bu ilke daha önceki bir duruma dönme, canlı yaşamı başlangıçtaki cansız varlık durumuna dönüştürme işini görür. Freud şöyle diyordu: “Yaşamın düşünülemeyecek ölçüde uzak bir geçmişte, cansız bir varlıktan düşünemeyeceğimiz bir biçimde doğduğu gerçekse, varsayımımıza göre, amacı yaşamı bir kez daha yok ederek nesneleri cansız duruma dönüştürmek olan bir içgüdünün de bulunması gerekir. Bu içgüdüde, varsayımımızda sözünü ettiğimiz kendini yıkma dürtüsünü de bulursak, o zaman bu dürtüyü her türlü canlı süreçte bulunan ölüm içgüdüsünün belirtisi olarak kabul edebiliriz.”12
Ölüm içgüdüsü gerçekte başkalarına karşı ya da kendi içimize yönelik olabilir; çoğu zaman da sadist ya da mazoşist sapıklıklarda görüldüğü gibi cinsel içgüdüyle karışmış olarak ortaya çıkar. Ölüm içgüdüsünün karşıtı yaşam içgüdüsüdür. Ölüm içgüdüsünün (bu içgüdü Freud’un kendisi tarafından değilse de, ruhçözümleme incelemelerinde Thanatos diye adlandırılmıştır) kopana, çözüştürücü bir işlevi vardır; oysa eros bağlayıcı, bütünleyici, organizmaları ve organizma içindeki hücreleri birleştirici bir işlev taşır. Öyleyse her bireyin yaşamı şu iki temel içgüdünün çatıştığı bir savaş alanıdır: “Eros’un, canlı varlıkları gittikçe büyüyen bütünler içinde birleştirme çabaları”yla Eros’un başardıklarını bozmaya çalışan ölüm içgüdüsünün çabaları.
Freud da bu yeni kuramını çekine çekine, kuşkulu bir biçimde öne sürmüştür. Buna şaşmamak gerekir; çünkü Freud’un varsayımı kendi içinde kanıtlanmamış bir kurgudan öteye gitmeyen yineleme zorlanımı üzerine kurulmuştur. Aslında Freud’un bu iki yanlı kuramını destekleyen savlardan hiçbiri, çelişik bilgilere dayanan karşı çıkmaları yanıtlayacak nitelikte değildir. Canlı varlıkların çoğu yaşama savaşını olağanüstü bir direnmeyle sürdürürler; kendilerini yok etmek istemeleri çok az rastlanan bir şeydir. Dahası, yıkıcılık bireyden bireye büyük değişiklikler gösterir; bu değişiklik de dışa yönelik ya da içe yönelik ölüm içgüdüsünden çok daha başka biçimlerde ortaya çıkar. Bazı kimselerin, başkalarını yok etmek için yoğun bir tutkuyla yüklü olduklarını görürüz; oysa çoğunluk bu ölçüde bir yıkıcılık göstermez. Bununla birlikte, yıkıcılığın başkalarına yönelen bu hafif biçimine karşılık kendine yönelik yıkıcılık, mazoşizm, hastalık vb. diye bir şey yoktur.13 Freud’un kuramlarına yapılan bütün bu karşı çıkıştan düşünürsek O. Fenichel gibi birçok Ortodoks çözümleyicinin ölüm içgüdüsü kuramını kabul etmeleri, ya da koşula bağlı olarak, büyük kuşkularla kabul etmeleri şaşırtıcı değildir.
Freud’un kuramının şu yönde değiştirilmesini öneriyorum: Eros’la yıkıcılık, yaşam eğilimiyle ölüm eğilimi arasındaki çelişki aslında insanın içinde varolan en temel çelişkidir. Bununla birlikte bu ikilik biyolojik olarak insanın içinde bulunan, pek değişmeden ölüm içgüdüsünün son başansma dek birbiriyle savaşıp duran iki içgüdünün yarattığı ikilik değildir; yaşamın birincil ve en temel eğilimiyle yaşamakta ayak diremekle—I4 bu amaç gerçekleştirilemediği zaman ortaya çıkan karşıt eğilim arasındaki çelişkidir. Bu açıdan “ölüm içgüdüsü” Eros’un ortaya çıkmaması ölçüsünde gelişen ve yayılan hastalıklı bir olgudur. Ölüm içgüdüsü Freud’un kuramında önerdiği gibi normal biyolojinin değil psikopatoloji’nin bir parçasıdır. Bu yüzden yaşam içgüdüsü insanda birincil yetiyi, ölüm içgüdüsüyse ikincil yetiyi oluşturur.15 Tohum nasıl yalnız uygun nem, ısı vb. koşullarında gelişiyorsa, birincil yeti de yaşam için gerekli koşullan bulduğu zaman gelişir. Uygun koşullar yoksa ölümseverlik eğilimleri ortaya çıkarak insana egemen olacaktır.
Ölüm sevgisini doğuran koşullar nelerdir? Freud’un kuramı açısından (sırasıyla) yaşam ve ölüm içgüdülerinin güçlülük oranının değişmediğini, ölüm içgüdüsü söz konusu olduğunda bu içgüdünün içe ya da dışa yönelik olabileceğini kabul etmek gerekir. Bu yüzden çevresel etkenler ölüm içgüdüsünün yoğunluğunu değil ancak yönelişini belirleyebilir. Öte yandan burada ileri sürülen varsayımı kabul edersek şu soruyu sormak gerekir: Genel olarak ölümseverlik ve yaşamseverlik eğilimlerinin gelişmesini, özel olarak da bireyde ya da bir toplulukta ölümü sevme yatkınlığının yoğunluğunu belirleyen etkenler nelerdir?
Bu önemli soruya verilecek yeterli bir yanıtım yok. Bence bu sorunun daha geniş bir biçimde incelenmesi büyük önem taşıyor. Bununla birlikte ruhçözümlemesi konusunda klinik çalışmalarıma, topluluklann davranışlannı gözleme ve çözümleme deneylerime dayanarak kesin olmayan bazı yanıtlar önerebilirim.
Çocukta yaşam sevgisinin gelişmesi için en önemli koşul onun yaşamı seven insanlarla birlikte olmasıdır. Yaşam sevgisi de ölüm sevgisi ölçüsünde bulaşıcıdır. Bu sevgi sözcükler, açıklamalar, kişinin yaşamı sevmesi gerektiğini söyleyen öğütler olmaksızın iletilir. Fi-
Freud, ölüm içgüdüsünün çok güçlü olması durumunda insanların normal olarak intihar etmek isteyeceklerini söyleyen karşı çıkışı şöyle yanıtlar: “Her organizma kendine göre ölür. Bu paradoksal durum şöylece doğar: Canlı organizma kendini en kısa yoldan yaşamın amacına götürecek olaylara (aslında tehlikelere) karşı en enerjik biçimde —bir tür kısa devre yaparak— savaşır.”

kirlerden çok davranışlarla, sözcüklerden çok ses tonuyla aktarılır. Bu sevgi, yaşamı düzenleyen açık ilke ve kurallardan çok, bir kişiyi ya da topluluğu saran genel havada gözlenebilir. Yaşam sevgisinin gelişmesi için gerekli koşulların arasında şunları sayacağım: Bebeklik sırasında başkalarıyla sıcak ve şefkat dolu ilişkiler; özgürlüğü tatma, tehditlerden uzak olma; içten uyum ve güç yaratan ilkelerin —öğütlerle değil de örneklerle— öğretilmesi; “yaşama sanatı”nı öğretecek bir önder; başkalarının yarattığı uyandırıcı etkiyle buna gösterilen canlı tepki; sonra gerçekten ilginç bir yaşama biçimi. Bunların tam karşıtı olan koşullar da, ölüm sevgisinin gelişmesine yol açar: Ölümü seven insanların arasında yetişmek; uyanlardan yoksun olmak; korku duymak; yaşamı tekdüze ve sıkıcı kılan koşullar; insanlar arasında doğrudan, insanca ilişkilerle belirlenen bir düzenin yerine mekanik bir düzenin bulunması.
Yaşam sevgisinin gelişmesi için gerekli toplumsal koşullara gelince bunlar, az önce sözünü ettiğim bireysel gelişimi sağlayan eğilimleri yaratan koşullarla aynıdır. Bununla birlikte toplumsal koşullar üzerinde daha çok şey söylenebilir; aşağıda söylenenler bu yoldaki düşüncelerin sonucundan çok başlangıcı sayılmalıdır.
Belki de burada ilk önce söz edilmesi gereken en belirgin etken hem ekonomik hem de ruhsal açıdan kıtlığa karşı bolluk içinde olma durumudur, insan enerjisinin çoğu saldırılara karşı yaşamı savunmak, açlıktan kurtulmak için harcanırsa yaşama sevgisi engellenir, ölüm sevgisi güçlenir. Yaşam sevgisinin gelişebilmesi için gerekli başka bir toplumsal koşul da adaletsizliğin ortadan kaldırılmasıdır. Burada, herkesin aynı şeylere sahipolmamasının adaletsizlik sayıldığı istifçilik görüşü değil kastettiğim; bir toplumsal sınıfın ötekini sömürdüğü, doyumlu ve onurlu bir yaşamı engelleyen koşulların insanlara zorla kabul ettirildiği, başka deyişle bir sınıfın ötekilerle yaşamın aynı temel deneylerini paylaşmasına izin vermeyen toplumsal durumu anlatmak istiyorum. Son çözümlemede adaletsizlik derken, insanın kendi başına bir amaç oluşturmadığı, başka bir insanın çıkarları için araç olarak kullanıldığı toplumsal durumu belirtmek istiyorum.
Son olarak da, yaşam sevgisinin gelişmesinde önemli bir koşul özgürlük’tür. Ne var ki kısıtlayıcı siyasal zincirlerden kurtulup “özgür olmak” yeterli koşul değildir. Yaşam sevgisinin gelişebilmesi için birşey “yapma” özgürlüğü gereklidir: Yaratma ve kurma özgürlüğü, şaşabilme ve göze alabilme özgürlüğü. Böyle bir özgürlüğü tatmak için etkin ve sorumlu bir birey olmak gerekir; tutsak ya da çarkın iyi yağlanmış bir dişlisi olan birey değil.
Özetlersek, yaşam sevgisi en çok şunların bulunduğu bir toplumda gelişecektir: Güvenlik: Onurlu bir yaşamın sağlanması için temel maddi koşulların tehlike içinde olmaması; adalet: Hiç kimsenin başka birisinin amaçlan için araç olarak kullanılmaması; özgürlük: Herkese toplumun etkin ve sorumlu bir üyesi olma olanağının sağlanması. Bunların sonuncusu özel bir önem taşır. Güvenlik ve adaletin sağlandığı bir toplumda bile bireyin yaratıcı özünün etkinliği desteklenmiyorsa, yaşam sevgisinin gelişmesi gerçekleşemez. İnsanların tutsak olmaları da yetmez; toplumsal koşullar robotların doğmasına yol açarsa sonuç yaşam sevgisi değil, ölüm sevgisi olacaktır. Nükleer çağda ölüm sevgisi sorununu incelerken, özellikle, toplumun örgütsel düzeni sorunuyla ilgilenirken bu son nokta üzerinde daha çok duracağız.
Yaşam sevgisi ve ölüm sevgisi kavramlarının Freud’un yaşam ve ölüm içgüdüleriyle ilgili, gene de onlardan değişik olduğunu göstermeye çalıştım. Bunlar, Freud’un libido kuramının bir parçasını oluşturan başka bir önemli kavramla da ilgilidir. Bu kavram “anal libido”, “anal kişilik” kavramıdır. Freud en önemli bulgularından birini 1909’da Kişilik ve Anal Erotizm adlı makalesinde yayımlamıştır.16 Freud şunları yazmıştır:
Tanımlayacağım insanlar şu üç özelliğin düzenli bir biçimde karışımıyla belirlenir. Bu insanlar özellikle düzensever, cimri ve inatçı kişilerdir. Bu sözcüklerin her biri aslında birbirine girmiş bir dizi kişilik özelliğinin tümünü ya da bir kesimini kapsar. “Düzensever” sözcüğü hem bedensel temizliğe düşkünlüğü hem de küçük görevlerin yerine getirilmesindeki sorumluluğu ve güvenilirliği anlatır. Bunun karşıtı “düzensizlik” ya da “ihmalcilik”tir. Cimrilik aşırı hırslılık biçiminde ortaya çıkabilir; inatçılıksa öfkeyle ve öç alıcılıkla birleşerek kolayca meydan okumaya dönüşebilir. Bu son iki nitelik —cimrilik ve inatçılık— birbirlerine, ilk nitelikten —düzenlilikten— daha yakındır. Bunlar aynı zamanda bu özelliklerden oluşan karışımın en değişmez öğeleridirler. Gene de bence bu üç nitelik hiçbir biçimde birbirlerinden ayrı düşünülemez}
Freud önerisini şöyle sürdürüyor: “Daha önce anal-erotik yapıda olan insanlarda ağır basan bu kişilik özellikleri ya da düzenlilik, cimrilik ve inatçılık yüceltilmiş anal-erotizmin ilk ve en değişmez belirtileridir.”18 Freud ve ondan sonraki bazı ruhçözümleyiciler cimriliğin öteki biçimlerinin dışkıya değil paraya, pisliğe, mala mülke ve işe yaramaz nesnelere sahipolma eğilimini gösterdiğini kanıtlamışlardır. Anal kişiliğin bazen sadizm ve yıkıcılık eğilimleri gösterdiği de belirtilmiştir. Ruhçözümleme araştırmaları geniş klinik kanıtlara dayanarak Freud’un bulgusunun doğruluğunu göstermiştir. Bununla birlikte “anal kişilik”19 ya da benim adlandınşımla “istifçi kişilik” olgusunun kuramsal bakımdan açıklanışında bir görüş ayrılığı vardır. Freud libido kuramına uygun olarak, anal libidoyu oluşturan ve bunun yüceltilmesini sağlayan enerjinin bedende belli bir zevk bölgesinde (burada anüste) yoğunlaştırıldığını varsaymıştır. Tuvalet eğitimi süresindeki bireysel deneyimlerle birlikte bedensel etkenler yüzünden bu anal libidonun normal bir insana göre daha güçlü durumda olduğunu söylemiştir. Ben bu konuda Freud’a katılmıyorum; çünkü cinsel libido dürtüsünün bir parçası olarak anal libidoyu anal kişiliğin gelişmesinde etkin bir temel olarak kabul etmemizi sağlayacak yeterli kanıt yoktur.
Anal kişilik üzerindeki incelemelerim beni, bu insanların dışkıya duydukları ilgi ve yakınlığın genel olarak, canlı olmayan her şeye karşı duydukları yakınlığın bir parçası olduğu inancına götürdü. Dışkı, artık hiçbir yararı kalmadığı için bedenden dışarı atılan birşeydir. Anal kişilik yaşamı için yararlı olmayan her şeye çekildiği gibi dışkıya da çekilir; böyle bir kişi pisliğe, yararsız şeylere, mala mülke, üretim ve tüketim araçları olarak değil yalnızca sahipolunacak şeyler olarak ilgi duyar. Canlı olmayan şeylere karşı bu çekilmenin nasıl geliştiği sorununa gelince, bu konuda daha pek çok şeyin incelenmesi gerekecektir. Bedensel etkenlerin yanısıra anne-baba kişiliğinin, özellikle annenin kişiliğinin önemli bir etken olduğunu düşündürecek nedenler vardır. Titiz tuvalet eğitiminde direnen, çocuğun boşaltım süreçlerine vb. aşırı ilgi gösteren bir anne baskın bir anal kişiliği olan, cansız ve ölü şeylere karşı aşın ilgi duyan bir kadındır; böyle bir anne çocuğunu da aynı yönde etkileyecektir. Aynı zamanda yaşama sevincinden yoksun, canlandırıcı değil uyuşturucu bir anne olacaktır. Çoğu zaman da annenin bu huzursuzluğu çocuğu yaşamdan korkan, cansız şeylere çekilen bir insan yapacaktır. Başka deyişle anal kişiliğin oluşmasına yol açan şey tuvalet eğitimi, bunun anal libido üzerindeki etkileri değil yaşama karşı duyduğu korku ve nefretle ilgiyi boşaltım süreçlerine yoğunlaştıran, başka birçok yolla çocuğun enerjisini sahipolma ve istifçilik tutkusuna yönelten annenin kişiliğidir.
Bu açıklamadan Freud’un anal kişiliğiyle daha önce anlatılan ölümsever kişiliğin büyük benzerlikler gösterdiği kolayca görülebilir. Aslında bu iki kişilik türü cansız, ölü şeylere karşı duydukları eğilim ve ilgi bakımından niteliksel bir benzerlik gösterirler. Aralarındaki ayrılık yalnızca bu eğilimin yoğunluğundadır. Bana göre Freud’un “anal kişiliği” bu kişilik yapısının zararsız biçimiyse, ölümsever kişilik hastalıklı biçimidir. Bu da anal kişilikle ölümsever kişilik arasında kesin bir sınırın bulunmadığını, bir kişiliğin çoğu kez bunlardan hangisine girdiğini belirlemenin kolay olmadığını gösteriyor.
Ölümsever kişilik kavramında Freud’un libido kuramından kaynaklanan “anal kişilik”le ölüm içgüdüsü kavramını çıkardığı salt biyolojik kurgusu birleştirilmiştir. Aynı bağıntı Freud’un bir yanda “cinsel kişilik” kavramı ve yaşama içgüdüsü kavramıyla öte yanda yaşam-sever kişilik kavramları arasında da vardır. Bunlar Freud’un ilk ve son kuramları arasındaki uçurumu kapatma yolunda atılan ilk adımlardır; ilerdeki araştırmaların bu uçurumu daha da kapatacağını umarız.
Ölümseverliği yaratan toplumsal koşullara dönersek şu soru çıkıyor ortaya: Ölüm sevgisiyle çağdaş sanayi toplumunun ruhu arasında ne gibi bir ilişki vardır? Dahası, nükleer savaş dürtüsü açısından ölüm sevgisinin, yaşama karşı duyulan umursamazlığın önemi nedir?
48
Burada modern savaşı yaratan, çoğu nükleer savaşlar gibi önceki savaşlarda da görülen nedenlerin tümünü değil yalnızca nükleer savaşla ilgili tek bir ruhsal sorunu ele alacağım. Daha önceki savaşların ardında ne gibi nedenler yatarsa yatsın bu nedenler —saldırıya karşı savunma, ekonomik çıkarlar, kurtuluş, şan, belli bir yaşama biçiminin sürdürülmesi— nükleer savaş için geçerli olamaz, insanın ülkesindeki tüm insanların “en azından” yansının birkaç saat içinde kül olup gittiği, tüm kültür merkezlerinin yıkıldığı, geride sağ kalanların ölenlere gıpta edeceği barbarca, acımasız bir yaşam bırakan böyle bir savaştan sonra savunmanın da, çıkarların da, kurtuluşun da, şanın da hiçbir anlamı kalmaz.20
Bütün bunlara karşın nükleer savaş hazırlıkları neden sürdürülüyor, şimdi olduğundan daha yaygın bir biçimde neden karşı çıkılmıyor nükleer savaşa? Çocukları, torunları olan insanların başkaldınp buna karşı çıkmayışlannı nasıl yorumlayabiliriz? Yaşamak için pek çok nedeni olan ya da öyle görünen insanlar, nasıl oluyor da her şeyin yok edilmesini böyle ciddi ciddi düşünebiliyorlar? Bu sorulara birçok yanıt bulunabilir.21 Ancak, bu yanıtların hiçbiri şunlar katılmadan yeterli bir yanıt sayılamaz: insanların her şeyin tümden yokedilmesinden korkmamaları, ya§amı sevmemelerindendir; ya yaşama karşı umursamaz olmalarından ya da giderek çoğunun ölüme çekilmesindendir.
Bu varsayım, insanların yaşamı sevip ölümden korktuklarını, dahası kültürümüzün önceki kültürlere göre insanlara daha çok heyecan, daha çok eğlence sağladığını söyleyen varsayımla bir bakıma çelişir. Öyleyse şunu sormak gerekir. Bizim eğlence ve heyecan dediğimiz şey yaşama sevincinden, yaşam sevgisinden çok başka birşey olmasın?
Bu sorulan yanıtlayabilmek için yaşamseverlik ve ölümseverlik eğilimlerinin daha önceki çözümlemelerine dönmem gerek. Yaşam yapısal bir gelişmedir; bu nedenle yapısı gereği sıkı bir denetim altında olamaz, önceden belirlenemez. Yaşam alanında ancak sevgi, uyarma, örnekleme gibi yaşam güçleriyle etki sağlanabilir. Yaşam ancak tek tek örnekleriyle bir bireyde, bir kuşta, bir çiçekte algılanabilir. “Kitleler”in yaşamı diye bir şey, soyutlanmış bir yaşam yoktur. Günümüzde yaşama yaklaşım gittikçe mekanikleşmektedir. Başlıca amacımız nesne üretmektir; bu nesnelere tapma süreci içinde kendimizi de mala dönüştürürüz. İnsanlar sayılar gibi işlem görür. Burada sorun insanlara iyi davranılıp davranılmadığı (aslında cansız nesnelere de iyi davranılabilir) ya da onların iyi beslenip beslenmedikleri değildir; sorun insanların cansız nesneler mi, yoksa canlı varlıklar mı olduklarıdır. İnsanlar canlı yaratıklardan çok mekanik araçları sevmektedirler. İnsanlara zihinsel-soyut bir biçimde yaklaşılmaktadır, insanlara canlı bireyler olarak değil ortak özellikleri, kitle davranışlarının sayısal kuralları açısından nesne olarak yaklaşılır. Bütün bunlar örgütsel yöntemlerin gittikçe artan etkinliğiyle uyum içindedir. Dev üretim merkezlerinde, dev kentlerde, dev ülkelerde insanlar cansız nesnelcim iş gibi yönetilmektedirler; insanlarla onları yönetenler cansız nesnelere dönüştürülmüştür; cansız nesneleri yasalara uyarlar. Ne var ki insan cansız bir nesne olarak yaratılmamıştır; nesneleşirse yok olur; nesneleşme süreci tamamlanmadan önce de insan umutsuzluğa düşerek yaşamı yok etmek ister.
Örgütsel olarak düzenlenmiş ve merkezileştirilmiş bir sanayileşmede beğeniler öyle oluşturulur ki insanlar en üst düzeyde, önceden belirlenebilen, en çok kâr sağlayan yönlerde tüketim yaparlar, insanların zekâları ve kişilikleri gittikçe daha önemli sayılan testlerle standartlaştırılır; bu testlerle özgün, gözüpek kişilerin yerine ortalama ve silik kişiler seçilir. Gerçekten de Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da başarılı olan örgütsel-sanayi uygarlığı yeni bir insan tipi yaratmıştır; bu insan örgüt insanı, robot insan ya da homo consumens (tüketici insan) diye adlandırılabilir. Bunlara ek olarak bu insana homo mechanicus da denebilir; bu adlandırmayla mekanik olan her şeye aşırı ilgi duyan, buna karşılık canlı şeylere düşman olan araç-insanı anlatmak, istiyorum. Biyolojik ve fizyolojik yapısı insanı öylesine güçlü cinsel dürtülerle donatmıştır ki homo mechanicus bile güçlü cinsel istekler duyar, bir kadını arzular. Ne var ki araç-insanın kadınlara ilgisinin gittikçe azaldığı kuşku götürmez. New Yorker dergisinde yayımlanan bir karikatürde bu, çok eğlenceli bir biçimde belirtilmiştir: Genç hanım müşterisine yeni bir parfümü satmaya çalışan satıcı kız şu sözleri kullanıyor: “Yeni bir spor arabanın koktuğu gibi kokuyor, efendim!” Gerçekten de günümüzde erkeklerin davranışlarını gözleyen birisi bunun yalnızca bir karikatür olmadığını anlayacaktır. Öyle görünüyor ki kadınlardan, sevgiden, doğadan, yiyeceklerden çok spor arabalardan, televizyon ve radyo alıcılarından, uzay yolculuklarından, her türlü araçtan hoşlanan erkeklerin sayısı oldukça kabarıktır; bu erkekler yaşam dolu şeylerden çok canlı olmayan, mekanik şeylerle uğraşmayı severler. Homo mechanicus’ün, birkaç dakika içinde binlerce mil ötedeki milyonlarca insanı öldürebilecek araçlara duyduğu ilginin, bu araçları denetleyebilmekten duyduğu kıvancın, böylesi bir kitle yıkımından duyacağı korku ve üzüntüye ağır basacağını düşünmek olmayacak bir şey değildir. Homo mechanicus gene de cinsel ilişkiden, içkilerden zevk alır. Ama bütün bu zevklerin peşinden mekanik, cansız bir kafa yapısı içinde koşar. Basar basmaz kendisine mutluluk, sevgi ve zevk getirecek bir düğmenin bulunmasını ister. (Birçok erkek, bu düğmeyi nerede bulabileceklerini kendilerine öğretir umuduyla ruhçözümleyicilere koşar.) Kadınlara araba gözüyle bakar; hangi düğmelere basılacağını çok iyi bilir; kadınları heyecanlandırma, “hızlandırma” gücüne bakıp kendine hayranlık duyar, sonra da soğuk, ilgisiz bir gözlemci olarak kalır. Homo mechanicus yaşama katılmak, ona tepki göstermekten çok makinaların kullanılmasıyla ilgilenir. Bu yüzden yaşamı umursamaz olur; büyük bir hayranlık içinde mekanik şeylere kapılır; sonunda ölüme, tümden yıkıma doğru çekilir.
Eğlencelerimizde öldürmenin oynadığı rolü bir düşünelim. Filmler. resimli öyküler, gazeteler heyecan yüklüdür; çünkü yıkım, sadizm ve kaba şiddetle doludurlar. Milyonlarca insan tekdüze ama rahat bir yaşam içindedir — ister cinayet, isterse otomobil yansında ölümcül bir kaza olsun, öldürmeyle ilgili olayları seyretmek ya da öyküleri okumak ölçüsünde hiçbir şey heyecanlandırmaz onları. Bu durum ölüm hayranlığının içimizde ne denli kök saldığını gösteren bir kanıt değil midir? Ya da şu deyimleri düşünelim: “Ölecek gibi heyecanlanmak,” şu ya da bu şeyi “ölürcesine” istemek, birşey ya da birisi uğruna “ölmek”. Bunlara bir de yaşama karşı umursamazlığı gösteren araba kazalannı ekleyelim.
Kısaca söylersek çağdaş sanayi toplumunun bu en belirgin özellikleri —anlıksallaştırma, sayılaştırma, soyutlaştırma, örgütleştirme ve nesneleştirme— nesnelere değil de insanlara uygulandığında artık yaşamın değil mekaniğin ilkeleri olup çıkar. Bu tür bir düzen içinde yaşayan insanlar yaşamı umursamaz olur, giderek ölüme çekilirler. Ama bunun farkında değildirler. Heyecanın verdiği titremeleri yaşamın coşkulan sanır, sahipoldukları, kullandıkları şeyler ne denli çoksa kendilerini o denli canlı sayarlar. Nükleer savaş, “atom bilginlerimiz”in bütün ya da yan yıkım bilançolanyla ilgili tartışmalanna kimsenin karşı çıkmaması, “ölüm gölgesinin dolaştığı vadi”de ne denli ilerlediğimizi gösteriyor.
Ölümseverlik eğiliminin bu özellikleri, siyasal yapılan ne olursa olsun bütün gelişmiş sanayi toplumîannda görülebilir. Bu bakımdan Sovyet devlet kapitalizmiyle özel girişim kapitalizmi arasındaki ortak yanlar, bu düzenleri ayıran özelliklere ağır basar. Her iki düzenin de örgütsel mekanik yaklaşımda ortak yönleri vardır; her ikisi de tümden bir yıkım için hazırlanmaktadır.
Ölümseverlerin yaşamı küçümsemeleriyle hıza ve tüm mekanik şeylere duydukları hayranlık arasındaki yakınlık son yirmi otuz yıl içinde iyice açığa çıkmıştır. Oysa bu durum daha 1909’da Marinetti’nin Fütürizmin Başlangıç Manifestosunda ortaya konmuş ve şöyle özetlenmiştir:
1) Biz tehlike sevgisinin, çalışkanlık ve korkusuzluk alışkanlığının türküsünü çağıracağız.
2) Şiirimizin temel öğeleri gözüpeklik, yiğitlik ve başkaldırma olacaktır.
3) Bugüne dek edebiyat düşünce dolu durağanlığı, kendinden geçmeyi ve uyuşukluğu övmüştür; bizse saldırgan devingenliği, ateşli uykusuzluğu, sekerek koşmayı, takla atmayı, suratları yumruklamayı ve yumruk yumruğa kavgayı yücelteceğiz.
Biz dünyanın görkeminin yepyeni bir güzellikle, hızın güzelliğiyle zenginleştirildiğini ilân ediyoruz. Dörtbir yanı alev kusan yılanlar gibi kocaman borularla donatılmış bir yarış otomobili… şarapnel gibi kayarcasına, kükreyerek giden bir otomobil bizce Semendirek Utkusundan çok daha güzeldir. Yörüngesinde hızla dönüp duran Yeryüzünün hızını direksiyon başında sıfıra indiren insan türküsünü çağıracağız. Şair, ilkel öğelerin taşkın arzularını çoğaltmak için kendini çılgınlığa, görkemliliğe ve bolluğa adamahdır. Kavga dışında güzellik düşünülemez. Saldırganlık olmaksızın bir başyapıt yaratılamaz. Şiir, bilinmeyen güçlere karşı girişilen şiddetli bir saldırı olmalıdır; insanın önünde bu güçlere boyuneğdirmelidir.
Yüzyılların en uç uzantısında duruyoruz biz!… Olanaksızlığın gizemli kapılarını zorlamak varken neden durup da arkamıza bakalım? Zaman ve Yer dün öldüler. Daha şimdiden mutlakla yaşamaya başladık; çünkü sonsuz olan, her zaman, her yerde varolan hızı yarattık.
Biz savaşı —dünyadaki tek sağlık verici şeyi— militarizmi, yurtseverliği, Anarşist’in yıkıcı kolunu, güzel, öldürücü fikirleri, kadının aşağılanmasını yüceltmek istiyoruz. Müzeleri, kitaplıkları ortadan kaldırmak, ahlâkçılığa, kadın haklarına, tüm çıkarcı ve yararcı alçaklıklara karşı savaşmak
istiyoruz.

Erich Fromm
Sevginin Ve Şiddetin Kaynağı

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version