Ana Sayfa Güncel Hayat ve Siyaset Demokrasi Hakkında İlerici Yanılgı – Friedrich A. Hayek

Demokrasi Hakkında İlerici Yanılgı – Friedrich A. Hayek

Modern hükümetin faaliyetleri çok az sayıda insanın istediği veya önceden gördüğü toplam sonuçlar meydana getirdiği zaman buna yaygınlıkla demokrasinin kaçınılmaz bir özelliği olarak bakılır. Bununla beraber böyle gelişmelerin genellikle herhangi bir tanımlanabilir insan grubunun arzularına tekabül ettiği pek de ileri sürülemez. İnsanların iradesi dediğimiz şeyi tahkik etmek için seçtiğimiz özel sürecin, nüfusun herhangi bir esaslı kısmının ‘ortak iradesi’ adını hak etmekle çok az ilgisi olan sonuçlara yol açtığı görülüyor.

Gerçekten de biz sadece bugün bütün Batı demokrasilerinde hüküm süren ve temsili bir organın çoğunluğunun kanunları yaptığı ve hükümeti yönlendirdiği belirli kurumlar dizisini demokratik addetmeye öylesine alıştık ki, bunu mümkün olan tek demokrasi biçimi sayıyoruz. Bunun bir sonucu olarak bu sistemin, genelde iyi işlediği ülkelerde dahi hiç kimsenin hoşlanmadığı sonuçlar hasıl etmekle kalmayıp bu demokratik kuramların, temsili meclislerin uygun görevlerine ilişkin güçlü geleneklerce sınırlanmadığı çoğu ülkede işlemez olduğunun ortaya çıkmasının üzerinde bile durmuyoruz. Haklı olarak esas demokrasi ülküsüne inandığımızdan genellikle onun tecessüm etmiş biçimi olarak kabul edile gelen belirli kurumlan savunmak zorunda olduğumuzu hissediyoruz ve korumak istediğimiz bir idealin itibarını zayıflatabileceği için onları tenkit etmede tereddüt ediyoruz.

Mamafih artık, yakın geçmişte, devam eden samimiyetsiz sözlere ve hatta daha da yaygınlaştırılması taleplerine rağmen, düşünceli insanlar arasında onun sıklıkla yol açtığı sonuçlar hakkında giderek artan rahatsızlık ve ciddi kaygıların belirdiğini gözardı etmek mümkün değildir. Bu her yerde, demokrasiye sırf “kimin neyi, ne zaman ve nasıl elde ettiği”nin kararlaştırıldığı kaçınılmaz mücadelenin bir başka biçimi olarak bakan bazı çağdaş siyaset bilimcilere özgü o alaycı gerçekçilik biçimini almaz. Fakat, hiç kimsenin onaylamadığı gelişmelerin kaçınılmaz olduğu inancının sebebiyet verdiği, demokrasinin geleceği hakkındaki derin hayal kırıklıkları ve şüphelerin hakim olduğunu inkar etmek hemen hemen imkansızdır. Bu [durum], çok yıllar önce Joseph Schumpeter’in, serbest piyasaya dayanan bir sistemin çoğu kişi için iyi olabileceği halde bunun gerçekleşmesinin ümitsiz olduğu, öte yandan vaatlerini yerine getiremeyecekse de sosyalizmin gelmesinin kaçınılmaz olduğu yönündeki çok iyi bilinen iddiasında” ifadesini bulmuştur.

Daha yüksek bir nomos’un sınırlılıklarını kabul ettiğinden kişisel özgürlüğün teminatı olarak anlaşılan ve gerçekten de böyle işleyen ilk ihtişamlı döneminden sonra, er veya geç belirli bir meseleyi şu veya bu şekilde bir çoğunluğun mutabık kaldığı bir tarzda çözümlemesi hakkını iddia etme haline gelmesi, demokrasinin gelişiminin düzenli mecrası gibi görünüyor. İşte, bu bölümün başındaki alıntının atıfta bulunduğu meşhur olayın gösterdiği gibi, beşinci yüzyıl sonrasında Atina demokrasisinin başına gelen budur; ve bir sonraki yüzyılda Demosthenes (ve diğerleri) ‘kanunlarımız pek çok buyruktan daha iyi değildir; hayır, buyrukları kaleme alırken gözönüne alınması gereken kanunların buyruklardan daha geç [tarihli] olduklarını göreceksiniz’ diye şikayet edeceklerdi.

Modern zamanlarda Britanya Parlamentosu hükümran, yani sınırsız yetkiler iddiasında bulunduğunda ve 1766’da özgül kararlarında kendinin yapmadığı genel kuralları gözetmek zorunda olduğu fikrini açıkça reddettiğinde benzer bir gelişme başladı. Gerçi bir süre için kuvvetli bir hukuk devleti geleneği Parlamentonun kendi kendisine tanıdığı gücün ciddi biçimde kötüye kullanılmasını engellediyse de, uzun vadede, temsili hükümetin başarılmasından kısa süre sonra, anayasal monarşinin gelişimi boyunca yüksek iktidar üzerinde zorlukla inşa edilen bütün kısıtlamaların artık gereksiz oldukları gerekçesiyle başarılı bir şekilde ortadan kaldırılması yönündeki modem gelişmenin büyük felaketini ortaya koydu. Bunun gerçekte, bütün iktidarın, sürekli yönetim ilkeleriyle sınırlandırılmasından oluşan anayasacılığın terki anlamına geldiği Aristotle tarafından ‘pek çoğu bireysel olarak değil kollektif biçimde hükümran olduğundan… kanunların hükümran olmadığı yerde… böyle bir demokrasi asla anayasa değildir’ diye iddia ettiği zaman görülmüştür; ve bu [durum| geçenlerde ‘artık tam olarak anayasadan hiç bahsetmeyecek kadar demokratik anayasalardan bahseden modern bir yazar tarafından da vurgulanmıştır. Gerçekten de bize artık ‘modern demokrasi kavramının yönetici organın üstünde hiçbir sınırlamanın konulmadığı bir hükümet biçimi’olduğu söyleniyor ve, gördüğümüz gibi, bazıları şimdiden anayasaların modern hükümet kavramında hiçbir yeri olmayan eksiden kalma şeyler olduğu sonucuna varmışlardır.

Hakim Demokrasi Biçiminin Vahim Kusuru, Sınırsız İktidar

Trajik yanılgı, demokratik usullerin benimsenmesinin hükümetin gücü üzerindeki bütün diğer sınırlamalardan vazgeçmeyi mümkün kıldığı idi. Bu aynı zamanda, hükümetin demokratik biçimde seçilen yasama [meclisi| tarafından denetlenmesinin geleneksel sınırlamaların yerini alacağı inancını teşvik etti*9*; oysa ki, gerçekte özel guruplar lehine belirli bir eylem programını desteklemek için teşkilatlı çoğunluklar oluşturma gereği, yeni bir keyfilik ve tarafgirlik kaynağını gündeme getirmiş ve çoğunluğun ahlaki ilkeleriyle uyuşmayan sonuçlar doğurmuştur. Göreceğimiz gibi, sınırsız iktidara sahip olmanın paradoksal sonucu, temsili bir organın, kabul ettiği genel ilkeleri egemen kılmasını imkansızlaştırır, zira böyle bir sistemde temsili meclisin çoğunluğu, bir çoğunluk olarak kalmak için, elinden geldiği kadarıyla, özel yararlar bahşederek çeşitli çıkar guruplarının desteğini satın almak zorundadır.

Böylelikle, İngiltere’nin dünyaya, temsili hükümetin kıymetli kurumlan ile habis parlamenter egemenlik ilkesini vermesi de gerçekleşti ki, bu ilkeye göre temsili meclis sadece en yüksek değil fakat aynı zamanda sınırsız otoritedir. İkincinin zaman zaman ilkinin zorunlu bir sonucu olduğu düşünülür ama öyle değildir. |Temsili Meclisin] gücü bir başka üstün ‘irade’ tarafından değil fakat devletin bütün güç ve uyumunun dayandığı halkın rızası tarafından sınırlanabilir. Eğer bu rıza, yalnızca genel adil davranış kurallarını vaaz’ etme ve uygulamayı onaylar ve hiç kimseye bu kuralların uygulanması (veya geçici olarak, bir felaket yüzünden düzenin şiddetli bir şekilde bozulması dönemi) hariç, cebir kullanma gücü verilmezse kurulmuş en yüksek iktidar dahi sınırlandırılabilir. Gerçekten de, Parlamentonun egemenlik iddiası ilk bakışta sadece kendisinin üstünde başka bir irade tanımadığı anlamına gelmekteydi; ancak |bu] tedricen her ne isterse onu yapabileceği anlamına gelmiştir ki, bu zorunlu olarak birinciyi izlemez, çünkü devletin birliğinin ve dolayısıyla organlarının herhangi birinin dayandığı rıza, yalnızca iktidarı sınırlayabilir ama eylemde bulunmak için müspet yetki bahşetmez. İktidarı yaratan sadakattir ve bu şekilde meydana getirilen iktidar halkın iradesi tarafından genişletildiği ölçüde genişler. Bu, hukuk devleti (hakimiyeti, hükümranlığı veya üstünlüğü) parlamentonun hakimiyeti haline geldiği için unutulmuştur. Ve kanun hakimiyeti kuralların, kaynakları itibariyle değil nitelikleri yoluyla tanımlanan bir hukuk kavrayışını gerektirirken, kararlarının biçim veya muhtevası ne olursa olsun, bugün yasama meclisleri kanun yaptıkları için böyle adlandırılmıyor fakat kanunlar yasama meclislerinden çıktıkları için o şekilde [kanun olarak] adlandırılıyor.

Şayet mevcut kurumların bir çoğunluk tarafından istenen veya onaylanan sonuçları hasıl ettiği haklı olarak iddia edilebilseydi, demokrasinin temel ilkesine inananlar tabii ki o sonuçları kabul ederlerdi. Fakat gerçekte bu kurumların hasıl ettiği şeyin, büyük ölçüde, çoğunluğun veya başka binlerinin iyice düşünülmüş bir kararından çok, çoğunluğun idaresi olduğuna inanmamızı teyit etmek için kurduğumuz muayyen tarzda bir mekanizmanın önceden tasarlanmış bir sonucu olduğunu düşünmemiz için kuvvetli sebepler vardır. Öyle görünüyor ki, demokratik kuramların Hukuk Devleti geleneği ile sınırlanmasının ortadan kalktığı yerlerde bunlar yalnızca ‘totaliler demokrasi’ye değil fakat zaman içinde bir ‘halkoyu yoluyla diktatörlüğe’ de yol açmıştır. Bu kesinlikle bizim, sahip olunan kıymetli bir şeyin kolaylıkla kopya edilebilecek belirli bir kurumlar dizisi değil ancak daha az somut gelenekler olduğunu ve bu kuramların bozulmasının, mekanizmanın iç mantığının genel adalet kavramlarının üstünlüğü yoluyla denetlenmediği yerlerde zorunlu bir sonuç olabileceğini bile anlamamızı sağlamalıdır. Yerinde bir şekilde söylendiği gibi, ‘demokrasiye inancın demokrasiden daha üstün şeylere inancı gerektirdiği doğru olmayabilir mi? Ve gerçekten de insanların demokratik bir hükümeti devam ettirebilmeleri için, kararları, diğerlerinden daha fazla oy sağlayabilecek şekilde, kendilerini desteklemek için yeterli sayıda örgütlenmiş bir seçmen gurubunu elde ettikleri bir pazarlık sürecinin gerekleri tarafından yönlendirilmesi zorunlu olan seçilmiş bir gurup temsilciye sınırsız iktidar devretmekten başka bir yol yok mudur?

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version