Ana Sayfa Edebiyat Edebiyat Eleştirisinde Postmodernist Yönelimler

Edebiyat Eleştirisinde Postmodernist Yönelimler


Doksanlı yıllar dönümünde Türk edebiyatında yayılım alanını genişletmeye başlayan postmodernist/avangardist edebiyat ürünleri, Türk edebiyat eleştirisinde çok yönlü gelişmelere neden olur. Özellikle, her romanında alışılmamış kurgu teknikleri uygulayan Orhan Pamuk’un Kara Kitap (1990), Yeni Hayat (1996) ve Benim Adım Kırmızı (1998) romanlan çevresinde yeni estetiğin ana ilkelerini sorgulayan, giderek edebiyat dışı alanlara kayan polemik ortamları oluşur.

Orhan Pamuk’un romanlarının böylesine sarsıntı yaratan bir edebiyat ‘kavgasına’ yol açması, özde Türk edebiyatında güçlü yandaşları olan geleneksel estetiğin savunmakta olduğu ölçütlerin, avangardist ürünlerde yerini tümüyle farklı bir sanat anlayışına bırakmasından kaynaklanmaktadır. Geleneksel ideolojik/ahlaksal ölçütlerle donatılmamış, tekil/bütüncül bir anlamın odak alınmadığı ve çoğu kez de kendine dönük ’üstkurmaca’ düzlemde oluşan bu çokkatmanlı/açık metin dokuları, özellikle toplumcu eleştiri çevresinden yoğun tepki alırlar. Bu görüşe göre, tüm değerleri karşısına alan, “insansız” metinlerdir bunlar, karmaşık dokuları, uzun tümceleri, birbiriyle ilintisiz görünümdeki metin adalarıyla bütüncül metin dokusunu bozmakta olup, sanatsal açıdan değersizdirler.

Yeni edebiyat estetiğindeki bu yol ayrımı, altmışlardan bu yana dünya genelinde çok yönlü tartışmaları da beraberinde getirir. Altmış sonlarına doğru, Almanya’da ’estetik ve ahlâk’ ilişkisi ve edebiyatın toplumsal sorumluluğunu odağa alan ve başrolde ünlü germanist Emil Staiger’in bulunduğu, daha sonra Leslie Fiedler’in de rol aldığı ünlü tartışma, ya da 1990’da Christa Woolf’ün bir anlatısı çevresinde oluşan ve edebiyat estetiğinin özerkliğini konu alan polemik, kaynağını hep aynı paradigma değişikliğinden alır.

Artık bir eleştirmenin bütüncül/soncul bir anlam çerçevesinde ’yorum’ getirmesinin olanaksız olduğu bu kaygan dokulu metinler, edebiyat eleştirisi geleneğinin temeli konumundaki ’yorumsamacılık’ın işlevini sorunsallaştırır. Yalnızca edebiyat estetiği değerleri değildir köktenci bir biçimde sorgulanan; Batı düşüncesinin ’anlam’ı ve ’aklı’ tanrısallaştıran yaklaşımı, 20. yüzyılın son on yıllarında postyapısalcıların, kendilerine göre güçlü kanıtlar eşliğindeki saldırılarının hedefi durumuna gelir. Lacan, bilinçaltı incelemelerinde anlamı sorguluyordur, Yapıbozumcu Derrida ise Batının tez-antitez üzerine kurulu eytişimsel ana kültür temelini “buyurgan bir hiyerarşi”” olarak tanımlıyor, Söz konusu yapıyı yıkmayı ana amaç olarak görüyordur.

İletişim teknolojisindeki devrimin başı çektiği gelişmeler zinciri; düşünürü de, sanatçıyı da, eleştirmeni de, tüm geleneksel değerlerin/ideolojilerin/kuramların sorgulandığı, geleneksel tinsel içeriğin ’yapıbozuma’ uğratıldığı, yeni bir dünya ile karşı karşıya bırakır.

Bu gelişmelerin ışığında 20. yüzyılın son çeyreğindeki eleştiri eğilimlerine damgasını vuran postyapısalcılar, geleneksel eleştiride Logos’un/anlamın taşıyıcısı konumundaki edebiyat-bilimsel inceleme birimlerini ters-yüz ederler: Metin artık bir anlam taşıyıcısı değildir onlar için, yazar ise anlamın üreticisi olma özelliğini yitirmiş, kahraman/özne ortadan kalkmış, öykü ise anlamlı/bütüncül bir örgü olmaktan çıkmıştır. Yeni anlayışa göre, metnin anlam alanı sonsuz bir devinim içindedir; okur ancak metinle karşılaştığı anlam an’ını dizginleyebilir; o da sonsuzluk içindeki anlardan yalnızca biridir. Bu anlayış geleneksel yorumsamacılığın da sonu demektir. Susan Sontag’ın otuz yıl önce kaleme aldığı ünlü denemesinin adı “Against Interpretation” (“Yoruma Karşı”) başlığını taşır. “Eleştirinin işlevi yapıtın ne anlama geldiğini göstermek değil, ’nasıl bir şey olduğunu’, hatta onun ’o şey olduğunu’ göstermek olmalıdır (…) Sanatta gereksinme duyduğumuz şey, yorumbilim yerine sevgibilimdir.”

Yorumsamacılıktan kopuş, ilk kez “metne dönük’ eleştiri yöntemlerinde kendini göstermeye başlar; yapısalcılık ve göstergebilimde vurgu kazanır. Metni soncul bir anlamın taşıyıcısı olarak görmeyen ’alımlama estetiği’ ise edebiyat eleştirisinde, anlamı tümüyle göreceleştirerek yok eder. Son on yıllarda kendisine çok sayıda yandaş bulan bu eğilime göre, anlam metin ile okuyucunun ortak etkinliğinin bir ürünüdür; her okur kendi anlamını özgürce kendi üretir ve bu ’yaratıcı’ bir edimdir.

Üretilen anlamların hepsinin geçerli oluşu ise, yorumsamacılığı, yâni tek/bütüncül/soncul bir anlama ulaşma ve yol gösterme/bilgilendirme/öğretme savındaki geleneksel eleştiriyi kendi içinde çökertir. Postmodern estetikle ilgili çığır açıcı makalesinde Leslie Fiedler, “eğer eleştiri hayatta kalmak; yararlı, önemli, yaşama dönük olmak ve bu konumunu sürdürmek istiyorsa, köktenci bir biçimde değişime uğramak zorundadır,” der. Fiedler’a göre, bilimsel tonlamanın dışında bir sese sahip olması gereken yeni eleştirinin “kendisi doğrudan ’sana’ olacak (…) sanat yapıtı, yeni bir sanat yapıtı yaratmak için bir araç olacaktır”.

Doksanlı yıllarda Türk edebiyat eleştirisinde ortaya çıkmaya başlayan kimi ürünler, yukarıda sözünü ettiğimiz eleştiri anlayışıyla belirgin koşutluklar içerirler. Yorumsamacı yaklaşımın dışında, kendini eleştiri objesinin büyüsüne kaptırmış, yaratarak varolmaya çalışan yeni bir eleştiri anlayışıdır bu. Eleştirmen ne ’New Criticim’ yanlıları gibi kendini yok etme pahasına kurtuluyordur yorumsamacılıktan, ne de yaratıcı/sanatsal olan ama yo-rumsamalığı ana erek olarak gören izlenimciler gibi davranıyordur. Edebiyat eleştirisinde yaşanan ikinci ama daha köktenci bir paradigma değişikliğidir bu, doğrudan eleştiri kurumunun ontolojik kökenine yöneliktir; yorumsamacılıktan yaratıcılığa dönüşen bu köktenci değişimde eleştiri, “meta-eleştiri’ olur.

Bu yeni eleştiri anlayışı; Semih Gümüş, Orhan Koçak, Nurdan Gürbilek, Dilek Doltaş ve Yıldız Ecevit’in doksanlı yıllarda edebiyat üzerine yazdıkları kimi araştırma/eleştiri/deneme yazılarında/kitaplarında kendini gösterir. Yukarıda adı geçen yazarların ortak özellikleri; yorumsamacılığa uzak duruşları, eleştiriyi bir yeniden yaratma süreci olarak görmeleri ve yeni edebiyat oluşumları/eğilimleri ile ilgili teknik donanıma sahip olmalarıdır denebilir.

Semih Gümüş, “eleştiriyi de bağımsız bir edim, dolaysız ve kendisi için varolabilecek bir yazınsal yaratım olarak”” gördüğünü, “yoksa (eleştirinin/YE) nesnesi karşısında etkinliğinden söz edileme(yeceğini)” söylemektedir. Adalet Ağaoğlu’nun “Hayır…” romanı ile ilgili çalışmasının önsözü, “Bir Yaratıcı Okuma Serüveni” başlığını taşımaktadır: Gümüş’ün amacı, “Hayır…’ın yarattığı büyük dünyaya kendince bir başka dünya kurarak karşılık vermek(tir)”. Yazma ediminden söz ederken; bir sanatçı gibi konuşuyordur Gümüş; “ancak yaşanarak anlaşılabilecek, tanımsız bir tutkudur” bu edim onun için.

“Başkaldırı ve Roman”ın ilk bölümünde, çalışmasında odağa aldığı “Hayır…” romanının ana izleği ’intihar’ olgusundan yola çıkarak, edebiyat tarihinde yolu intiharla kesişmiş yazarlar/kurmaca kişiler arasında dolaşır; inceleme objesi olan romandan neredeyse bağımsızlaşarak ’intihar’ çevresinde dokunmuş yeni bir metin’ ’üretir’. “Romantik Bir Viyana Yazı “ndaki çözümlemede de aynı yöntemi kullanır Gümüş; “hem romandan yola çıkıp, hem de ondan bağımsız biçimde değerlendirilebilecek sorunları temel alıyordu(r).” Gümüş, eleştirisinin “yol gösterici değil, yollar arayan bir eleştiri” olduğunu söylüyordur; amacı, “ken-di(n)e özgü bir çözümleyici eleştiri dünyası kur(maktır).” Öykü ve roman üzerine yoğunlaştırdığı çalışmalannda, avangardist edebiyat kuramlarıyla yakın ilişkisini kanıtlayan dilbilim/yapısalcılık/yapıbozumculuk/alımlama estetiğine özgü sözcük dağarcığı kullanır Gümüş. Bu kuşak yazarlarının çoğu gibi, onun ‘denemeciliği’ de, araştırmanın/alt yapının ürünüdür.

Orhan Koçak’ın, Orhan Pamuk’un Kara Kitap romanı üzerine yazdığı seksen sayfalık uzun metin, postmodernist eleştirinin Türk edebiyatındaki en çarpıcı örneklerinden biridir. Eleştiri nesnesiyle kurduğu ilişkiyi şöyle anlatır Koçak metninde : “Bu hikâyeden tat alabilmek için işaretlerin görünürdeki anlamının ötesinde başka bir şey aramak gerekmez, başka bir deyişle; öykünün yüzeydeki öğelerinin oynaşmasına, birbirine bağlanarak yeni kombinasyonlar oluşturmasına kendimizi bırakmak yeterlidir. Yorum oyundur, bestecinin bize sunduğu notaları birbirine bağlamak, partisyonu seslendirmektir; ama bu notaların ardında bir anlam aramak ya da bu notaları sahici sanmak abestir.” Eleştiriyi ’oyun’la koşutlar Koçak; eleştiri ediminde bir sanatçı davranışıdır onu yönlendiren.

Koçak’ın Kara Kitap eleştirisinin bir özelliği de, eleştiri metninin kimi bölümlerde yazarının okuma ediminin ve yorumlama sürecinin de öyküsünü içermesidir. Kimi yerde Koçak, ’sevgili okur’ diye, metninin (ve romanın) okuruna yönelir. Metnin kendisini anlatması/bağımsızlaşması, kurmaca çerçeveyi kırıp dış dünyaya yönelmesinin anlatı edebiyatında ’üstkurmaca’ diye adlandırıldığını düşünürsek, Koçak’ın eleştiri metninin de, bu anlamda bir ’üstkurmaca’ eleştiri metni olduğunu söyleyebiliriz.

Kurmaca metni ilk okumasında, ona fenomenolojik düzlemden yaklaştığını söyler Koçak; kendini yapıta teslim etmekten, onun buyruğuna girmekten söz eder; önce yapıtın yaklaşmasını ve dokunmasını beklemek gerekir Koçak’a göre; kuramın ise ikincil düzlemde rolü vardır onun eleştirisinde. Koçak’ın eleştirisi, güçlü bir zekânın, edebiyat-bilimsel/düşünsel altyapının ve sanatçı duyarlılığının ürünüdür.

“Bir metin, uygun okuyucu için bir dönüşüm yaşantısı olmak ister.” Nurdan Gürbilek’in denemeleri, Umberto Eco’nun yukarıdaki sözüyle bütünleşir. Gürbilek, eleştiri anlayışını şöyle özetler : “Ben de bu yazılarda denemenin imkânlarını kullanarak, hem ele aldığım metinleri eleştirel bir mesafeden okumaya çalıştım, hem de kitabın bende harekete geçirdiği iç deneye yer açmayı denedim. Yani metinlerin dışına çıktım (…) ben de yazıyor olduğuma göre, bunun sıkıntıyla, bunun oyunla, bunun yoklukla ilişkisine yer verdim.” Postmodernist kuramcılardan Ihab Hassan’ın “(metin/YE) yazılmak, değiştirilmek, yanıtlanmak, yaşama dönüştürülmek ister,” dediği şeydir bu. Nurdan Gürbilek’in çalışmaları, son kuşak eleştirmenlerinin ortak özelliklerini taşır; eleştiriyi ’oyun’la/sanatla koşutlayarak, iç deneyimlere yer vererek metni dönüştürür, yeni bir metin kurar. Bunu yaparken, izlenimcilerden farklı bir tablo sergiler Gürbilek; salt öznelliğin ve yaratıcılığın büyüsüne kapılmaz, biçimsel öğelerin üstüne giderek, alanındaki kuramsal/kültürel birikimle, araştırmayla bütünleştirir metnini.

Bu araştırmanın yazarı Yıldız Ecevit’in 1995’ten sonraki metinlerde görülen postmodernist/postyapısalcı eğilimler, onu, son kuşak yazarlarıyla bir ortak paydaya taşır. Ecevit, Orhan Pamuk’u Okumak başlıklı kitabında, Pamuk’un Yeni Hayat romanını beş ayrı yöntemle ele alır, beş farklı eleştiri anlayışının ve kültürel kimliğin bakış açısından yaklaşır romana; eleştiri düzleminde bir tür kurmaca ’oyun’ oynar. Kimi yerde yapısalcı düzlemde çözümler metni; kimi yerde, edebiyatın ekonomik/toplumsal ’alt-yapı’nın bir ürünü olduğunu düşünen Marksist bir eleştirmenin gözlükleriyle yaklaşır romana. “Kimi yerde ise, metin dokusunda yakaladığımız ’mistik’ renkli ipe asıldık, onun bizi götürdüğü yere kadar gittik, şifreleri çözmeyi denedik, düş gücümüzü ve bilgi dağarcığımızı zorladık, kendi ’Yeni Hayat’ımızı kendimiz yazdık. (…) Satırlardan çok, satır aralarını okuduk, imgelerin anlam alanlarını bulgulamaya çalıştık (…) – ikinci elden de olsa – yeni bir metin ’yaratmanın’ keyfini yaşadık. Bu ’bizim’ serüvenimizdi.” Tahir Abacı, Ecevit’in söz konusu kitabında “eleştirinin kurmaca anlatıya özendiğin(den)” söz eder.

Ancak Ecevit, gerek Orhan Pamuk’u Okumak kitabında yer alan, gerekse sonradan kaleme aldığı yazılannda tümüyle postmodernist bir eleştirmen kimliği sergilemez. Öğretim üyeliği konumunun etkisiyle çalışmalarını yoğun bir teknik altyapıyla te-mellendirme, bol alıntıyla destekleme ve bilimsel düzlemde sistematize etme çabası gibi ’modernist özellikler.” Ecevit’i daha çok, edebiyat eleştirisinin modernist bilimsellikle postmodernist oyunsuluğun kesiştiği bir noktasında konumlandırır.

İngiliz edebiyatı profesörü Dilek Doltaş, bu eleştirmenler grubu içinde postmodernizmin ana eğilimlerine en fazla sadık olanıdır; söz konusu alanda uzmanlaşmış bir akademisyenin bilinciyle yaklaşır metinlere. Onun eleştirisindeki postmodernist yön, oyunsu/yaratıcı olmasında değil, her türlü yerleşik norma kuşkuyla yaklaşan ’betimleyici’ tutumunda ortaya çıkar. Türk yayın dünyasında postmodernist edebiyatı, gerek düşünsel/bilgisel düzlemde gerekse okuma örneklemeleriyle en iyi anlatan çalışmalardan biri olan kitabı “Postmodemizm. Tartışmalar. Uygulamalar”da eleştiri anlayışının ana ilkelerini şöyle açıklar Doltaş: “Söz konusu yapıtlara modern düşüncenin ürünü olan yazın eleştirisi kavramları, sınıflandırmaları ve ölçütleriyle yaklaşmadığımdan, onları roman ya da kısa öykü gibi tür tanımlamalarıyla betimlemekten özellikle kaçındım (…) anlatılanın gerçek/kurmaca, öznel/başka ve anlamlı/anlamsız ayrımlarını kökten sorgulayarak okurda nasıl bir ontolojik kuşku uyandırdıklarını sergilemeye çalıştım.” Doltaş’ın kitabının uygulamalı bölümü “Postmodemizm Okumalar” başlığını taşır.

20. yüzyıl sonlarında eleştirinin yaratıcı/sanatsal/alımlamacı bir yönelim göstermesi, postmodernist/postyapısalcı çizgisinin dışında kalan eleştirmenlerin metinleri üzerinde de etkili olur. Toplumcu estetiğin taşıyıcısı Ahmet Oktay, “bir başka gerçekliğin derinliğinden gelip çınlayan öyküyü yeniden kur(maktan)” söz ediyor, alımlamacı bir tutumla “romanlar ve şiirler üzerine söylediklerim ’mutlak’ değil (…) hatta ben bile o kitapları başka ’açılardan’ okuyabilirim,” diyordur. Jale Parla ise, karşılaştırmalı edebiyatın şık bir örneği olan Don Kişot’tan Bugüne Roman adlı çalışmasının önsözünde, “edebiyatın zevkini kaçırmasın diye, kuramsal tartışmaları olabildiğince dipnotlara hapsetti(ğini)” söylemektedir. Gerçekten de Parla’nın yoğun bir araştırmaya dayalı bilimsel altyapının ürünü olan çalışması, rahat okunduğu kadar sanatsallığın da gözetildiği bir metindir. Bilimle kitle, eleştirmenle/araştırmacıyla okur arasındaki sınırların kaldırılmasını öngören postmodernist eleştiri anlayışından izler taşır.

Postmodern eleştirinin uç örneklerine ise marjinal içerikli Öküz Dergisi’nin sayfalarında rastlamak olasıdır. Muhsin Kızılkaya ve Nihat Genc’in söz konusu dergide çıkan kimi metinleri, Türk edebiyat eleştirisinin en alışılmadık örnekleridir; postmodernist eleştirinin biraz da ’vulger’ olması gerektiğini düşünen Leslie Fiedler’in beklentisini doyuran metinlerdir bunlar. Nihat Genç’te eleştiri metni, bir duygu/düşünce/dil seli içinde kimi kez şizofrenik bir tonlama kazanır.

Genelde postmodernist/postyapısalcı eğilimlerle bütünleşen ve yargılamak istemeyen bu eleştirmenlerin büyük bir çoğunluğunun kendilerini sol ideolojiyle bütünleşmiş görmeleri ise; Türk edebiyat eleştirisinin sol kanadında, ’edebiyatın özerkleşmesi’ne yönelik farklı bir gelişmenin habercisi olduğu su götürmez.

Doksanlarda ortaya çıkan yeni eleştiri anlayışının henüz kurumsallaştığı söylenemese de, bu eğilimdeki eleştirmenlerin kimilerinin günümüz Türk edebiyatındaki önemli konumları göz önüne alındığında, geleceğin eleştirisinin önemli bir kulvarının, normatif yorumsamacılığın dışında bir çizgiye kayacağını ve betimleyici/yaratıcı bir yönelim izleyeceğini savlayabiliriz.

Zehra İpşiroğlu
Edebiyat Eleştirisinde Postmodernist Yönelimler
Çağdaş Türk Yazını Adam Yayınları-2001 (116-125)

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version