Ana Sayfa Edebiyat Çağdaş İki Yazar, İki Tutum: Gabriel Marquez ve Luis Borges – Tomris...

Çağdaş İki Yazar, İki Tutum: Gabriel Marquez ve Luis Borges – Tomris Uyar

Dünyanın neresinde olursanız size kucak açan bir yazardır Marquez

1982 Nobel Yazın Ödülü’nü kazanan Kolombiyalı Gabriel Garda Marquez, geçenlerde bir konuşmasında, gelecek yıllarda bu ödülün, ustası Arjantinli Jorge-Luis Borges’e verileceğini umduğunu belirtiyordu. Yalnız Marquez değil, Latin Amerika yazınının önde gelen bütün adları, Borges’in yaygın etkisini, önemini belirtmekten geri durmuyorlar.
Bu yazıda, iki yazardan birer yapıt çevirmiş bir okur-çevirmen ve bir yazar olarak, çağımızın iki ustasının ürünlerine yansıyan özel dünyalara bir göz atmak istiyorum kısaca.
Borges nasıl bir dünya sunar okuruna? “Haince birbirine açılan” ve yine başlangıçtaki geçitte son bulan raf uçurumları, tökezleten kırık basamaklar, aynalar ve simetrik yontularla dolu bir labirent evren: Kitaplık.
Borges; Poe’nun, Chesterton’un, Wells’in iç mekânlarında gezinerek, tiyatro sahnelerine bakarak, çağdaş polisiye romanlarının kurgularını irdeleyerek “şimdi”yi oluşturan tohumların geçmişteki uzantılarını bulur. Savunur. Öyle ki, öykünün kahramanı, rastgele bir konuşmanın, bir okuma deneyiminin ya da bir karşılaşmanın uyandırdığı ve uyardığı bir arayış sonucunda “yitirdiğini sandığı bir şeyi; yeniden elde etme”nin sevincini yaşar.
“Bu kalabalık kadrolu oyun da böylece zamanla oturdu, neden sonra, 1824’ün 6 Ağustos günü, yaslı perdeleriyle Lincoln’unkini önceden belirleyen bir tiyatro locasında, nicedir özlenen bir kurşun …”*

Metafizik, sağcı gibi sıfatlarla anılan Borges’in çağcıl yazarlığında sanıyorum, büyük ölçüde, kurduğu bu özel evreni aklayan, haklı çıkaran özel bir kurgu keşfetmesinin payı büyüktür.
Ayrıca, okurunu kendisini sevip sevmemekte özgür bırakan az bulunur yazarlardandır Borges. Okura abanmaz, yanaşmaz, onunla kendi seçtiği koşullarda buluşmak ister. Ancak “zorlu çabalarını” izleyen dikkatli okurların bu sınavı atlatabileceğine inanır. Bu arada, okurun ve çevirmenin önüne çeşitli sınav basamakları da yerleştirir. İspanyol ve Güney Amerika kültürünün yanı sıra Fransız, İngiliz, Alman ve İbrani kültürüyle de beslenen bu yazara, özel bir bilgi donanımı olmaksızın ayak uydurmak hiç de kolay değildir. Çoğu zaman, değil kaynağını, ipucunu bile ansiklopedilerde nasıl arayacağınızı kestiremediğiniz alıntılara yer verir. Öykülerin sonuna düzmece notlar koyar. Ama bu bilgi gösterisinde okuru ezme değil, tam tersine, onunla birlikte “doğru”, “gerçek” gibi kavramları sorgulama eğilimi baskındır, sırasında “tumturaklı sözlerin yazarı” diyerek kendiyle de dalga geçer.
Borges’in dünyası, olaylardan çok, eskilerden oluşmuş ve yinelenegelmiş bir model’in getirdiği sorulara öncelik tanır. Öyleyken, bu sorular dünyasında yaşayan kişiler, inanılmaz derecede kanlı canlı bireylerdir. Dedektifler, gangsterler, savaşçılar, tutsaklar, kitaplık memurları ve onların engizisyoncuları, çoğu kere bir modelin tür başlatıcıları olarak çizilseler bile “engin ve anlaşılmaz bireyler”dir, bütün bireyler gibi. Öç alıcı Emma Zunz ile bir pusula aracılığıyla ölümün çağrısına koşan detektif Lönn-rot arasında ne cinsiyet ayrımı vardır ne zekâ ayrımı.
Borges, son yapıtlarında, geleneksel kahramanları, çizgi roman tiplerini yeniden yorumluyor. Dediğine bakılırsa, asıl konusunu, asıl anlatımını şimdi bulmuş. Ama Borges’e inanılır mı hiç?
“Yol halısı inek tırnaklarıyla delik deşik olmuş ‘çıplak taş merdivenlerden çıkıp birinci kata vardık; ilk geçitten özel yatak odalarına kadar, yerle bir olmuş yazıhaneler, arsız ineklerin istilasına uğramış protokol salonları, kadife perdeleri ve iskemle püsküllerini kemiren inekler gördük, askerlerle azizlerin kırık dökük eşyanın arasına atılmış, yere çalınıp taze inek fışkısına bulanmış kahramanlık portrelerini gördük, ineklerin kemirip bitirdikleri bir yemek odası gördük, yine ineklerin hışmına uğramış, sıçılıp sıvanmış müzik odasını, kırılmış domino masalarını, bir köşede öylece duran rüzgâr gülünü gördük…”
Şimdi de, yüzyıllar boyu ölmek bilmeyen, halkına durmaksızın ölüm gözdağı veren, kıyıcı, bunak bir diktatörün ülkesin-deyiz. Konuşmaları (kişilikleri) bile birbirinden bir noktalı virgülle ayrılan, bir zorbanın yönetiminde doğup yaşlandıkları, yazgılarını ister istemez onun yazgısına bağladıkları için birer birey olma katına asla ulaşamayan, ulaştırılamayan ezik yurttaşların dünyasında. Gerçeğin gerçek-dışından kıl payıyla ayrıldığı “şizofren” dünyada. Bu dünyada aile-içi yasak cinsel ilişki sonucu peydahlanan kuyruklu çocuklar, yüzyıllık yalnızlıklara gün giymiş kapalı Faulkner aileleri de yaşamaktadır. Yağmurlar onlarca yıl sürmekte, kelebekler sayrılık saçmaktadır. Marquez, ninelerin “mitoman” anlatımını benimseyerek bu inanılmaz evreni inanılır kılmayı başarır. Süregelen umutsuzluğun sürüp giden umudu asla kösteklemeyeceğini, bir gün umutsuzluğun bi-timsiz süresinin dolacağını muştular okuruna.
Marquez’in kişilerinin büyük çoğunluğu çağdan, daha doğru bir deyişle gün’den habersizdi. Özellikle kadınları, yıllardır çizilegelen “ermiş ana”, “ateşli metres”, “uçup giden gençlik sevgilisi” gibi kategorilere ayrılırlar, o kategoriler içinde işlenir, ya-şarlılık kazanırlar. Çünkü “şimdi” önemli değildir Marquez’in gözünde. Borges’in aksine, geçmişten geleceğe uzanan çizgi önemlidir. Şimdi burada bir soru:
Acaba gün’ün gündeme getirilmesini engelleyen devrimci bir yazarı günümüz insanıyla ilgilenmekten alıkoyan bu destancı yaklaşım mıdır? “Marquez destanı”nın büyüsüne kapılmamak elden gelmez. Folklorik ayrıntılarıyla, bitmez tükenmez bezekleriyle Batılı okura çok ilginç gelen bu dünya, geri bıraktırılmış ülkelerin sorunlarıyla bizlere de yakın gelmektedir. Dünyanın neresinde olursanız size kucak açan bir yazardır Marquez. Dünyanın bütün okurlarını kendini sevmekte birleştirmek ister sanki. Yüzyıllık Yalnızlık’ta romanın vazgeçilmez bir öğesi olan erotizmi sonraki yapıtlarında yerli yersiz kullanmaktan kaçınmaz. Cinselliği genel şiddetin bir parçası olarak yorumlarken dilim dilim kesilen cesetler, günlerce kokan patlamış bağırsaklarla çok-satan yazarların tekniklerinden de yararlanır. Kırınızı Pazarteside Marquez’in, ustası Borges’in yolundan gittiğini, polisiye olmayan bir polisiye roman yazdığını görüyoruz. Ne var ki kişiler ve mekân yine değişmiyor. İlişkiler de.
İki ustayı (ne yazık ki İngilizceden) Türkçeye çevirirken, seçtikleri sözcüklerin ve kavramların Osmanlıcaya daha bir cuk oturduğunu kavrıyorsunuz. Gelgelelim çetrefil soruları son derece çağdaş bir dille koyan Borges ile oldukça düz soruları çok çetrefil, bezekli bir anlatımla sunan barok Marquez’i, bizim kendimize özgü dil tartışmalarının dar sınırlarına çekmek yakışık almıyor. Borges’i sıcaklaştırayım derken gerilerde dondurmak, Mârquez’e Türkçe söyleteyim derken diline bir abartı daha katmak sakıncası doğuyor.
“Siz Borges değil misiniz?” diye soran bir okuruna, “Evet, arada bir” yanıtını vermiş Borges. Marquez’inse yirmi dört saat süreyle Marquez olduğu kuşkusuz.

Çağdaş Eleştiri, Sayı 10, Aralık 1982
* Ölüm ve Pusula, Ada Yayınları, 1982, s. 77.

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version