Ana Sayfa Felsefe KENDİNİ SAVUNAN İNSAN: GERÇEK HİÇ BİR ZAMAN ŞİDDET İLE ÇÜRÜTÜLEMEZ – ERİCH...

KENDİNİ SAVUNAN İNSAN: GERÇEK HİÇ BİR ZAMAN ŞİDDET İLE ÇÜRÜTÜLEMEZ – ERİCH FROMM

Aydınlanma düşüncesi, insana ahlaki kurallar geliştirmesi için ne vahiylere ne de kilisenin otoritesine ihtiyaç duymadığını, kendi mantığını rehber olarak kullanabileceğini ve tüm bunların sonucunda iyi ile kötüyü ayırt edebileceğini öğretmiştir. Aydınlanmanın ana fikri olan “bilme cesareti” sözüyle ima edilen ‘bilgine güven’ anlayışı, çağdaş insanın gösterdiği çabalar ve başarılar için bir teşvik olmuştur. İnsanın özerkliğine ve mantığına duyulan ve gittikçe büyüyen kuşku, insanı ahlaksal bir karışıklığa sürüklemiş ve onları hem vahiysiz hem de mantıksız bırakmıştır. Psikolojiyi doğal bir bilim dalı olarak kurma çabasındaki psikanaliz, psikolojiyi felsefe ve ahlak konularından uzaklaştırma hatası yapmıştır. Gözden kaçırılan nokta insan kişiliğinin bireyi bir bütün olarak incelemedikçe, anlaşılamayacağıdır. Buna bireyin varoluş nedenini araştırma ihtiyacı ve onlara uyarak yaşayacağı normları keşfetme ihtiyacı dahildir.*

Kendini Savunan İnsan

Son birkaç yüzyılda bir gurur ve iyimserlik ruhu, Batı kültürünün ayırıcı özelliği olmuştur.
İnsanın doğayı anlama ve ona egemen olma aracı olan akıl ile gurur duyulmuş; insanlığın en tatlı umutlarından biri olan «çok sayıda insan için en çok mutluluğu sağlama» işinin başarılacağı konusunda iyimser davranılmıştır.
İnsanın gururu haklı çıkarılmıştır. O, aklı aracılığıyla içindeki gerçeklikler düşlerdeki, masallardaki ve ütopyalardaki imgelerden daha üstün olan materyalist bir dünya kurmuştur.
Ayrıca insan ırkına onurlu ve üretken bir varoluş için gerekli olan maddesel koşulları sağlayıp güvence altına alacak fiziksel güçleri işe koşmaktadır. İnsan, her ne kadar henüz amaçlarının çoğuna erişemediyse de artık bu amaçlara yaklaşıldığı ve -geçmişin sorunu olan- üretim sorununun ilkece çözülmüş olduğu konusunda kuşkuya yer yoktur. İnsan, tarih boyunca ilk kez şimdi, insan ırkının birliği ve doğanın insan uğruna fethedilmesi düşününü artık bir düş olarak değil de gerçekçi bir olanak olarak algılayabilmektedir. Acaba, o, gurur duymakta kendine ve insanlığın geleceğine güvenmekte haksız mıdır?

Buna karşın, çağdaş insan bir tedirginlik ve giderek artan bir şaşkınlık duygusunu yaşamaktadır. Çalışmakta, çabalamakta ama belirsiz bir şekilde, etkinliklerinin yararsız olduğu duygusuna kapılmaktadır. Madde üstündeki gücü artarken kendi bireysel yaşamında ve toplumda kendini güçsüz hissetmektedir. İnsan doğaya egemen olmak için yeni ve daha iyi araçlar yaratırken bu araçların ağına düşmüş ve onlara anlam veren -asıl amacı- kendini yitirmiştir. Doğanın efendisi olma süreci içinde kendi ellerinin yapmış olduğu makinenin kölesi haline gelmiştir. Maddeye ilişkin tüm bilgisine karşın, insanî varoluşun en önemli ve temel sorunları konusunda bilgisizdir. Çünkü insanın, ne olduğunu, nasıl yaşaması gerektiğini, içindeki sayısız güçlerin nasıl özgürleştirilebileceğini ve nasıl üretken bir şekilde kullanılabileceğini bilmemektedir.

Çağdaş insana has bunalım, siyasal ve ekonomik gelişmemizi başlatmış olan Aydınlanma düşünce ve umutlarından vazgeçmemize yol açmıştır. Gerçek ilerleme düşünü artık çocukça bir yanılsama olarak adlandırılmakta onun yerine insana duyulan tam bir güvensizliği dile getiren yeni bir sözcük, «gerçekçilik» öğütlenmektedir. İnsana son bir kaç yüzyıldaki başarıları için kuvvet ve cesaret vermiş olan ‘insan onuru’ ve ‘İnsanın gücü’ düşüncesine insanın kesin güçsüzlüğü ve önemsizliği inancını yeniden benimsememiz gerektiği görüşü ile karşı çıkılmaktadır. Ama bu görüş, kültürümüzün kendisinden kaynaklanmış olduğu asıl kökleri yok etme tehlikesini taşımaktadır.

Aydınlanma fikirleri insana, geçerli ahlaksal kurallar koyacak bir yol gösterici olarak kendi aklına güvenebileceğini; iyi’yi ve kötü’yü bilmek için kilisenin ne ilâhî ilhamlarına ne de kudretine ihtiyacı olmadığını; bu konuda kendi kendisine dayanabileceğini öğretmişti. Aydınlanma’nın «bilmeye cesaret et» deyip «bilgine güven» düşüncesini dile getiren savsözü, çağdaş insanın çeşitli çaba ve başarıları için bir uyarıcı olmuştu.

İnsanın özerkliği ve insan aklına ve ilâhî ilhamın rehberliğinden yoksun bırakılınca, ahlaksal bir kargaşa yaratmıştı. Bunun sonucu, değer yargılarının ve etik normların izafî tercih ya da keyfi seçimler olduklarını ve bu alanda nesnel geçerliği olan önermeler dile getirilemeyeceğini öne süren göreceli tutumun benimsenmesi oldu. Ama insan, değerler ve normlar olmaksızın yaşamayacağına göre, bu izafiyetçilik onu kolayca akıl dışı değer sistemlerinin avı yapmaktadır. O, Grek Aydınlanmasının, Yeniden Doğuş’un (Rönesans) ve on sekizinci yüzyıl Aydınlanma’sının çoktan aşmış olduğu bir tutuma yeniden geri dönmektedir. Böylece, güçlü liderlerin büyülü nitelikleri, güçlü makineler ve materyalist başarı için duyulan coşkunluk, insanın normlarının ve değer yargılarının kaynakları olmuştur.

Bu işi böylece bırakacak mıyız? İnanç katılığı ve izafiyetçi esneklik arasındaki seçeneğe razı olacak mıyız? Ahlak felsefesine ilişkin sorunlarda aklın aradan çekilmesi görüşünü onaylayacak mıyız? Özgürlük ve kölelik, sevgi ve nefret, doğruluk ve yanlışlık, tutarlılık ve fırsatçılık, yaşam ve ölüm arasında yapacağımız seçimlerin yalnızca pek çok tercihlerin sonuçları olduğuna inanacak mıyız?

Gerçekte bir başka seçeneğimiz daha var: Geçerli ahlaksal normlar yalnız ve yalnız insan aklï tarafından oluşturulabilirler. İnsan, akïldan türetilen tüm öteki yargılar kadar geçerli olan değer yargılan verme ve bu tür yargıları kavrayabilme yeteneğine sahiptir. İnsancı (hümanist) etik düşünce geleneği, insan özerkliği ve aklïna dayanan değer sistemlerinin temellerini belirlemiştir. Bu sistemler, ‘insan için iyi ya da kötü’nün ne olduğu bilmek istiyorsak insan doğasını bilmek zorundayız’ öncülü üstüne kurulmuşlardır. Onlar, bu nedenle, aynı zamanda ruhbilimsel araştırmalardır.

Eğer hümanist etik, insan doğası bilgisi üstünde temelleniyorsa, modern ruhbilim, özellikle de psikanaliz, insancı (hümanist) etiğin gelişmesi için en güçlü uyarıcıdır. Ama psikanaliz insana ilişkin bilgilerimizi büyük ölçüde arttırmış olduğu halde, insanın nasıl yaşaması ve ne yapması gerektiği konusundaki bilgilerimizi arttırmamıştır. Psikanalizin ana işlevi «putları kırmak», değer yargılarının ve etik normların akïl dışı -ve çok kez de bilinçdışı- istek ve korkuların akla uygun anlatımları olduklarını ve bu yüzden nesnel geçerlilik savında bulunamayacaklarını göstermek olmuştur. Bu putları kırma işlevi, kendi basma çok değerli bir işlev olduğu halde, salt eleştiri olmaktan öteye geçemediği zaman çok kısır kalmıştır.

Ruhbilimi doğal bir bilim olarak kabul ettirme girişiminde bulunan psikanaliz, onu felsefe ve etiğin sorunlarından ayırmak gibi bir yanlışa düşmüştür. İnsana bütünlüğü içinde bakmadığımız takdirde insansal kişiliğin anlaşılmayacağı gerçeğini bilmezlikten gelmiştir. Söz konusu edilen insan bütünlüğü, onun varoluşunun anlamı sorusuna bir yanıt bulma ve kendilerine göre yaşamak zorunda olduğu normlar keşfetme gereksinmesini de içermektedir.

Freud’un «ruhbilimsel insanı» (homo psychologicus) en az klasik ekonominin «ekonomik insanı» (homo economicus) kadar gerçekçi olmayan bir yapıdır. Değerin ve ahlaksal çatışmaların doğasını kavramadan, insanı ve onun duygusal ve düşünsel tedirginliklerini anlamak olanaksızdır. Ruhbilimin gelişmesi «doğal» olduğu öne sürülen bir alanı «nefsanî» olduğu öne sürülen bir alandan ayırmak ve dikkatleri ilkine toplamakla değil; insanı fiziksel-ruhsal bütünlüğü içinde ele alan; insanın amacının ‘kendi kendisi olmak’ ve bu amaca erişmenin koşulunun ‘insanın kendini savunması ‘olduğuna inanan büyük insancı etik geleneğe geri dönmekle sağlanabilir.

Bu kitabı hümanist etiğin geçerliliğini yeniden teyid etmek; insan doğasına ilişkin bilgimizin bizi etik göreciliğe götürmediğini; tersine, etik eylem normlarının kaynaklarının insan doğasında bulunabileceği inancına yol açtığını göstermek amacıyla yazdım. Ahlaksal normlar insanın doğuştan nitelikleri üstünde temellenirler. Bu normların çiğnenmesi düşünsel ve duygusal bölünmelerle sonuçlanır. Ben, olgun ve tutarlï bir kişiliğin özyapısının ortaya çıkaran «erdem»in temelini ve kaynağını oluşturduğunu; kötülüğün ise son tahlilde insanın kendi ben’ine kayıtsızlığı ve kendi kendisini sakatlaması olduğunu göstermeye çalışacağım. İnsancı (hümanist) etiğin en yüksek değerleri, ne kendinden vazgeçme ne de bencillik değil; ama kendini-sevme; bireyin reddedilmesi değil, ama gerçek insanî ben’inin onaylanmasıdır. Eğer insan, değerlere güvenecekse hem kendini hem de doğasının iyilik ve üreticilik konusundaki yeteneğini bilmek zorundadır.


*Önsöz

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version