Ana Sayfa Felsefe Denemeler: İrade Belirlemek Üzerine – Michel de Montaigne

Denemeler: İrade Belirlemek Üzerine – Michel de Montaigne

Çoğu insana kıyasla çok az şey bana dokunur, daha doğrusu beni etkiler. Bunların bizi ilgilendirmeleri akla uygundur; yeter ki, bizi tümüyle ele geçirmesinler. Doğal olarak bende gelişmiş olan bu kolaylığı uygulama ve düşünceyle güçlendirmeye bir hayli özen gösteriyorum. Dolayısıyla da pek az şeye tutkuyla bağlanıyorum. İyi bir görüşe, hassas ve sevecen bir duyarlığa sahibim; Ama bakışlarımı çok az nesneye çeviriyorum. Ama bazen olayları anlamakta ve uygulamakta bir parça zorluğum ve kararsızlığım oluyor. Kolay kolay bağlanmam. Elimden geldiğince çaba gösteriyorum ve söz konusu kendim olunca başkalarının lütfuyla sahip olduğum ve kaderin üstünde benden daha hakkı olduğu bir konu olduğundan büsbütün içine dalmamak için sevgimi dizginlemek ve tutmak zorundayım. Öyle ki çok değer verdiğim sağlığı bile istememem ve hastalıkları dayanılmaz bulduğumdan ona dört elle sarılmam gerekirdi. Acıdan nefret etme ile haz düşkünlüğü arasında orta bir yol bulmalıyız. Platon bize ikisinin arasında olan bir yolu seçmeyi buyuruyor.

Ama beni oyalayan ve beni başka yerlere bağlayan tutkulara tüm gücümle direniyorum. Benim düşünceme göre insan kendini başkasına ödünç vermeli ve kendini sadece kendine vermelidir. İradem kendine ipotek koymaktan ve kendi bildiğini okumaktan rahatlık duysaydı, böyle direnemezdim; ben mizaç ve alışkanlık olarak aşırı uysalım,

“İşten kaçmak ve yan gelip yatmak için doğmuş.”

Rakibime üstünlük sağlayacak inatçı müzakereler ve tartışmalar, hararetli savunmamı utandıracak bir sonuç, tüm bunlar muhtemelen çok acımasız bir biçimde içimi kemirecekti. Ve başkalarının yaptığı gibi ciddi olarak kendi kendimi kemirseydim, ruhumun bu kadar hararetle tartışanlarda görülen heyecanlara ve sarsıntılara dayanacak gücü olmazdı; bir iç çalkantıyla paramparça olurdu. Beni bazen dış işlere teşvik ettiklerinde, bunları ele almaya, –ama işin içine tüm varlığımı katmayı değil–; onları üstlenmeye söz verdim; canla başla uğraşmaya değil; onlarla ilgilenmeye evet ama tutkuyla sarılmaya hayır. Üzerlerinden gözlerimi ayırmam; el bebek gül bebek bakmam. Başkalarının işleriyle uğraşamayacak kadar işim başımdan aşkın ve başkalarının sorunlarıyla uğraşmayacak kadar doğal ve öncelikli olan işlerim beni bekliyor. Kendilerine neler borçlu olduklarını ve kendi sorumluluklarını bilen kişiler, doğanın onlara yeter miktarda ağır ve aylaklığa zaman bırakmayacak bir görev yüklediğini bilirler. Senin evinde yapacak bir sürü işin var; daha uzağa gitmeye gerek yok.

İnsanlar kendilerini kiralıyorlar. Yetenekleri kendileri için değil, hizmetinde oldukları kişiler içindir; kendi evlerinde değiller, kiracılar onların evlerinde. Bu genel tutum hoşuma gitmiyor: Sağlıklı düşündüğümüz takdirde, ruhumuzun özgürlüğünü gözetmek ve onu sadece doğru fırsatlarda ipotek etmek gerekir. Kendilerini kaptırmaya ve çekip götürülmeye alışmış kişilere bakın; onlar her yerde böyledirler; büyük olsun küçük olsun, onları ilgilendirsin ilgilendirmesin, her işe karışırlar. Gürültüsüz patırtısız bir hayat onlara göre hayat değildir. “In negotiis sunt negotii causa.”[12]Bu, bir yerlere gitmek istediklerinden değil, yuvarlanan ve daha uzağa gidemediği zaman duran bir taş gibi yerlerinde duramadıklarındandır. Bazı kişiler için bir uğraşı sahibi olmak bir önemlilik ve saygınlık belirtisidir. Çocukların beşikte huzuru bulmaları gibi onların ruhları da harekette huzuru buluyor. Dostlarına yardımcı olmak için çok zahmete katlandıkları söylenebilir. Kimse parasını başkalarına dağıtmaz; Ama herkes zamanını ve yaşamını dağıtır. Cimriliğin tek işe yaradığı bu şeylerde olduğumuz kadar, başka işlerde bu denli savurgan değiliz.

Benim tamamen farklı bir tutumum var. Kendi içime kapanıyorum. Ve genelde arzuladığım şeyi gevşekçe ve az arzuluyorum. Aynı şekilde, nadiren ve sakin bir şekilde bir işle uğraşıp acele ediyorum. İsteyen ve başkalarını yöneten herkes, bunları tüm iradesini ortaya koyarak şevkle yapar. Ama yanlış adımlar o kadar çok ki, güvenli adım atmak için, biraz hafifçe ve yüzeyden akarcasına gitmek gerekir. Aşırı haz bile derinleşince acı verir.

“Sinsi küllerle kaplı bir ateş üzerinde yürüyorsun.”

Bordeaux’daki bu beyler (meclis üyeleri), Fransa’dan ve böyle bir düşünceden uzaktayken beni belediye başkanı seçtiler. Reddettim, ama bana yanlış yaptığımı ve işin içinde Kral’ın buyruğu olduğunu söylediler. Onurundan başka getirisi ve kârı olmadığından bu görev güzel bir görev gibi gelebilir. İki yıllık bir görev ama nadiren de olsa seçimle bir iki yıl daha sürebilir. Bende böyle oldu; benden önce de iki kez aynı şekilde olmuş: Birkaç yıl önce Bay de Lansac için, daha yakın zamanda da, yerine geçtiğim Fransa Mareşali Bay de Biron için geçerli bu. Ben de yerimi yine Fransa Mareşali Bay de Matignon’a bıraktım. Onlarla aynı görevi yapmaktan gururluyum.

“Her ikisi de aynı derecede iyi yöneticiler ve yiğit savaşçılar.”

Talihin sağladığı özel koşulla, ilerlememde katkısı oldu; hiç de boşuna olmadı bu. İskender, kendisine kentlerinin hemşehriliğini sunan Korentli elçileri küçümsediyse de, Bacchus’ün ve Hercule’ün de aynı sicil kütüğünde yer aldığını gösterdiklerinde onlara minettarlıkla teşekkür etti.

Göreve geldiğimde, kendimi nasıl hissediyorsam öyle takdim ettim: belleksiz, özensiz, deneyimsiz ve yatırımsız, aynı zamanda da kinsiz ihtirassız, yumuşak, bilinçli ve kendime sadık olarak. Görevim sırasında benden ne bekleyeceklerini bilsinler, öğrensinler istedim. Çünkü onlar rahmetli babamı tanımışlardı ve sadece onun anısına borçlu oldukları onurla beni seçmeye karar vermişlerdi; bana verdikleri görevde bir zamanlar babam bulunmuştu ve onun yönettiği kentleriyle ilgili işlerin benim irademle yapılacağı zaman çok farklı olacağını çok açık bir biçimde ifade ettim. Çocukken, kamu işlerinin kaygısıyla içi iyice kararmış, yılların yorgunluğunun, ev işlerinin ve sağlığının evinin tatlı havasını unutmuş, hayatını umursamaz, bütün bu işler için uzun ve zor yolculuklara katlanmış, ihtiyarlamış halini gördüğümü hatırladım. O böyle bir insandı ve bu doğal büyük iyilikseverlik onun yapısından geliyordu. Ondan daha iyiliksever ve insanlara daha yakın bir ruh olmazdı. Bugün benim de övdüğüm bu yaşam tarzını izlemeyi hiç istemem ve bunda mazurum. Babam gelecek için kendini unutmak gerektiğini işitmişti; evrenselin nazarında özel önemsizdi.

Toplumun kurallarının ve temel ilkelerinin çoğu bizi kendi dışımıza çıkaracak ve yerini toplumun yararını koyacak şekilde düzenlenmiştir. Fazla doğal bir bağ ile kendimize aşırı bağlandığımızı varsayarak, bizi kendimizden uzaklaştırmak ve oyalamakla iyi bir şey yaptıklarını düşündüler. Bu amaca ulaşmak için demedikleri kalmadı. Çünkü bilgeler için konuları yararlılıklarıyla övmek ve oldukları şekliyle göstermemek yeni bir şey değildir. Gerçeğin kendi engelleri, sıkıntıları ve bizimle uyuşmazlıkları vardır. Kendi kendimizi aldatmamak için sıkça yanılmamız, gözlerimizi yummamız ve bunları alıştırmak ve iyileştirmek için zekâmızı uyutmamız gerekiyor. “Imperiti enim judicant, et qui frequenter in hoc ipsum fallendi sunt, ne errent.” [“Yargı deneyimsiz insanların elinde, yanılgıya düşmesinler diye onları arada yanıltmak gerek” (Qintilianus, II)]. Yargılayanlar cahiller. Hataya düşmelerini önlemek için onları sık sık yanıltmak gerekiyor. Onlar, (bilgeler) kendimizden önceki şeyleri üç, dört ya da elli kat sevmemizi buyurdukları zaman, hedefe atış yapmak için hedefin çok yükseğine nişan alan okçular gibi yapıyorlar. Eğri bir ağaç dalını düzeltmek için, dalı aksi yöne bükerler.

Pallas tapınağında, tüm öteki dinlerde olduğu gibi halka gösterilecek görünür gizemler olduğu gibi, sadece dindarlara gösterilecek daha gizli ve daha yüksek başka gizemler olduğunu düşünüyorum. Öyle anlaşılıyor ki, bu sonuncularda, herkesin sahip olması gereken gerçekler dostluk noktası bulunuyor. Bu dostluk bizi görkemle, bilgiyle, zenginlikle ve benzeri tutkularla kucaklaştıran ve adeta varlığımızın bir parçasıymışçasına aşırı sevgiyle bu tür şeylere dört elle sarılmamıza yol açan sahte bir dostluk olmadığı gibi, sardığı duvarı bozan ve yakın bir sarmaşık gibi densiz ve sağduyusuz bir dostluk da değildir; tam tersine sağlıklı, düzenli ve aynı zamanda yararlı ve hoşa giden bir dostluktur. Dostluğun görevlerini bilen ve bunları yerine getirenler gerçekten ermiş kişilerdir; onlar, insan bilgeliğinin mutluluğun zirvesine ulaşmışlardır. Kendisine ne borçlu olduğunu tam olarak bilen böyle bir kişi başka insanların ve dünyanın uyguladığını kendine uygulamalıdır ve bunu yapmak için kendisini ilgilendiren görev ve zorunluluklarla topluma katkıda bulunur. Başkaları için hiç yaşamayan biri, kendisi için de hiç yaşamaz. “Qui sibi amicus est, scito hunc amicum omnibus esse.” [“Kendisyle dost olan, herkesle dost olur” (Seneca, Mektup, 6)] Herkes en başta kendi davranışlarından sorumludur; bu yüzden buradayız. İyi ve ermişler gibi yaşamayı unutup, ömür doldurarak ve başkalarına oturup kalkmayı öğreterek görevini yerine getirdiğini düşünen kişi aptalın biridir; benzer şekilde, başkasına hizmet etmek için kişisel olarak esenlik ve neşe içinde yaşamayı terk eden insan, benim düşünceme göre, kötü ve doğaya aykırı bir yol tutmuştur.

Gerektiğinde dikkat, çalışma, ter ya da kan isteyen görevlerin reddedilmesini istemiyorum.

“Sevgili dostlarım ve vatanım için ölmeye hazırım.”

Bunun zahmetsiz ve tutkusuz olmasını istiyorum; akıl her zaman dingin ve salim kalabilir, duruma göre iğreti ve rastlantısal da olabilir. Basit bir eylem akla o kadar ucuza mal olur ki, bunu uyurken bile yapabilir. Ama aklı usulca harekete geçirmek gerekiyor; Çünkü beden üstüne konan yükün olanca ağırlığını duyar, oysa akıl kendi zararına, onlara keyfince bir ağızlık verir ve yayar. Değişik çabalarla ve farklı bir irade gayretiyle benzer şeyler yapılır. Gerçekten de her gün nice insan kendileri için önemli olmayan savaşlarda tehlikeye atılıyor ve savaşı yitirmek onların akşam uykularını bile bozmuyor! Kimisi için evindeyken bakmaya bile cesaret edemeyeceği bu tehlikeden uzakta savaşın sonunu heyecanla merak eder; kanını ve canını tehlikeye atan askerden daha çok ruhu daralır. Tırnak kadar değişmeden resmi görevlerde bulunuyorum ve kendimden uzaklaşmadan kendimi başkalarına veriyorum.

Arzuların açgözlülüğü ve şiddeti, işimizi kolaylaştırmaz engeller. Bunlar bize ters olan ağır olayları güçlükle taşımamıza neden olurlar ve bizi görüştüğümüz kişilere karşı hırçınlık ve kuşkularla doldurur. Bize sahip olan ve bizi yöneten şeyleri asla iyi yönetmeyiz;

Tutku her zaman Kötü bir kılavuzdur (Statius, Thebaid)

İşinde kendi aklını ve becerisini kullanan biri, işini daha neşeyle yapar. O, gizlenebilir, keyfine göre, koşullara göre yan çizer ya da farklılaşır. Kendini sıkıntıya sokmaz, üzülmez, sarsılmaz, yeni bir denemeye önceden hazırdır; dizginler daima elinde ilerler. Şiddetli ve zorbaca bir ateşe tutulan kişi kaçınılmaz olarak birçok ihtiyatsızlık ve haksızlık işler; Çünkü arzusunun coşkunluğuna kapılmıştır. Hareketleri düşüncesizcedir ve eğer talih araya katılmazsa sonuca zor ulaşırlar. Felsefe, uğranılan zararların cezalandırılmasında öfkeyi bir kenara bırakmamızı ister: İntikam daha az sert olsun diye değil, tam tersine daha sert ve daha ağır olsun diye; Çünkü öfkenin meydana getirdiği taşkınlık buna engel olur. Sadece huzursuzluk yaratmakla kalmaz, sonuçta cezaları uygulayanları bezdirip usandırır; bu ateş onları şaşkına çevirip güçlerini tüketir. Tıpkı telaş gibi “festinatio tarda est” [“Acele, gecikmenin sebebidir.” (Quinte-Curse, IX, 12)], aceleyle insanın ayakları dolaşır, insan kendi kendini köstekler ve durdurur. “Ipsa se volcitas implicat.” [“Telaş kendi kendini köstekler.” (Seneca, Ep., XLIV)]. İşte buna bir örnek. Sürekli gözlemleyebildiğime göre, açgözlülüğün en büyük engeli yine açgözlülüktür. Ne kadar gergin ve ne kadar güçlüyse o kadar az verimlidir. Genelde, cömertlik kisvesi altında kendini gösterdiği zaman zenginlikleri daha çabuk biçimde ele geçirir.

Çok yüce nitelikli ve dostum olan bir soylu kişi[13] efendisi olan bir prensin işlerini büyük bir özenle ve fazla benimseyerek yürütürken az kalsın akıl sağlığından oluyordu. Efendisi olan prens, bana kendini şöyle tanımladı: Herkes gibi kazaların ağırlığını görür ama elden bir şey gelmeyenlere katlanmaya karar verir; ötekilere gelince, gerekli önlemlerin alınmasını buyurduktan sonra, keskin zekâsıyla bunu hemen yapabilir, olacakları dinginlikle bekler. En çetrefil işlerin ortasında çok sakin kaldığını ve özgür davrandığını gördüm doğrusu. Talihi yaver gitmediğinde yaver gittiği zamanlardan daha büyük ve daha yetenekli olduğunu gördüm; kayıpları kazandıklarından, acısı zaferinden daha çok kıvanç verir ona.

Satranç ya da top oyunu ve benzer öteki oyunlar gibi boş ve yararsız uğraşlarda bile kazanma hırsının, aklı ve bedeni nasıl karıştırdığına, nasıl bulandırdığına bakın. Gözler kamaşır, el ayak birbirine dolanır. Aksine, kayıp kadar kazanca da fazla önem vermeyen biri, her zaman kendine hâkimdir; oyuna ne kadar az dalarsa, ne kadar az tutkuluysa, oyunu o kadar elverişli ve güvenli biçimde kendine çevirir.

Sonuçta, ruha kavrayacağı birçok şeyi verince, onun kavrama ve algılama yeteneğini engelliyoruz. Bazılarını ona sadece göstermeli, bazılarını bağlamalı, bazılarını da onunla bütünleştirmelidir. O, her şeyi görebilir ve hissedebilir; Ama sadece kendisiyle beslenmelidir: Ruhun, doğrudan dokunduğu, alanına ve tözüne katılan şeyle bilgilenmesi gerekir. Doğanın yasaları bize gerekli olan şeyleri eksiksiz gösteriyor. Bilgeler, doğaya göre kimsenin hiçbir şeyden yoksun olmadığını, ama herkesin bir şeyden yoksun olduğunu düşündüğünü bize öğretti ve onlar bu şekilde doğa kaynaklı arzularla hayal gücümüzün düzensizliğinden meydana gelen arzuları ustaca ayırt ediyorlar. Ucunu gördüklerimiz hayal gücümüzden gelenler; hiç durmadan önümüzden kaçanlar ve hiçbir zaman doyum sağlayamadıklarımız bizim arzularımızdır. Mülk yoksulluğunun çaresi kolay bulunur, ruh yoksulluğunun çaresi yoktur.

“Çünkü insan kendine gerekenle yetinseydi, oldukça zengin olurdum; ama durum böyle olmadığına göre, zenginlikler ne kadar büyük olursa olsun ruhumdaki boşluğu dolduracağına nasıl inanırız?”

Muhteşem kentinin üzerinde çok sayıda zenginliğin, mücevheratın ve pahalı mobilyaların varlığını gören Sokrates, “benim arzu etmediğim ne çok şey var!” dedi. Metrodorus günde on iki onsla yaşamını sürdürürdü; Epikuros ise bundan daha azıyla. Metroclez, kışın koyunlarla birlikte, yazınsa tapınakların kapılarında uyurdu. “Sufficit ad id natura, quod poscit.” [“Doğa kendi ihtiyaçlarını karşılar.” (Seneca, Ep., XC)]. Cleanthes, el emeğiyle yaşardı ve isterse bir Cleanthes’i daha besleyebileceğini söyleyerek övünürdü.

Doğanın varlığımızı korumamız için bizden ilk ve tam olarak istediği çok azsa –aslında hayatta kalmamız için gerekenler o kadar az ve o kadar ucuz ki doğa onları karşılamaya yeter, kader ya da rastlantı onu elimizden alabilir de diyebiliriz– onu biraz kayırıp ona fazladan bir şeyler verelim; her birimizin alışkanlıklarına ve şartlarına da doğa diyelim. Çünkü oraya kadar bir mazeretimiz var gibi geliyor bana. Alışkanlık, öbürü kadar güçlü olan ikinci bir doğadır. Alışkanlıklarım yoksa, bunun eksikliğini duyarım. Uzun zamandır yaşamaya alıştığım durumdan uzak tutacaklarsa, alıştığım hayattan yoksun bırakacaklarsa, canımı alsınlar daha iyi.

Hayatımda büyük değişiklikler yapacak, yeni yaşam biçimlerini benimseyecek durumda değilim, –hatta bu, daha zengin bir yaşam olsa bile–; bundan böyle benim için bir başkası olma çağı geçti. Ve şimdi talih bana iyi fırsat sunsa, bunun daha önce yararlanabileceğim bir zamanda bu fırsat ayağıma gelmediği için üzüleceğim.

“Yararlanamayacaksam servet neye yarar?” (Horatius, Ep., I, V, 12)

Aynı şekilde kimi içsel kazanımlar elde etmiş olsaydım da yine yakınırdım. İş işten geçtikten sonra onurlu adam olmaktansa hiç olmamak daha iyidir; aynı şekilde artık hayatta değilken, iyi yaşamayı bilmek de. Ben artık bu dünyadan gidiciyim; dünya işleri konusunda bilgelikle ilgili öğrendiklerimi benim yerime gelen birine kolaylıkla bırakırdım. Geçmiş ola! Hiçbir şey yapamadığım için sadece iyilik yapıyorum. Kafası çalışmayan birinin bilim neyine? Talihin bize, vaktinde sahip olamadık diye bizi haklı bir öfkeyle doldurması, armağanlar sunması, bir adaletsizlik ve husumettir. Artık bana yol göstermeyin, yürüyemiyorum. Bilgeliği oluşturan tüm öğeler içinde dayanıklılık yeterlidir. Ciğerleri çürümüş bir kilise yırlayıcısına bir tenorun eşsiz yeteneğini ve Arabistan çöllerine sürülmüş bir keşişe belagat verin! Düşüş için hiçbir sanat gerekmez. Her işin bir sonu vardır. Dünyam tükendi, biçimimin sonu geldi; artık tümüyle geçmişe aittim. Geçmişimi doğrulamak ve sonumu ona uydurmak zorundayım. Örnek olsun diye söylüyorum: Papa’nın takvimden on gün kaldırması beni o denli tedirgin etti ki, kendimi ona göre ayarlayamadım. Yılların başka türlü hesapladığı çağdan kalmayım. Bu kadar uzun ve eski alışkanlık hakkını arıyor ve kendini hatırlatıyor. Demek ki, bir hatayı düzelttiği zaman bile yenilgiye ayak uyduramadığımdan bu yanımla biraz aykırı olmak zorunda kalıyorum. Hayal gücüm, elimde olmadan hep ya on gün ileriye ya da on gün geriye atlıyor ve kulaklarımda mırıldanıyor. Bu kural, yeni gelecekleri ilgilendiriyor. Eğer sağlık bana tüm tadıyla gelirse, onu keyfimce tüketme zevkine sahip değilim artık. Zaman beni terk ediyor; onsuz hiçbir şeye sahip olunmuyor. Bu dünyada gördüğüm ve gitmeye hazır olan insanlara verilen ve insanın seçimine bağlı büyük saygınlıklara pek değer vermiyorum. Çünkü nasıl ve ne kadar kısa zamanda gerçekleştirildiği kimseyi ilgilendirmiyor: Daha içeri girer girmez çıkışa doğru bakarlar.

Sonuçta, olduğum insandan bir başkasını yaratmak değil, o insanı tamamlamak noktasındayım. Yılların alışkanlığıyla bu şekil özüme, bu talih de mizacıma geçti.

Şu halde biz zayıf insanların bu ölçünün altında kalanı kendimizin sayması mazur görülebilir diyorum. Ama bu sınırların ötesinde karmaşadan başka bir şey yoktur; Çünkü haklarımıza tanıyabileceğimiz en geniş olandır bu. Gereksinimlerimizi ve sahip olduklarımızı ne kadar arttırırsak, kaderin darbelerine ve bahtsızlıklara o kadar maruz kalırız. Arzularımızın en kısa sınırı sahip olduklarımıza en yakın ve benzer olanlar olarak belirlemeli ve çizilmelidir. Ayrıca, gidişatları başka bir yerde son bulacak düz bir çizgi halinde değil, kısa bir dönemeçle iki ucu bizde birleşerek biten yuvarlak bir çizgi haline getirilmelidir. Yansımasız yürütülen bu eylemler, – arayı fazla açmadan gerçek geri dönüşleri kastediyorum; açgözlülerin, gözü yükseklerde olanların ve inatçıların eylemleri gibidir; bunlar yanlış ve hastalıklı eylemlerdir.

Meşguliyetlerimizin çoğu komediyi andırıyor. “Mundus universus exercet histrioniam.” [“Herkes komedi oynar.” (Justus Lipsius).] Rolümüzü uygun biçimde, ama gelip geçici bir kişi gibi oynamamız gereklidir. Maskeyi ve dış görünüşü bize özgü bir şey haline getirmemek gerekir. Gömleği tenden ayırmayı bilmiyoruz. Daha göğsünü pudralamadan yüzünü pudralamak yetiyor! Üstlendikleri görevlerin sayısı oranında yeni şekillere ve yeni varlıklara girenler görüyorum; ciğerlerine, bağırsaklarına kadar yüksek rütbeli papaz kesilenleri biliyorum. Görevlerini tuvaletlere kadar götürenler var. Hangi selamların kendilerine hangilerinin maiyetlerine ya da katırlarına verildiğini ayırt etmeyi ben onlara öğretemem. “Tantum se fortunæ permittunt, etiam ut naturam dediscant.” [“Onlar kendilerini doğayı unutacak kadar yüksek talihlerine terk ediyorlar.” (Quintus-Curtius, III, II, 18)]. Ruhlarını ve konuşmalarını resmi mevkilerinin yüksekliği derecesinde şişirip yüceltirler. Belediye Başkanı ve Montaigne, kesin bir çizgiyle birbirlerinden hep ayrılmıştır. Avukat ya da maliyeci olduk diye, bu mesleklerdeki dalavereleri görmezden gelemeyiz. Dürüst bir kişi, mesleğindeki saçmalığın ya da kusurların hesabını yapmak zorunda değildir, mesleğini yapmaktan da bir o kadar da kaçınmamalıdır; ülkesinin geleneğidir bunlar ve bunda bir yarar vardır. Dünyayla olduğu şekilde yaşamamız ve bundan kendine yarar sağlamamız gerekiyor. Ama bir imparatorun yargısı imparatorluğun üstünde olmalıdır ve hükümdar bu imparatorluğu rastlantısal ve yabancı bir şey gibi görüp değerlendirmelidir. İmparator, kendinden yararlanmaya bakmalı ve kendisiyle en azından Jacques ve Pierre gibi iletişim kurmasını bilmelidir.

Ben bütünüyle ve bu denli derin bir şekilde bir işe bağlanmayı beceremem. Kendimi gönüllü olarak bir tarafa verdiğimde, zihnim bundan zarar görecek kadar şiddetle bağlanmam. Devletimizin şimdiki karışık durumu içinde, çıkarım ne hasımlarımızın övülecek niteliklerini, ne de peşinde gittiğim kişilerin kınanacak özelliklerini görmemi engelledi. İnsanlar kendi yanlarında olan her şeyi taparcasına sever; bense kendimden olan çoğu şeye özür bile bulmam. Güzel bir eser davama karşı diye zarafetini yitirmez. Tartışmanın düğüm noktasının dışında tavrım hiç değişmez; tam bir kayıtsızlığı sürdürürüm. “Neque extra necessitates belli præcipuum odium gero.” [“Ve savaşın zorunluluklarının dışında öyle büyük kin beslemiyorum.”]. Bunun aksini sürekli başkalarında gördüğüm kadar keyiflenirim. “Utatur motu animi qui uti ratione non potest.” [“Aklı izleyemeyen, kendini tutkuya bıraksın.” (Cicero, Tusculanes, IV, XXV)]. Birçok insanın yaptığı gibi, öfkelerini ve kinlerini kendi işlerinin ötesine taşıyorlar, bu durumun bir başka yerden ve özel bir davadan geldiğini gösterirler. Tıpkı ülserin iyileştikten sonra ateşin hâlâ sürmesinin daha gizli bir neden olması gibi. Çünkü onların ortak dava ile bir işleri yoktur, herkesin ve devletin yararına olması onları ilgilendirmez; onlar sadece kişisel çıkarlarına uygun olup olmadığına bakarlar. İşte bundan ötürü kendi çıkarlarına adaletin ve kamu aklının ötesinde bir tutkuyla sarılırlar. “Non tam omnia universi quam ea quæ ad quemque pertinent singuli carpebant.” [“Onlar hep birlikte aynı şeyi değil; ama kişisel çıkarlarıyla ilgili olanı bireysel olarak tenkit ediyorlar.” (Titus-Livius, XXXIV)].

Üstünlük sağlamayı arzuluyorum; Ama bu üstünlüğe sahip olmazsam da bundan dolayı delirecek değilim. Partilerden en sağlıklı olanı tutarım; Ama özel olarak ötekilerin düşmanı tayin edilmeyi ve genel kanının ötesinde yer almayı istemem. Böyle düşünülmesini son derece ayıplarım: “O, Birlik Yanlısı, çünkü Monsieur de Guise’in iyiliğine hayran”, “o, Navarre Kralı’nın yaptıklarına hayranlık duyuyor; şu halde Kalvinisttir”, “kralın yönetimini yanlış buluyor; o, sapına kadar kışkırtıcıdır”. Bir sapkını bu yüzyılın en iyi şairleri arasında sayan bir kitabı mahkûm eden yargıcın bu kararını kabul etmiyorum. Bir hırsız için ne sağlam bacakları varmış demeye cesaret edemeyecek miyiz? Fahişe diye bir kadının illaki pis kokması mı gerekiyor? Daha bilge yüzyıllarda, dinin ve kamusal özgürlüklerin koruyucusu olarak Marcus Manlius’a verilmiş olan yüce Capitolinus[14]unvanı geri alınmadı mı? Daha sonra, ülkesinin yasalarına karşı çıkarak krallığı ele geçirmeye kalkınca cömertliği, savaşlarda gösterdiği kahramanlıkları ve yiğitliğine verilmiş askeri ödüllerin anısı unutulmadı mı? Kinlendikleri bir avukat, ertesi gün onlara konuşamaz hale gelir. İyi insanları benzer yanlışlara iten bu gayretkeşliğe başka yerde değindim. Bana gelince, gerektiği gibi “o, bunu kötü yapıyor ve şunu harika yapıyor” demeyi bilirim. Aynı şekilde tahminlerde bulunmak söz konusu olduğu ya da işler kötü gittiği zaman insanlar her zaman kendi taraflarındaki herkesin kör ya da sersem olmasını, inancımızın ve yargımızın doğruya değil, arzumuzun beklentisine hizmet etmesini isterler. Arzumun beni baştan çıkarmasından o denli korkarım ki karşı yanlışı işlemeye daha yatkın hale gelirim. Olmasını dilediğim şeylere de pek bel bağlamam. Benim zamanımda, halkların sağduyudan yoksun ve şaşılacak bir kolaylıkla güdüldüğünü, inancı ve umuduyla oynandığını, üst üste işlenen yüzlerce hataların ve düşlerin üstünde şeflerinin hoşuna gittiklerini ve onlara hizmet ettiklerini gördüm. Apolinius’un ve Muhammet’in kandırdığı kişilere artık hayret etmiyorum! Sağduyuları ve zekâları tamamıyla tutkularının hâkimiyetine girmiş. Tercihlerinin kendilerine hoş gelen ya da davalarını rahatlatan şeyden başka bir seçeneği yok artık. Bunu ilk olarak en coşkulu olanlarımızda açıkça fark etmiştim. O zamandan beri onu taklit ederek ortaya çıkan bir başkası diğerini daha da geride bıraktı! Bu yüzden, bunu halkın hatalarının ayrılmaz bir parçası olarak görüyorum. Birinci görüş ortaya çıktıktan sonra, diğerleri dalgalar gibi rüzgâra göre birbiri ardına geliyor. Kendi düşüncelerinden vazgeçebilenler, genel gidişe uymayanlar kitleye ait olmazlar. Ve bununla beraber, dalavereci yakıştırmasıyla doğru olanlara da kesinlikle haksızlık ediliyor; ben bunlara her zaman karşı çıktım. Ancak hasta kafalara uygun düşen eylemlerdir bunlar; salim kafalar için cesaretleri beslemeye ve hasımlığı azaltmaya yarayan sadece daha dürüst değil, aynı zamanda daha güvenli yollar vardır.

Sezar ile Pompeius arasında olan uyuşmazlık kadar büyük bir uyuşmazlık şimdiye kadar hiç görülmedi; gelecekte de görülmeyecektir. Yine de bu iki soylu ruhta birbirlerine karşı yüce bir ılımlılık vardı gibi geliyor bana. Rekabetleri onur ve yönetim sorunlarından ibaretti; bu onları aşırı ve azgın bir öfkeye sürüklemeyen, kötülüksüz ve çekişmesiz bir rekabetti. En şiddetli savaşlarında bile onlarda bir parça saygı ve iyilik kalıntısı keşfediyorum ve ellerinden gelseydi, birbirlerinin mahvına yol açmadan kendi işlerini yürütmeyi isterlerdi diye düşünüyorum. Marius ile Sylla arasındaki uyuşmazlık ne kadar farklıdır. Böylesinden sakının!

Çıkarlarımızın ve tutkularımızın peşine bu kadar çıldırmışçasına düşmemek gerekir. Gençken sevginin beni sardığını hissettiğim zaman, gelişmesine karşı koymak için sonunda beni zorlayacak ve beni esiri haline getirecek kadar hoş gelmemesine gayret ederdim. Tüm başka durumlarda da iradem arzularıma fazlaca boyun eğdiği zaman aynı tarzda davranıyorum; derinlere daldığını ve şarabıyla sarhoş ettiğine görünce, meylettiğin yerin karşı tarafına eğilirim. Zevkini beslemekten kaçınırım; kan dökmeden yeniden sahip olamayacağım kadar ileri gitmesine fırsat vermem.

Uyuşukluktan olayların ancak yarısını gören ruhlar, zararlı olayların en az etkilediği bu şanstan yararlanırlar. Bu, bir parça sağlıklı gibi gelen tinsel bir pintilik, felsefenin hiç de küçümsemediği bir sağlık biçimidir. Ama sıkça yaptığımız gibi yine de buna “bilgelik” dememiz akıllıca olmaz. Bundan dolayı, bir zamanlar adamın biri, kış ortasında çırılçıplak soyunarak soğuğa dayanıklılığını göstermek için bir kardan adama sarılan Diogenes ile alay etti. Ona bu haldeyken rastlayıp, “şu an üşümüyor musun?” diye sordu. – “Hiçbir şekilde üşümüyorum,” dedi Diogenes. Öteki üsteledi: “Şu halde, burada böyle durarak zor ve örnek olacak ne yaptığını sanıyorsun?” Dayanıklılığı ölçebilmek için, önce acıyı tanımak gerekiyor.

Ama terslikleri ve kaderin haksızlıklarını, derinlikleri ve süreklilikleri içinde görmek, bunları özgün keskinlikleri ve ağırlıklarına göre tartmak ve değerlendirmek zorunda, kalacak olan ruhlar, bütün becerilerini bunlara yol açan şeylerden uzak durmakta kullanırlar. Örneğin, kral Cotys ne yaptı? O, kendisine sunulmuş olan güzel ve değerli sofra takımının ücretini pek cömertçe ödedi; Ama özel bir şekilde kırılgan olan sofra takımını hizmetkârlarına karşı öfkelenmesine yol açacak bir madde olduğu için hemen kendisi kırdı. Aynı şekilde, işlerimin başkalarının işleriyle karışmasından her zaman kaçındım; mülklerimin yakınlarımın ya da sıkı bir dostlukla bağlı olduğumun kişilerin mülkleriyle bağlantılı olmasını asla arzu etmedim; Çünkü tartışmalar ve anlaşmazlıklar genellikle bunlardan doğar. Bir zamanlar talih oyunlarını, iskambili ya da barbutu seviyordum; kaybettiğim zaman güler yüzlü davransam bile, bundan dolayı içimdeki acıyı önleyemediğim için bunları çoktan bıraktım. Aptallığının bedelini ödemek ve kaybından teselli bulmak isteyen, sözünde durmamanın sıkıntısını ta yüreğinde duyması gereken dürüst bir insan, kuşkulu işlevi kendi haline bırakmalı ve kavga dövüşten uzak durmalıdır. Karamsar hırçın kişilerden bulaşıcı hastalıktan kaçar gibi kaçarım. Eğer görevim beni zorlamıyorsa ilgi ve heyecan duymayacağım bir sohbete hiç karışmam. “Melius non incipient, quam desinent.” [“Başlamamak durmaktan daha zor gelecek onlara.” (Seneca, Ep., LXXII)]. En emin yol, fırsatlardan önce hazırlanmaktır.

Bilgelerin başka bir yol seçtiklerini ve birçok konuya bağlanmaktan korkmadıklarını bunlara derinliğine kendilerini verdiklerini iyi bilirim. Bu insanlar, onları her türlü aksiliklerden koruyan, acılara dayanmalarını sağlayan güçlerine güvenirler.

O, engin denize doğru uzanan bir kayalık gibi, rüzgârların ve dalgaların azgınlığına maruz kalmış olarak, göğün ve yerin tehditlerine meydan okuyor ve hiç sarsılmadan öylece duruyor.”

Bu kişilerin bize verdikleri örneklere hiç girmeyelim; biz onlar gibi olamayız. Onlar, kendilerine egemen olan ve tüm iradelerine komuta eden ülkelerinin yıkılışına kılları kıpırdamadan kararlılıkla bakarlar. Ama bizim gibi sıradan ruhlara bu çok katı gelir ve çok çaba gerektirir. Utikalı Cato, o zamana kadar hiç görülmemiş en soylu yaşamı bu uğurda terk etti. Biz küçük insanlara gelince, fırtınadan daha uzaktayken kaçmamız, onu hissetmekten kaçınmamız ve karşı koyamayacağımız darbeleri savuşturmamız gerekiyor. Zenon, sevdiği delikanlı Chremonidez’in (Laerce’de) yanına oturmak için yaklaştığını görünce, hemen ayağa kalktı. Ve Cleantez ona bunun nedenini sorduğunda, «Doktorların öncelikle dinlenmeyi tavsiye ettiklerini ve her tür heyecanı yasakladıklarını işittim» dedi. Sokrates hiçbir şekilde, “güzelliğin çekimine kendinizi bırakmayın; ona karşı mücadele edin, direnin” demez. O, “Güzellikten kaçın, uzaktan etkileyen güçlü bir zehir gibi gözlerinin size erişemeyeceği, sizinle karşılaşamayacağı yere kaçın” der. Ve onun mert öğrencisi (Ksenephon), şu yüce Cyus’un olağanüstü niteliklerini hayal ederken ya da dile getirirken –Ama kanımca hayal ederken değil dile getirirken– ünlü tutsağı Panthée’nin çekiciliğine dayanamamaktan korktuğunu ve onu ziyaret etmeyi ve korumayı kendisinden daha az özgür birine bıraktığını anlatır. Ve Kutsal Ruh da aynısını söyler: “Ne ros inducas in tentationem.” [“Kendimizi günaha bırakmayalım.” (Aziz Matta, VI, XIII)]. Aklımız şehvetle boğuşmasın ve ona yenik düşmesin diye dua etmeyiz; ama özellikle şehvet aklımızı çelmesin, günahın cilvelerine, kışkırtmalarına, engellerine karşı koymak zorunda olacağımız durumlara düşmeyelim diye dua ederiz. Tanrı’ya vicdanımızı dingin, kusursuz ve tüm kötülüklerden uzak tutması için yalvaralım.

Kin güden tutkunun ya da bir başka tür acı veren kusurun üstesinden geldiğini söyleyenler çoğu kez doğru söylerler; Ama olayların nasıl olduğunu değil, eskiden nasıl olduğunu söyledikleri zaman doğrudur bu. Hatalarının nedenini kendileri besledikleri ve geliştirdikleri zaman bizimle konuşurlar. Biraz geriye doğru gidin, bu nedenleri onlara esinleten ahlak kurallarını hatırlayın; bu kez hazırlıksız yakalanırlar. Onlar hatalarının daha eski oldukları için daha küçük olmasını ve haksız bir başlangıcın haklı bir sonucu olmasını mı istiyorlar?

Yaralanmadan ve zayıflamadan ülkesinin iyiliğini isteyen benim gibi biri, ülkesinin tehdit edildiğini ya da yıkıldığını görünce rahatsız olacaktır ama korkmayacaktır. Rüzgârların, dalgaların ve kaptanın kendi yönüne sürüklediği zavallı tekne:

In tam diversa magister, Ventus et unda trahunt.

Prenslerin lütfunun peşinde koşmayan kişi, onların kendisi soğuk bir yüzle karşılamalarından ve duygularının değişmesinden hiç incinmez. Çocuklarının ve onurun kölesi olmayan bir insan, onları kaybettiği zaman rahatlıkla yaşamını sürdürür. En başta kendi doyumu için hareket eden bir kimse, insanların yeteneklerine karşı eylemlerini yargılamalarından rahatsızlık duymaz. Bu sakıncalara karşı biraz tahammül etmek yeterlidir. Bu hareket tarzı bana iyi geliyor. Mümkün olan en iyi hesaplamayla başlangıçtaki hatalarımı telafi edip, bu şekilde kesin olarak sıkıntılardan ve güçlüklerden yakamı kurtarıyorum. Biraz çabayla, heyecanlarımdaki ilk ataklığı durduruyorum ve bana ağır gelmeye başlayan konuyu beni öfkelendirmesine fırsat vermeden bırakıyorum. Yola koyulmayı önleyemeyen kişi, akışı da durduramaz; tutkularına set çekemeyen birisi, bir kez girdiler mi onları kovamayacaktır; başlangıcın hakkından gelemeyen sonun da hakkından gelemez ve sarsıntıya dayanamayan kişi, düşüşü engelleyemez! “Etenim ipsæ se impellunt ubi semel a ratione discessum est; ipsaque sibi imbescillitas indulget, in altumque provehitur imprudens, nec reperit locum consistendi.” [“Bir kez akıl yolundan ayrıldıktan sonra, tutkular kendiliklerinden ortaya çıkarlar; zayıflık kendi kendine oluşur, açık denizde düşüncesizce ilerler ve artık duracak bir sığınak bulamaz.” (Cicero, Tusc., IV, XVIII)]. Fırtınanın ön habercisi olan hafif rüzgârların beni okşadıklarını ve içimde uğuldadıklarını vaktinde hissederim; “animus, multo antequam opprimatur, quatitur.” [“Ruh, yenilmeden çok önce sarsılmıştır.”].

“Hafif rüzgârlar tıpkı ormanda olduğu gibi
sonradan sertleşirler ve sağır edici uğultuları
denizcilere fırtınanın yaklaştığını haber verir.” (Virgilius, Aeneas, X, 97)

Doğamın işkence ve ateşten daha büyük düşmanları olan sefil ve aşağılık uygulamalarla ve belalarla dolu bir yüzyıldan sonra yargıçların daha kötü haksızlıklarına uğramamak için kendine kaç kez açıkça haksızlık ettim. “Convenit à litibus quantum licet, et nescio an paulo plus etiam quàm licet, abhorrentum esse. Est enim non mudo liberale, paululum nonnunquam de suo jure decedere, sed interdum etiam fructuosum.” [“Davalardan kaçınmak için elden gelen her şey, hatta biraz daha fazlası yapılmalıdır; çünkü bazen haklarından vazgeçmek sadece övgüye değer değil, aynı zamanda avantajlı bir şeydir.” (Cicero, De officiis, II, XVIII)]. Bir gün, soylu bir ailenin çocuğun annesinin davayı kaybettiğini, sanki öksürüğünü, ateşini ya da rahatsızlık veren bir şeyin yitirmişcesine bir mutlulukla herkese bildirdiğini işitmiştim. Eğer bizde iyice bilge insanlar olsaydık davayı kaybettiğimiz için sevinir ve övünürdük. Talihin bana verdiği yüksek yetki sahibi kişilerle akrabalık ya da yakınlık gibi ihsanları, vicdanıma uyarak, başkalarının aleyhinde kullanmaktan, kendi hakkımı onların hakkının üstünde saymaktan sürekli olarak kaçındım.

 

 

 

 

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version