CEMAL SÜREYA: “SİZİN HİÇ BABANIZ ÖLDÜ MÜ?” ŞİİRİMİ BABAMIN ÖLÜMÜ ÜZERİNE YAZDIĞIMI SANANLAR VAR

yazar:

kategori:

Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum/ Yıkadılar aldılar götürdüler/ Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü/ Gözümün biri söndü kör oldum/ Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak/ Şöylelemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına/ Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi/ Taşlarda yüzümün yarısını gördüm/ Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü/ Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?

“Ölümden değil, ölünün kendisinden korkardım”

Ümit Yaşar’ın ölüm haberi büyük bir burkulma yarattı içimde. Üzüntüden çok ayrı birÜmit Yaşar Oğuzcan şey bu. Bir çeşit yalnız kalma, gücünü yitirme, eksiklik duygusu. Bir yanından usul usul kanın sızar… Oysa son on beş yılda pek görüştüğümüz de yoktu. Bir iki kez galerisine gittim. Her seferinde de, kalabalık arasında, beşer dakika konuştuk, konuşmadık. 58-65 yıllarındaki sıcak ilişkiden bir şey kalmamıştı. O bana kızar, ben onun şiirini sevmem. Ama, sanırım o da farkındaydı, bizim için onca önemli değildi bunlar. Arkadaştık. O vardı, ordaydı ve benim gözümde kim bilir nelerin avuntusu ya da bahanesiydi. Her gün bir arada olduğumuz birinin ölümüyle gelen boşluk duygusunu açıklamak kolaydır. Bu o değil. Halil Kocagöz’ün ölümünde de aynı sarsıntıyı geçirmiştim. Sanırım, burada kişinin kendi ben’iyle ilgili bir şey de araya giriyor. Demek, o ölen sizin dünyanızın bir parçasıymış. Dünya artık eskisi kadar sizin değil.

Çocukluğumda bir yakınımın öldüğü evde bir başıma kalamazdım, korkardım. Aylarca sürerdi bu. Ölümden değil (öleceğime inanmazdım), ölünün kendisinden korkardım. Oysa yabancı bir ölünün başında sabaha kadar bekleyebilirdim. Bunun kendi üzerimde açıklamasını yapabilmiş değilim. Bugün de bir yakınımın cenazesine kolay gidemem. Büyük bir sorundur benim için.

Babamın trajik ölümünü anımsıyorum; kız kardeşlerim, halam, başkaları, kendilerini yerden yere atıyorlardı. Benim gözümden yaş gelmemesi o günlerde dedikodu konusu bile olmuş. Bir süre sonra, kız kardeşlerim, halam, başkaları, gerçeğe alıştılar. Ama benim içimdeki düğüm çözülmedi. Üç yıl sonra Aksaray’da (Sezai’ye anlatmıştım), on üç yıl sonra Beykoz’da gittiğim kahvelerde birçok kez babamın az ilerdeki masada oturduğunu gördüm. Çayını içiyor, az sonra da kalkıp gidiyordu. Yanılsama, evet. Ama neden bütünüyle işlemiyordu yanılsama? Niçin yanına gitmiyordum?

“Sizin Hiç Babanız Öldü mü?” adlı şiirimi babamın ölümü üzerine yazdığımı sananlar var. İlk şiirlerimdendir. Babamın ölümünden dört yıl önce yayımlamıştım onu.
“Kars”ı da. Kars’ı görmeden, Paris’te yazdım. İşin tuhafı yurda döndüğümde, teftiş göreviyle hemen gönderildiğim yer de Kars oldu.
Dört yaşındaydım. Bir yaşındaki kardeşim Kemal ölmüş. Babam kollarındaki bir yastığın üstünde taşıyor onu. Ardında bir kalabalık. Ağır ağır ilerliyor. Ben penceredeyim. Kış.

Sevgili Ümit Yaşar Oğuzcan, çok neşeliydin; ama çok neşeli olmak zorundaydın sanki.
Seni tanımadan çok önce (1950-1952) Varlık’ta “Yarın Güneş Doğmayacak” diye bir şiirin yayımlanmıştı. Sonra, birden, çok hızlı bir dışadönme olayının içine girdin.
Ankara’da, Büyük Sinema’nın üstündeki postanede oturur, Eskişehir’in ne güzel bir kent olduğundan söz ederdik.

Bir şiiri beğenmişsen, hiç üşenmez, gidip o saat, şairine telgraf çekerdin.
Ölüm, Ganj ırmağı gibi bir yer mi (Bir memleket mi ki)? Bu ırmağın genişliği ürküttü beni. Ara Güler’in yazdığına göre Boğaziçi’nin genişliğinin hemen hemen iki katı kadarmış. Denizler kaç para?

Günler (56)
Cemal Süreya


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir