Ekim Devrimi Sonrasında Sovyetler Birliğinde Kadınlar – Özden Dilber (1987)

Ekim 1917’de, Rus işçi sınıfı iktidarı aldığı zaman önündeki çözmesi gereken sorunlardan biri, hiç kuşkusuz kadını köleleştiren aile yapısını ve toplumsal işbölümünü değiştirmek, hatta deyim yerindeyse kadını köleleştiren toplumsal değerleri başaşağı getirmekti.

Devrimin siyasi liderleri, yeni bir toplumun inşasına girişirken kadının kurtuluşu ve ailenin parçalanmasına çağlarının ilerisinde bir öncelik tanıyorlardı. (Ancak işçi sınıfı hareketinden bağımsız bir kadın hareketinin yokluğu neticesinde, bu iyi niyet yetersiz kalacak ve değişen siyasi iktidarla beraber verilen haklar geri alınacaktı.)

Genç işçi devleti ilk yazılı yasasını kadına ve aileye ilişkin çıkardı (17 Ekim 1918). Gerçi, 1917-18 yıllarında Sovyetler yasama niteliğinde pek çok kararlar almıştı; ama bunlar bir bakıma sistemleştirilmek istenmeyen, sınanması gerekli görülen kararlardı. Aile yasasının ilk yasa olarak çıkışının yeri ve anlamı büyüktü. Çarlık Rusyasında yalnızca Ortodoks evlilikleri resmî idi, dolayısıyla farklı din sayılarına göre farklı evlilik statüleri oluşuyordu. Bu yüzden aile yasasının beklemeye tahammülü yoktu. Ama bu acelenin tek ve asıl nedeni Çarlık hukuk sistemindeki bu çarpıklığı düzeltme ihtiyacı değildi. Sovyet yönetimi aile sorununa öncelikle ele alınması gereken bir sorun olarak bakıyordu. Bu nedenledir ki; Sovyet hukuk sisteminde medeni kanundan bağımsız bir aile kanunu mevcuttur.
17 Ekim 1918’de çıkartılan Aile Yasası ile eşler birbirine eşit kabul ediliyordu. Evlilik basit bir kayıt işlemine indirgenmişti. Eşler istiyorlarsa kendi soyadlarını koruyabiliyorlardı. Boşanma eğer eşlerin karşılıklı rızası söz konusuysa mahkeme kararı olmaksızın, eğer tek taraflı istek varsa mahkeme müdahalesiyle gerçekleşiyordu. Kadının maddi yaşam koşullarını sürdürme konusunda eşit durumda olmayışını gözönüne alan yasa, mahkemelerin kadın lehine karar almasını öngörüyordu. Mal varlıklarının ayrılığına dayalı bir evlilik rejimi öngörüyordu. Çocuklar ise ister evlilik dışı, ister evlilik içi olsun eşit haklara sahiptiler.
Aynı yasanın 140-144. maddeleri evlilik dışında hamile kalan kadının, eğer isterse doğumdan en az üç ay önce hamile kaldığı tarihi, babanın ad ve adresini bildirip çocuğu resmen kayda geçirmeyi talep edebileceğini bildiriyordu. Aynı hak evli bir kadının kocasından başka bir erkekten hamile kalması halinde de geçerli sayılıyordu. Eğer baba adayı bu duruma itiraz eder ve söz konusu dönemde kadının başka erkeklerle birlikte olduğunu İspat ederse, bu takdirde çocuğun sorumluluğu diğer bütün erkekler tarafından paylaşılacaktı. 1920’de ise kürtaj yasallaşacaktır. Böylece Sovyet kadını çocuk sahibi olup olmama konusunda ve kendi bedenine sahip çıkma konusunda söz sahibi oluyordu.
Aynı dönemlerde ise önemli bir diğer karar eşcinsellerle ilgili. Moskova Sağlık Enstitüsü Müdürü Dr. Batkiz, 1923 yılında yayınlanan Rusya’da Cinsel Devrim adlı kitabında şöyle diyor. “Sovyet kanunları şu ilkelere dayanır: Devlet ve toplum hiç kimse incinmedikçe ve başkalarının isteklerine tecavüz edilmedikçe eşcinsellik konusunda bir yasaklama getiremez.
Devrimi izleyen altüst oluşların ve İç Savaş’ın kargaşası içersinde kadın ve aile konusunda bir yandan kararlar ve yasalar çıkıyor, bir yandan da ailenin, dolayısıyla kadının görevlerini topluma aktarmak, kadını ev işlerinden kurtarmak amacıyla kantinler, kreşler, çamaşırhaneler açılıyordu. SB/CP’nin 1919’da kabul edilen programında şöyle deniyordu: “Şu anda partinin görevi özellikle proletarya ve köylülüğün geri olduğu alanlarda eski eşitsizliğin ve kalıntıların izlerini yok etmek için eğitim konusunda çalışmaktır. Resmî kadın eşitliği ile yetinmeyen parti, toplu yemekhaneler, merkezî çamaşırhaneler, çocuk bakımevleri kurarak kadınları ev işlerinin maddi sorumluluğundan kurtarmaya çalışmalıdır.”
Troçki SBKP programının bu yaklaşımını Eski Aileden Yeni Aileye başlıklı yazısında şöyle açımlıyordu. “Sovyet devletinde erkek ve kadınların siyasal eşitliği, problemlerden biriydi ve en basitiydi. Onu daha güç bir problem izledi: Kadın ve erkek işçilerin fabrika, atölye ve sendikalarda eşitliğini sağlamak ve bunu erkeklerin kadınlara zarar veremeyeceği şekilde yapmak. Ne var ki kadın ve erkeğin aile içinde fiili eşitliğini sağlamak çok daha fazla çaba gerektiriyordu. Bunu gerçekleştirmeden önce tüm evcil alışkanlıklarımızda devrim yapmak gereği vardır ve besbelli ki aile içinde erkekle kadın arasında hem normal anlamda hem de hayat şartları açısından fiili bir eşitlik olmadıkça, böyle bir eşitlikten sosyal çalışmalarda veya politikada olsun ciddiyetle söz etmek yersizdir. Bir kadın ev işlerinde kösteklenip, ailenin bakımına, yemek ve dikiş işlerine saplanıp kaldıkça onun tüm sosyal ve politik hayata katılma şansı daha baştan dumura uğramıştır.”
Ancak bütün bu çabalar Rusya gibi nüfusu hayli kalabalık ve geri bir ülkede okyanusta bir su damlası gibi kalıyordu. Unutmamak gerekir ki, yoksul ve gelenekleri bir hayli tutucu, gerici bir ülkede sosyalizm inşası söz konusuydu. Zaten yetersiz ve sınırlı olan toplu çamaşırhanelerde hırsızlık olayları alıp başını gitmişti, yeni Aile Yasası kadınların lehine ağırlık kazanması gerekirken, bundan yararlanan gene erkek oluyor, kadınlar eski geleneklerle, yeni toplumun getirdiği haklar karşısında bocalayıp duruyordu. Kadının kurtuluşu için nesnel koşullar mevcuttu. Ancak, kadınlar kendi ezilmişlik konumlarını aşmak için ne mevcut imkanları kullanabildiler, ne de verilen hakları ileriye götürebildiler.

Yeni değer yargılarının toplumsal boyut kazanması epey sancılı oluyordu. Kadınlar ve erkekler yeni konumlarını kavramaya çalışırken yeni bir aile yasası daha yürürlüğe girdi (1926). Yeni yasa kadınların iş bulma ve maddi yaşam koşullarını daha bir iyileştirme imkanlarını yaratırken, evlilik durumuna da daha bir yenilik getiriyordu. Unutmamak gerekirdi; 1926’lar NEP’in uygulamasıyla ekonomide görece de olsa bir rahatlık meydana getirmişti. Bu yeni yasanın oluşmasında kuşkusuz bu görece ferahlamanın etkisi vardı.

Yeni yasayla boşanma konusunda da bir kolaylık geliyordu. Daha önce eşlerden birinin rızası olmadığı takdirde boşanma yetkisi mahkemeye kalırken, yeni yasa eşlerden birinin isteğini bile boşanma için yeterli görüyordu. Birliktelik süresince kullanılan/edinilen mal varlığı veya tasarruflarda eşlerin eşit ortaklığı kabul ediliyordu. Çalışan kadın tekrar işe alınma gerekçesiyle doğum öncesi ve sonrası toplam 16 hafta süreyle izinli sayılıyor ve bu süre içinde ücretini kesintisiz alıyordu.
Ancak ekonomik durumda zorluklar başgöstermeye başlamıştı. Devletin harcamalarını kısması, tasarruf yapması zorunluydu. Tabii ilk tasarruf ailenin işlevini topluma aktarmak üzere yapılan yatırımlardan (aşevleri, çamaşırhaneler vs.) oldu. Böylece işgücünün yeniden üretimi tıpkı kapitalist toplumda olduğu gibi aileye, dolayısıyla kadının sırtına yüklenmeye başlamıştı bile. Bir yandan da kadın dışarda çalışmak zorundaydı. Diğer yandan eğer işten çıkarmalar söz konusu ise ilk işten çıkarılan, kocası çalışan kadınlar oluyordu. Böylece kadının eve dönüşü başlamıştı. Tabii bu duruma teorik kılıf bulunmakta gecikilmedi. 1934 yılında Stalin, 17. Kongre’ye sunduğu raporda kadını “anne ve işçi” olarak tanımlıyordu ilk defa. Artık kadınların asli görevi anne olarak gelecek nesilleri eğitmekti. Geriye dönüşün 2. sonucu ise eşcinsellikle ilgili oldu: Eşcinsellik toplumsal suç ilan edildi.
27 Haziran 1936. Kadınlar adına yüzkarası bir yasa yürürlüğe girdi. Kürtaj yasaklandı. Böylece kadının cinsel özgürlüğüne ve kendi bedenine sahip çıkma hakkına önemli bir darbe iniyordu. Yine aynı günlerde kabul edilen anayasa ilk kez “Sovyetik aile” kavramını kullanıyordu. Ve yeni yasayla devlet aileyi korumayı taahhüt ediyordu. Devlete karşı işlenen suçlar arasına “analık itibarını alçaltma” da dahil oldu. Törenle evlenme geleneği tekrar ortaya çıktı. Bürokratlar artık sosyalizmin gerçekleştiğini ilan ederken, sokaklarda vücudunu satan kadınların sayısı hızla artıyordu; aileye dönüşün bir diğer yüzü de fuhuştu. Kırılmaya çalışılan ailenin parçaları tekrar yapıştırılmaya çalışılırken, kadın da iyi anne olmaya hazırlanıyordu. Rüzgar ters yönden esmeye başlamıştı bir kere.
Bu rüzgarın getirdiklerinden biri de nafakadır. Kendini sosyalist ilan eden bir toplumda ise böylesine bir “hak”dan söz etmek abesle iştigal etmek olacaktır. Ama bir yandan kendine sosyalist diyen, diğer yandan da yasal evliliği şart koşan ve aileyi devlet güvencesine sokan bir idare için nafaka bir haktır gerçekten.
Yıl 1944’lere geldikçe –savaş vb. sebeplerle- durumun kadın açısından daha da vahim bir hal aldığını görüyoruz. Evlilik bir devlet memurunun önünde gerçekleşirken, boşanmak neredeyse imkânsız bir hale gelmişti. Halk mahkemeleri ayrılmak isteyenleri ikna etmekle görevlendirilmişti. Boşanma kararı alma yetkisi yoktu. Eğer ikna sağlanamıyorsa, üst mahkeme devreye giriyor, eşlerin boşanıp boşanmayacaklarına karar veriyordu. Çoğu zaman ikna için bir süre tanınıyor, ancak bu süre ikna gerçekleşmediği sürece uzayıp gidiyordu.
Böylelikle artık, değer yargılarında ve ahlak anlayışında kesin bir altüst oluştan söz edilebilinir. Devrimin ilk yıllarında kilise töreniyle evlenenler partiden İhraç ediliyorken; cinsel özgürlüğü “komünist ahlak”a aykırı sayan, evlilik dışı çocuk doğuran anneyi, ahlaksız olarak nitelendiren, komsomolları (gençlik örgütleri) eşcinsel ilişkiler yaygınlaşıyor gerekçesiyle kapatan bir zihniyet söz konusudur artık. Aynı zihniyetin bir yüzü de “analık sevinci” kavramı ve;”analık madalyası” (7 çocuğa bir madalya) dağıtımında ortaya çıkıyordu: Geriye dönüşe, kadının eve dönüşüne bir taç oturtulmuştu adeta.
Kruşçev’le başlayan “destalinizasyon” hareketinin peşi sıra gelen serbestleşmeler bir yönüyle kadınlara da değmiştir. Bunun en önemli ürünü kürtaj yasağının 20 yıl sonra kalkmasıdır. 23 Kasım 1955’de çıkarılan kanun, her ne kadar sonuçta kadının bedensel özgürlüğüne önemli bir katkı getiriyorsa da, ideolojik bakımdan önceki dönemi aratmayan bir içeriğe sahipti. Bu yasada “Sovyet devletinin analığın teşviki ve çocukluğun korunması yönünde tedbirler” hatırlatılırken, “kadınların durmak bilmeyen bilinç ve kültürel gelişiminin ve ekonomik hayatın her alanında aktif katılımının sonucunda yasal kürtajların yasaklanmasının çağımızda kabul edilemez bir tutum” olduğu vurgulanıyordu;

Bugün hâlâ SSCB’de doğum kontrol imkanları yetersiz ve kürtajlar kadın sağlığı açısından kötü koşullarda yapılıyor. Bugün Sovyet kadınının gerçeği şudur: Hem evde, hem işte çalışmak zorundadır. Ancak kadının çalıştığı alanlar erkeklerin tercih etmedikleri, analık sosyal fonksiyonunun sürdürüldüğü hemşirelik gibi, öğretmenlik gibi meslekler veya hizmet ve ticaret sektörleridir. Buna karşılık partinin veya devletin yönetim kadrolarında kadın sayısı yok denecek kadar azdır. Hamile kadının 1959’da yürürlüğe giren bir kanuna göre izinli olduğu sürede aldığı ücret ortalama ücret bazından hesaplanmaktadır. Bu kanunun belirleyici yanı ücretin azlığından ziyade konunun cinsiyetçi içeriğidir: Hamilelik süresince normal ücretin altında bir ücretin verilmesi, kadınlık fonksiyonlarının kadına geri çevrilen bir silah haline getirilmesidir.
1934’de hem işçi hem anne olarak ilan edilen Sovyet kadını günümüzde yalnızca anne olması için devletten her türlü desteği görüyor. Gününün 4-5 saatini harcamak zorunda olduğu ev işlerine daha çok zaman ayırabilmek için part time işleri tercih etmesi İsteniyor. Part time işlerde saat ücreti daha düşük. Erkek içinse ev, Antony Barnett’in de aktardığı gibi, 3 “T” demek. Ta- poçka (Terlik), Taçta (Sedir), Televisor (Televizyon).
Sonuç olarak; Sovyet kadını kendisinin karar vermediği bir rejimin istikrarı için, erkekler tarafından alınan kararların uygulayıcısı hatta taşıyıcısı durumunda. Ekim Devrimi ona kendi kurtuluşu için maddi ve ideolojik imkanları sunmuştu. Sovyet kadını bu imkanların farkında mı? Yalnızca kendi çıkarları için, kendi konumunu değiştirmek için, içinde yaşadığı cinsiyetçi sisteme karşı bir feminist hareket düşünüyor mu? Veya feminizmden ne anlıyor? “Biz feminizmle ilgilenmiyoruz, şu günlerde biraz daha kadınsı olmak istiyoruz.” Oysa ki, Sovyet kadını hâlâ birçok kapitalist ülke kadınından daha yakın kurtuluşa; bugün cinsel baskıya, erkek egemenliğine karşı bilinçli ve bağımsız mücadelesi kurtuluşu için tek koşuldur; belki de başka özgürlüklerin başlangıcı olur bu.

Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi [ Cilt: 3 Sayfa: 730-731]