Çağdaş toplumda normal bireylerin bulduğu çözüm: Robot Uyumluluğu – Erich Fromm

erich frommOnlar da kendi çevrelerine o kadar benzerler ki, çevrelerinden nerdeyse ayırt edilemezler. Kendi bireysel benliğinden vazgeçen ve bir robot haline gelen kişi, çevresindeki milyonlarca diğer robotla aynı olur, ve artık kendini yalnız hissetmez, kaygı duymaz. Ama ödediği bedel yüksektir; kendi benliğini yitirmiştir. Yalnızlığı yenmenin “normal” yolunun bir robot haline gelmek olduğu görüşü, kültürümüzdeki insanın en yaygın görüşlerinden biriyle çelişmektedir. Çoğumuz, düşünme, hissetme ve dilediği gibi davranma özgürlüğüne sahip bireyler olarak düşünülürüz. Kuşkusuz bu, çağdaş bireycilik konusundaki genel görüş olmakla kalmamakta, aynı zamanda her birey, kendisinin “kendisi” ve düşüncelerinin, duygu ve isteklerinin “kendisine ait” olduğuna içtenlikle inanır.

Tartıştığımız bütün işleyişlerde, birey, kendi dışındaki dünyanın ezici gücü karşısındaki önemsizlik duygusunu ya kendi bireysel bütünlüğünü yadsıyarak, ya da dünyanın tehdit oluşturmasını durdurmak üzere başkalarını yok ederek yenmektedir.
Diğer kaçış mekanizmaları, kişinin, (bazı ruhsal durumlarda gördüğümüz üzere) dünyanın kendisini tehdit etmesi olgusunu tümüyle yok etmek üzere dünyadan el etek çekmesi ve dışındaki dünyayı çok küçük kılacak ölçüde kendisini büyütmesi şeklinde ortaya çıkar. Bu kaçış mekanizmaları bireysel ruhbilim için önemlidir gerçi ama, kültürel açıdan pek önem taşımazlar. Dolayısıyla onları burada tartışmak yerine, toplumsal önemi çok büyük olan bir başka kaçış mekanizmasına geçeceğim.
Ele alacağım bu mekanizma, çağdaş toplumdaki normal bireylerin büyük bir çoğunluğunun bulduğu çözümü oluşturur. Kısaca özetlemek gerekirse, birey, kendi olmaktan çıkar; kültürel kalıpların kendisine sunduğu kişiliği tümüyle benimser; böylece tıpkı diğerleri gibi ve onların kendisinden beklediği gibi olur. “Ben” ile dünya arasındaki tutarsızlık ve onunla birlikte de, bilinçli yalnızlık ve güçsüzlük duygusu ortadan kalkar. Bu mekanizma, bazı hayvanların kendilerini korumak üzere renk değiştirmesiyle kıyaslanabilir. Onlar da kendi çevrelerine o kadar benzerler ki, çevrelerinden nerdeyse ayırt edilemezler. Kendi bireysel benliğinden vazgeçen ve bir robot haline gelen kişi, çevresindeki milyonlarca diğer robotla aynı olur, ve artık kendini yalnız hissetmez, kaygı duymaz. Ama ödediği bedel yüksektir; kendi benliğini yitirmiştir.
Yalnızlığı yenmenin “normal” yolunun bir robot haline gelmek olduğu görüşü, kültürümüzdeki insanın en yaygın görüşlerinden biriyle çelişmektedir. Çoğumuz, düşünme, hissetme ve dilediği gibi davranma özgürlüğüne sahip bireyler olarak düşünülürüz. Kuşkusuz bu, çağdaş bireycilik konusundaki genel görüş olmakla kalmamakta, aynı zamanda her birey, kendisinin “kendisi” ve düşüncelerinin, duygu ve isteklerinin “kendisine ait” olduğuna içtenlikle inanır. Bununla birlikte, aramızda gerçek bireyler vardır gerçi ama, çoğu durumda bu inanç bir yanılsama, hatta bu durumdan sorumlu koşulların ortadan kaldırılmasına giden yolu tıkaması açısından, tehlikeli bir yanılsamadır.
Burada, ruhbilimin, bir dizi soruyla çabucak ortaya konulabilecek en temel sorunlarından biriyle karşı karşıyayız. Bu sorular şöyle sıralanabilir: Benlik nedir? Kişinin kendi öz edimleriymiş yanılsamasını yaratan edimlerin yapısı nedir? Kendiliğindenlik nedir? îlk zihinsel edim neyi anlatır? Ve son olarak, bütün bunların özgürlükle ne ilgisi vardır? Bu bölümde düşüncelerin ve duygulann nasıl olup da hem dışardan yaratıldığını, hem de aynı zamanda nesnel olarak kişinin kendi öz duygu ve düşüncesiymiş gibi yaşandığını ve kişinin kendi duygu ve düşüncelerinin bastırılıp, kişinin benliğinin bir parçası olmaktan çıkması sürecinin nasıl işlediğini göstermeye çalışacağız. Burada ortaya atılan soruların tartışmasınıysa “Özgürlük ve Demokrasi” bölümünde sürdüreceğiz.
Tartışmamıza “Hissediyorum,” “Düşünüyorum,” “İstiyorum” sözcükleriyle dile getirdiğimiz deneyimin anlamını çözümlemekle başlayalım. “Düşünüyorum,” dediğimizde, açık ve somut bir şey söylemiş oluyoruz. Sorulabilecek tek soru düşündüğümün doğru mu yanlış mı olduğudur, benim düşünüp düşünmediğim değil. Gene de bir somut deneysel durum, bu sorunun yanıtının beklediğimiz yanıt olmayabileceğini gösterecektir. Şimdi bir hipnotizma deneyine katılalım.14 işte A diye anacağımız özneyi B uyutuyor ve ona uyandıktan sonra kendisine getirildiğini sandığı bir elyazmasını okumak isteyeceğini, onu arayacağını ve bulamayacağını, sonra bir başka kişinin, C’nin onu çaldığını sanacağını, C’ye öfkeleneceğini söylüyor. Ayrıca bütün bunların hipnotik uyku sırasında kendisine verilmiş uyarılar olduğunu unutmasını da söylüyor. Şunu eklemek gerekir ki, C, öznemizin o güne dek hiç öfke duymadığı biridir ve koşullara göre de öfke duyması için bir neden bulunmamaktadır; üstelik, kendisi de aslında bir elyazması getirmiş değildir.
Ne olur? A uyanır ve bazı konularda kısa bir karşılıklı konuşmadan sonra, “Ha, bu bana bir şey hatırlattı, ben bir yazı yazmıştım, size okuyacağım (okumak isterim),” der. Bakınır, elyazmasım bulamaz, sonra C’ye döner, yazıyı almış olabileceğini söyler; C bu savı reddedince A birden öfkelenir ve C’yi düpedüz yazıyı çalmakla suçlar. Daha da ileriye gider, C’nin bir hırsız olduğunu inandırıcı kılacak nedenler öne sürer. Sağdan soldan duyduğuna göre, C’nin, bu elyazma-sına müthiş gereksinimi vardır ve bu anı fırsat bilip almıştır falan filan… Yalnız C’yi suçlamakla kalmamakta, suçlamasını inandırıcı kılacak sayısız “ussallaştırmalar” uydurmaktadır. (Elbet bunlardan hiç biri doğru değildir ve bunlar daha önce A’mn aklından hiç geçmemiştir.)
Şimdi bu noktada odaya bir başkasının girdiğini düşünelim. A’mn duyduğunu ve düşündüğünü söylediğinden hiçbir kuşku duymayacaktır; kafasındaki tek soru, suçlamasının doğru olup olmadığı, yani A’nın düşüncelerinin içeriğinin, gerçek olgulara uyup uymadığı olacaktır. Ama sürece başlangıcından bu yana tanık olan bizler, suçlamanın doğru olup olmadığını sormaya gerek görmeyiz. Şu anda A’nın duyduklarının ve düşündüklerinin kendi duygu ve düşünceleri değil de, kafasına bir başka kişi tarafından konulmuş yabancı öğeler olduğundan emin olduğumuzdan, sorunun bu olduğunu biliyoruzdur.
Deneyin orta yerinde sahneye çıkan kişinin varabileceği sonuç şöyle olabilir: “A, bütün bu düşünceleri beslediğini açıkça dile getiriyor. Ne düşündüğünü en iyi kendisi bilir, duygularıyla ilgili olarak kendi söylediklerinden daha geçerli bir kanıt yok ortada. Düşüncelerinin kendisine sonradan benimsetildiğini ve yoktan var olan yabancı öğeler olduğunu söyleyen başka kişiler var. Doğrusu kimin haklı olduğuna karar veremem; içlerinden herhangi biri yanılıyor olabilir. Bir kişiye karşı iki kişi bulunduğuna göre, belki de çoğunluk haklıdır.” Öte yanda deneyi baştan sona izlemiş olan bizler, kuşku duymayacağız, yeni gelen de başka hipnotik deneylere katılmış olsa, o da kuşku duymayacak. O zaman, bu türden bir deneyin, sayısız kez değişik kişilerle değişik şekillerde tekrarlanabileceğim görecek. Hipnozcu, çiğ patatesin nefis bir ananas olduğunu söyleyebilir, özne ananası yerken aldığı tatla patatesi yiyecektir. Ya da öznenin hiçbir şey göremeyeceği telkin edilirse, özne kör olacaktır, ya da diyelim, dünyanın yuvarlak değil de düz olduğu telkin edilirse, özne ateşli bir şekilde dünyanın düz olduğunu savunacaktır.
Hipnoz, özellikle de hipnoz sonrası deney neyi kanıtlar? Öznel olarak kendimize ait olduğuna inandığımız, düşünce, duygu ve isteklerimizin hatta duyusal heyecanlarımızın olabileceğini, öte yanda bu düşünce ve duygulan yaşamakla birlikte bunların bizim içimize dışardan konulabileceğini, temelde yabancı olduklannı ve düşündüğümüz, duyduğumuz şeyler olmadıklarını kanıtlar.
Giriştiğimiz hipnoz deneyi neyi gösterir? (l)Denek bir şey yani elyazmasım okumayı ister, (2) bir şey, yani C’nin elyazmasım aldığını düşünür, ve (3) bir şey, yani C’ye karşı öfke hisseder. Bu zihinsel edimlerin üçünün de —isteme itkisi, düşüncesi, duygusu— kendi zihinsel etkinliğinin sonucu olmak anlamında kendisine ait olmadığını gördük. Kendisinde oluşmadığını, ona dışardan verildiğini ve sanki kendisininmiş gibi öznel olarak hissedildiğini gördük. Denek, hipnoz sırasında kendisine verilmemiş birçok düşünceyi yani, C’nin elyazmasım çaldığı varsayımını “açıklamasına” yarayan “ussallaştırmaları” da dile getiriyor. Ama ne olursa olsun, bu düşünceler, yalnızca biçimsel anlamda onundur. Kuşkuyu açıklıyor gibi görünmelerine karşın, kuşkunun daha baştan bulunduğunu ve ussallaştırıcı düşüncelerin, duyguyu inanılır kılmak için uydurulmuş olduğunu biliyoruz; gerçekten açıklayıcı düşünceler değil, olgudan sonra oluşmuş düşüncelerdir bunlar.
Konuya bu hipnoz deneyiyle girmemizin nedeni, kendi zihinsel edimlerinin kendiliğindenliğine kesinlikle inanan bir kişide, bu edimlerin aslında kendisi dışında bir kişinin etkisinin sonucu olarak, belli koşullar altında geliştiğini en şaşmaz biçimde gösteren deney olmasındandır. Ancak bu görüngü, yalnız ve yalnız hipnoz durumunda görülüyor değildir. Düşüncelerimizin, duygularımızın ve isteyişlerimizin içeriklerinin dışardan bize verildiği ve hakiki olmadıkları olgusu, bu yalancı edimlerin olağan, kişinin kendisinden kaynaklanan gerçek edimlerinse istisna olduğu izlenimini verecek ölçüde varlık göstermektedir.
Düşünme ediminin bürünebileceği yalancı nitelik, isteme ve hissetme alanındaki aynı görüngüden daha çok bilinir. Dolayısıyla, gerçek düşünme ile yalancı düşünme arasındaki farkı ortaya koymakla işe başlamakta yarar var. Diyelim balıkçıların ve kentten gelmiş yazlıkçıların bulunduğu bir adadayız. Havanın nasıl olacağını bilmek istiyoruz ve radyoda hava raporunu dinlemiş olduklannı bildiğimiz bir
balıkçıyla iki kentli yazlıkçıya soruyoruz. Hayli deneyimi ve hava sorunu konusundaki olağan ilgi ve kaygısıyla balıkçı, biz ona soruyu sormadan önce bu konuda ne söyleyeceğine karar vermediğini varsayarak düşünmeye başlar. Rüzgarın yönünün, ısının, nemin falan, hava tahmininde bulunmada oynadığı rolü bildiğinden, bunların önemine uygun olarak çeşitli etmenleri ölçüp biçecek ve az çok kesin bir yargıya varacaktır. Belki de radyodaki hava raporunu anımsayacak ve kendi görüşünü desteklemek ya da çürütmek üzere bize aktaracaktır; radyoda söylenenler kendi tahminiyle çelişiyorsa, görüşünün nedenlerini tartmada özellikle dikkatli davranacaktır; ancak bize söyledikleri, kendi görüşü, kendi düşüncelerinin sonucudur ve işte önemli olan nokta da budur.
İki kent yazlıkçısından ilki bir erkektir ve görüşünü sorduğumuzda, havadan pek anlamadığını bilmekte ve anlama konusunda da pek bir zorlanım hissetmemektedir. “Ben bilemem,” diye yanıtlar bizi. “Ben yalnızca radyoda verilen hava raporunun şöyle şöyle olduğunu biliyorum.” Sorduğumuz diğer kentli, farklı bir tip. Aslında çok az bilmesine karşın, hava hakkında çok şey bildiğine inanıyor. Her soruya yanıt verebilmesi gerektiğini sanan bir tip. Bir an düşünür sonra bize aslında radyodaki raporun aynısı olan “kendi” görüşünü söyler. Nedenlerini sorduğumuzda, rüzgarın yönünü, sıcaklık derecesini dikkate alarak bu sonuca ulaştığını söyler.
Bu adamın davranışı, dışardan görüldüğü şekliyle, balıkçınınkinin aynı. Ama gene de, yakından inceleyecek olursak, radyodaki hava raporunu dinlediği ve onu kabullendiği açıkça ortaya çıkar. Adamın içindeki duygu, onu bu konuda kendi görüşünü geliştirmek zorunda bırakmıştır, bir başkasının yetkili görüşünü yinelediğini unutur ve bu görüşün, kendi düşünceleri sayesinde ulaştığı görüş olduğuna inanır. Verdiği nedenlerin kendi görüşünden önce var olduğunu sanır, ama bu nedenleri incelersek, daha önceden bir görüş oluşturmamış olması halinde, bu nedenlerin onu hava durumu hakkında herhangi bir sonuca ulaştıramayacağını görürüz. Bunlar aslında, adamın görüşünü, kendi düşüncesinin sonucuymuş gibi gösteren yalancı nedenlerden başka bir şey değildir. Kendisi, kendisine ait bir görüş geliştirdiği yanılsaması içindedir, ama gerçeklikte, yalnızca, bu sürecin farkında olmaksızın, bir yetkilinin görüşünü benimsemiştir. Belki de hava durumu hakkında
söyledikleri doğrudur da, balıkçınınkiler yanlıştır ama bu durumda balıkçı, “kendi öz” görüşü konusunda gerçekten yanılmış olsa da, doğru olan görüşler, adamın “kendi” görüşleri olmayacaktır.
insanların bazı konularda, örneğin siyaset konusundaki görüşlerini incelediğimizde de aynı görüngüyle karşılaşıyoruz. Ortalama bir gazete okuruna, belli bir siyasal sorun konusunda ne düşündüğünü sorun. “Kendi” görüşü olarak size, okuduğu şeyleri az çok eksiksiz bir şekilde aktaracaktır, ama gene de —işte bu nokta önemlidir— söylediklerinin, kendi öz düşünmesinin sonucu oldukları inancındadır. Siyasal görüşlerin, babadan oğula geçtiği küçük bir toplulukta yaşıyorsa, “kendi öz” görüşü, bir an için inanabileceğinden çok daha büyük bir kuvvetle, katı bir baba ya da ananın, kalıcı yetkesinin etkisi altındadır. Bir başka okurun görüşü, bir anlık utanmanın, bilgisiz sanılma korkusunun sonucu olarak dile gelebilir; burada da “düşünce” temelde doğal bir deneyim, arzu ve bilgi birleşiminin sonucu değil, bir paravandır. Estetik yargılarda da aynı görüngüye rastlanır. Bir müzeye giden ortalama insan, ünlü bir ressamın, diyelim Rembrandt’ın resmine bakar ve onun güzel ve etkileyici bir resim olduğu yargısına varır. Yargısını çözümlersek, resme karşı herhangi bir içsel tepkisi bulunmadığını, ama ondan güzel olduğunu düşünmesi beklendiği için güzel olduğunu düşündüğünü görürüz. Aynı görüngü, insanların müzik konusundaki yargılarında ve ayrıca algılama edimi konusunda da açıkça kendini belli eder. Ünlü bir manzaraya bakan birçok kişi, aslında sayısız kez, diyelim kartpostallarda gördükleri manzaraların kopyasını gözlerinin önüne getirirler; kendilerinin manzarayı gördüklerini sanırlar ama aslında gözleri önünde daha önce gördükleri bu kartpostal manzaralarını canlandırmaktadırlar. Ya da gözleri önünde olan bir kazayı izlerken, olayı, hemen oluşturdukları bir gazete haberi şeklinde görür ya da duyarlar. Hatta, birçok kişi için, yaşadıkları bir deneyim, bir sanatsal gösteri ya da katıldıkları bir siyasal toplantı, ancak olayı gazetede okumalarından sonra gerçek görünür.
Eleştirel düşüncenin bastırılması genellikle erken başlar. Örneğin beş yaşındaki bir kız çocuğu, annesinin sürekli olarak sevgiden ve dostluktan söz etmesine karşın aslında soğuk ve bencil olduğunu somut olarak anlayarak, ya da daha kaba bir şekilde, annesinin durmadan değerli ahlâk ölçütlerinden söz etmesine karşın, bir başka erkekle serüven yaşadığını fark ederek içtenlikli davranmadığını görür.
Çocuk bu tutarsızlığı hisseder. Adalet ve hakikat duygusu incinmiştir, ama gene de, herhangi bir eleştireye izin vermeyen anneye bağımlı olduğundan, ve diyelim, güvenemeyeceği zayıf bir babası bulunduğundan, çocuk, eleştirel sağduyusunu bastırmak zorunda kalır. Kısa bir süre sonra, annesinin ikiyüzlülüğünü ya da sadakatsizliğini fark etmez hale gelir. Eleştirel düşünceyi canlı tutmak hem yararsız hem de tehlikeli göründüğünden, çocuk, bu yetisini yitirecektir. Öte yanda, kendisini annesinin içten ve saygın olduğuna ve ana babasının mutlu bir evliliği bulunduğuna inanmak zorunda bırakan kültür kalıbının etkisi altında, bu fikri, kendi fikriymiş gibi kabullenmeye hazır olacaktır.
Bütün bu yapay düşünme örneklerinde sorun, düşünce içeriğinin doğru olup olmadığı değil, düşüncenin kişinin kendi öz düşüncesinin yani kendi öz etkinliğinin ürünü olup olmadığıdır. Hava tahmininde bulunan balıkçı olayında da dile getirildiği üzere, “kendi” düşüncesi yanlış bile olabilir ve kendisine verilmiş düşünceyi tekrarlamakla yetinen adamın düşüncesi doğru olabilir. Yapay düşünme, son derece mantıklı ve ussal da olabilir. Düşüncedeki yapay nitelik, ille de mantıksız öğelerde görünmez. Bu, aslında mantığa uygun olmayan nesnel etmenler tarafından belirlendiği halde, ussal ve gerçekçi dayanaklarla açıklanmaya çalışılan edim ya da duyguların ussallaştırılmasında incelenebilir. Ussallaştırma ya da neden uydurma, mantıklı düşünme kurallarına ya da olgulara ters düşebilir. Ama çoğu kez, kendi içinde mantıklı ve ussaldır; usdışıhğı, yalnızca nedeniymiş gibi göründüğü edimin gerçek güdüsü olmayışında yatmaktadır.
Mantıksız ussallaştırmaya örnek oluşturan çok ünlü bir fıkra vardır: Komşusundan bir kavanoz ödünç alan biri, onu kırmış ve geri vermesi istendiğinde şu yanıtı vermiş: “Bir kere ben onu sana geri verdim; ikincisi, hiçbir zaman ödünç almamıştım zaten; üçüncüsü de bana verdiğinde kavanoz zaten kırıktı.” Bir de “mantıklı” ussallaştırma örneği var. A diyeceğimiz biri, müthiş bir mali sıkıntı içindedir ve B adındaki akrabasından borç para ister. B, isteği reddeder ve ödünç para vermekle, A’nın sorumsuz olma ve başkalarına sırtını dayama eğilimlerini desteklemiş olmamak için böyle davrandığını söyler. Bu akıl yürütme son derece yerinde görünebilir, ama gene de bir ussallaştırmadır; çünkü B, A’ya nasılsa borç vermek istememiştir ve A’nın iyiliğini
düşündüğünden böyle davrandığına inansa da, aslında kendi cimrilik güdüsü bu nedeni uydurmasına yol açmıştır.
Demek ki, ortada bir ussallaştırma olup olmadığını anlamak için kişinin söylediğinin mantıklı olup olmadığına bakmak yetmiyor, kişide işleyen ruhbilimsel güdüleri de hesaba katmamız gerekiyor. Belirleyici nokta neyin düşünüldüğü değil, düşünülen şeyin nasıl düşünüldüğüdür. Etkin bir düşünmenin sonucu olan düşünce, her zaman için yeni ve özgündür; ille de başkalarının bunu daha önce hiç düşünmediği anlamında değil, düşünen kişinin düşünmeyi, kendi dışındaki dünyada ya da kendi içinde yeni bir şey keşfetmek için bir alet olarak kullanması anlamında özgün. Ussallaştırmalarda genellikle bu keşfetme ve ortaya çıkarma niteliği yoktur; kişinin içinde var olan coşkusal önyargıyı doğrularlar. Ussallaştırma, gerçekliğe ulaşma aracı değil, kişinin kendi arzularını var olan gerçeklikle uyumlu bir şekilde, ve de söz konusu olayın gerçekleşmesinden sonra birbirine karıştırması girişimidir.
Düşünmede olduğu gibi duyumsama ya da hissetmede de, kendi içimizde yeşeren gerçek duyguyla, sandığımız gibi gerçekten bize ait olmayan yalancı duyumsamayı birbirinden ayırt etmemiz gerekir. Günlük yaşamımızdan, başkalarıyla ilişkide duygularımızın yapay nitelikli olduğunun tipik bir örneğini oluşturan bir olay alalım. Bir partiye katılan bir erkeği gözlemliyoruz. Neşeli, gülüyor, dostça söyleşiler yapıyor, kısacası, çok mutlu ve hoşnut görünüyor. Partiden ayrılma vakti, o akşam ne kadar hoş vakit geçirdiğini söylerken dostça bir gülümseme var yüzünde. Ardında kapı kapanır — işte şimdi onu çok dikkatle izleyeceğiz. Yüzünde ani bir değişiklik fark edilir. Gülümsemesi kaybolmuştur; şimdi yalnız olduğuna ve kendisinde gülümseme isteği uyandıracak hiçbir şey ya da hiç kimse bulunmadığına göre, bu beklenen bir durumdur kuşkusuz. Ama sözünü ettiğim değişiklik gülümsemenin kaybolmasından öte bir değişiklik. Yüzünü derin bir hüzün, nerdeyse umarsızlık kaplamıştır. Bu anlatım belki yalnız birkaç saniye sürer sonra yüzde, her zamanki maskemsi anlatım görünür; adam arabasına biner, yaşadığı akşamı düşünür, iyi bir izlenim bırakıp bırakmadığını sorar kendine, bıraktığını hisseder. Ama parti sırasında “kendisi” mutlu ve neşeli miydi? Yüzünde gözlemlediğimiz kısa üzüntü ve umarsızlık anlatımı, büyük bir önem taşımamaktan kaynaklanan anlık bir tepki miydi yalnızca? Bu adamı daha iyi tanımaksızın bu sorunun yanıtı konusunda karar vermek nerdeyse olanaksızdır. Ancak adamın neşeliliğinin ne anlama geldiğini kavramamızda ipucu oluştı ıracak bir olay vardır.
O gece, düşür de yine orduda, savaşta olduğunu görür. Düşman hattına girip düşman karargahına sızma emri almıştır. Alman üniformasına benzeyen bir subay üniforması giyer ve ansızın kendisini bir grup Alman sı bayın arasında bulur. Karargahın böylesine rahat olması ve herkesin kendisine dostça davranması karşısında şaşırmıştır ama kendisinin bir casus olduğunu anlayacakları korkusu giderek artar. Genç subaylar arasında, özellikle hoşlandığı biri ona yaklaşır ve “Kim olduğunuzu biliyorum. Kaçmanızın tek bir yolu var. Fıkralar anlatmaya başlayın ve onları öyle çok güldürün ki, sizin fıkralarınız onları sülüklesin, sij e dikkat edemez hale gelsinler.” Bu öneriden dolayı minnet duyar ve lıkralar anlatmaya, gülmeye başlar. Giderek fıkraları öyle bir çoğalır ki, diğer subaylar kuşku duymaya başlarlar, onların kuşkulan arttıkça fıkralar ve gülüşler daha zoraki görünür. Sonunda adamın içini müthiş bir korku kaplar, daha fazla kalmaya dayanamaz hale gelir; birden ayağa fırlar, hepsi peşine düşerler. Derken sahne değişir, evinin tan önünde durağı bulunan bir tramvayda oturmaktadır. Sırtında iş giysileri vardır ve adam savaşın sona erdiği düşüncesiyle büyük bir rahatlık duymaktadır.
Ertesi gün ona düşün tek tek öğeleriyle ilgili ne düşündüğünü sorabileceğimizi varsayalım şimdi. Bizi ilgilendiren asıl noktanın anlaşılmasında özellikle önemli olan birkaç çağrışımı buraya alacağız. Alman üniforması dün akşam partide ağır bir Alman aksanıyla konuşan bir konuk olduğunu hatırlatıyor. Üzerinde iyi bir izlenim bırakmak için yapmadığını koymamasına karşın, kendisine (düşgörene) pek ilgi göstermemesinden ötürü bu adamın kendisini rahatsız ettiğini hatırlıyor. Bu düşüncelere dalmışken, partide bir an için Alman aksanıyla konuşan t u adamın kendisiyle düpedüz alay ettiğini sandığını, ve söylediği bir söz üzerine terbiyesizce gülümsediğini anımsıyor. Karargahın bulunduğu rahat salonu düşündüğünde, dün akşamki partide oturduğu odaya çok benzediğini ancak pencerelerinin, bir zamanlar başaramadığı bir sınava girdiği bir odanın pencerelerini andırdığını hatırlıyor. Bu çağrışıma şaşırıyor ve partiye gitmezden önce, kısmen konuklardan birinin ilgisini çekmek istediği bir kızın ağabeyi olması ve kısmen de ev sahibinin, kendi mesleksel başarısı ellerinde olan bir müdürle çok sıkı fıkı olması nedeniyle, bırakacağı izlenim konusunda biraz kaygılı olduğunu hatırlıyor. Müdürden söz edince, ondan hiç hoşlanmadığını, ona karşı dostça davranmak zorunda olmanın kendisine çok aşağılayıcı geldiğini, daveti yapan ev sahibi hemen hemen farkında olmasa da, ondan da pek hoşlanmadığını söylüyor. Çağrışımların biri de kabak kafalı bir adam hakkında gülünç bir olay anlatmış olması ve sonra, kendisi de nerdeyse kabak kafalı olan ev sahibini incitmiş olabileceğini hissetmesi. Tramvay ona garip gelmişti, çünkü ray yok gibiydi. Bu konuda konuşurken, okula giderken bindiği tramvayı anımsadı; derken bir ayrıntı daha aklına geldi, vatmanın yerini almışü ve tramvay sürmeyle otomobil kullanmak arasında pek büyük bir farkın olmadığını düşünerek şaşırmıştı. Öyle anlaşılıyor ki, tramvay, eve gelirken sürdüğü kendi arabasının yerini almıştır ve eve dönüşü de ona okuldan eve dönüşünü anımsatmıştır.
Burada, çağrışımlardan yalnızca bir kısmı dile getirilmiş ve adamın geçmiş ve şimdiki durumuyla ilgili, kişilik yapısıyla ilgili hemen hiçbir şey söylenmemiştir gerçi ama, gene de, düşlerin anlamını anlamaya alışık herkes, bu düşün anlamını ve kurulan çağrışımların nelerin yerine geçtiğini açıkça görmüş olsa gerektir. Düş, adamın bir önceki gece partide yaşadığı gerçek, duyguyu açığa çıkarmaktadır. Kaygılıydı, istediği izlenimi vermeyi başaramamaktan korkuyordu, kendisini aşağıladıklarını sandığı ve yeterince hoşlanmadığı birkaç kişiye öfkelenmişti. Düş, adamdaki neşenin kaygı ve öfkesini örtbas etme ve aynı zamanda öfke duyduğu kişileri yatıştırma aracı olduğunu göstermektedir. Yüzündeki neşe bir maskeydi; kendi içinde varlık kazanmamış, “onun” aslında hissettiklerine, yani korku ve öfkesine örtü görevi görmüştü. Bu durum onun konumunu öylesine güvensiz kılıyordu ki kendini, bir düşman kampında her an açığa çıkabilecek bir casus gibi hissetti. Partiden çıktığında yüzünde bir an için fark ettiğimiz üzüntü ve umarsızlık, şimdi doğrulanmış ve nedenleri ortaya çıkmış bulunmaktadır: “kendisi”aslında ne hissettiğinin farkında değildi ama o anda yüzü “kendisinin” gerçekten hissettiği duyguyu dile getiriyordu. Düşünde duygularını yönelttiği kişileri açıkça görmemişti ama, duygu dramatik ve açık bir şekilde tanımlanıyordu.
Bu adam nevrotik değil, olay sırasında hipnotize edilmiş de değildi; olsa olsa çağdaş insanlarda yaygın olan kaygı ve onaylanmak gereksinimi taşımaktadır. Neşesinin “kendisine” ait olmadığının farkında
değildi; çünkü, belli bir durumda kendisinden beklendiği şekilde davranmaya öylesine alışıktı ki, herhangi bir şeyin “garip” olduğunu fark etmesi olağandışı bir davranış olurdu.
Düşünme ve duyumsama için geçerli olanlar, isteme için de geçerlidir. Çoğu kişi, bir dış güç kendilerini açık açık bir şey yapmaya zorlamadıkça, kendi kararlarının kendilerine ait olduğunu ve bir şey istediklerinde, isteyenin kendileri olduğuna inanırlar. Ama kendimize ilişkin büyük yanılgılardan biridir bu. Kararlarımızın çoğu, aslında kendi kararlarımız değil, dışardan bize önerilmiş kararlardır; aslında başkalarının beklentilerine uygun davrandığımız, soyutlanma korkusuyla, yaşamımıza, özgürlüğümüze ve rahatımıza doğrudan gelebilecek tehditlerin yarattığı korkuyla güdülmüş bulunmamıza karşın, karan verenin kendimiz olduğu konusunda kendimizi ikna etmeyi başarmışızdır.
Çocuklara hergün okula gitmek isteyip istemedikleri sorulduğunda, yanıtları, “Elbet isterim,”olacaktır; bu doğru bir yanıt mıdır? Çoğu durumda doğru değil kuşkusuz. Çocuk okula hayli sık gitmek isteyebilir, ama gene de zaman zaman, hep okula gitmek yerine oynamak ya da başka bir şey yapmak istiyordur. Kendisinden her gün okula gitmek istemesinin beklendiğini hisseder, bu baskı, salt zorunlu olduğu için böylesine sık okula gittiği duygusunu bastıracak denli güçlüdür. Çocuk, okula zaman zaman gitmek istediğinin, zaman zamansa yalnızca zorunlu olduğu için gittiği olgusunun bilincinde olsa kendisini daha mutlu hissedecektir belki. Ama görev duygusunun baskısı, istemesi beklenen şeyi “kendisinin” istediği duygusunu verecek kadar büyüktür.
Genellikle, insanların çoğunun kendi istekleriyle evlendiği varsayılır. Bir görev ya da yükümlülük duygusu temeline dayanarak bilinçli olarak evlendikleri olur kuşkusuz. İnsanların gerçekten “kendileri” istediği için evlendikleri durumlar vardır. Ama aynı zamanda, bir adamın (ya da kadının) bilinçli olarak belli bir kişiyle evlenmeyi istediğine inandığı, oysa aslında, kendisini evliliğe yol açan ve bütün kaçış yollarını tıkamış gibi görünen bir dizi olaylar içinde kıstırılmış bulduğu durumlar da vardır. Evlenmeden önceki aylar boyunca “kendisinin” evlenmek istediğinden kesinlikle emindir, bunun böyle olmayabileceğinin ilk ve de biraz gecikmiş belirtisi, düğün günü, damadın (ya da gelinin) ansızın paniğe kapılması ve müthiş bir kaçma itkisi hissetmesiyle ortaya çıkar. “Sağduyu” sahibi biriyse bu duygu yalnızca birkaç dakika yaşar, evlenmeye niyeti olup olmadığı sorusuna sarsılmaz bir inançla olumlu yanıt verir.
Günlük yaşantıda, insanların, karar vermiş, bir şey istemiş gibi göründüğünü, ama aslında, yapacakları şeyi istemelerim “zorunlu” kılan iç ya da dış baskılara uyum sağladıklarını örnekleyen birçok olay aktarmayı sürdürebiliriz. Ona bakarsanız, insanların karar vermeleri görüngüsünü yakından izlediğimizde, kişilerin, aslında geleneklere, göreve ya da düpedüz baskıya boyun eğme olan davranışlarını, “kendi” kararları sanma yanlışına düştüklerinin pek çok örneğini görürüz. Bireysel karan, varoluşunun sözüm ona temeltaşı haline getirmiş bir toplumda, “özgün” kararlar görece olarak nerdeyse nadir bir görüngü gibi kalıyor.
Nevrotik belirtiler göstermeyen insanlann çözümlenmesinde sık rastlanan bir yalancı isteme olayını içeren bir ayrıntılı örnek daha vermek istiyorum. Bunu yapmamın bir nedeni, bu bireysel olgunun geniş anlamda bu kitapta ele aldığımız kültürel konularla pek ilgisi olmamasına karşın, bilinçaltı güçlerin işleyişini pek bilmeyen okurlara, bu görüngüyle tanışma fırsatı vermesidir. Aynca da, bu örnek, daha önce üstü kapalı değinilen bir noktanın, baskıyla yalancı edimler sorunu arasındaki bağlantı konusunun, daha ayrıntılı bir şekilde ortaya konulmasını sağlayacaktır. Baskıya, çoğu kez bastırılmış güçlerin, nevrotik davranışlarda, düşlerde falan işleyişi açısından bakılmakla birlikte, her bastırmanın kişinin gerçek benliğinin bazı kısımlarını ortadan kaldırdığı ve bastırılanın yerine bir yalancı duyguyu işler hale getirdiği olgusunu vurgulamak önem taşımaktadır.
Şimdi sunacağım olay, yirmi iki yaşında bir tıp öğrencisiyle ilgili. Kendisi yaptığı işten hoşlanıyor ve insanlarla da oldukça normal ilişkiler içinde. Kendisini sık sık hafif yorgun hissetmesine ve yaşama karşı özel bir heves duymamasına karşın, pek mutsuz sayılmaz. Çözümleme istemesinin nedeni kuramsal, çünkü kendisi bir ruhçözümcü olmak istiyor. Tek şikayeti, tıp çalışmalarında karşılaştığı bir engel. Sık sık okuduğu şeyleri unutuyor, dersler sırasında aşın yorgunluk hissediyor ve sınavlarda fazla başarılı olamıyor. Buna şaşırıyor çünkü başka konular söz konusu olduğunda belleği çok daha iyi işliyor. Tıp okumak istediği konusunda kuşkusu yok, ama sık sık, bunu başarma yetisi konusunda büyük kuşkulara kapılıyor.
Birkaç haftalık bir çözümlemeden sonra, gördüğü bir düşü anlatıyor. Kendisinin inşa ettiği bir gökdelenin en üst katodadır, hafif bir zafer duygusuyla daha alçak olan diğer binalara bakmaktadır. Birden gökdelen çöker ve kendisini yıkıntılar altında gömülü bulur. Kendisini kurtarmak için enkaz kaldırma çalışmalarının yapıldığının farkındadır; birinin de kendisinin ağır yaralı olduğunu ve doktor çağrıldığını söylediğini duyar. Ama doktor gelinceye dek ona sonsuz uzunlukta görülen bir süre beklemek zorundadır. Sonunda doktor geldiğinde, aletlerini getirmeyi unuttuğunu, bu yüzden ona yardımcı olamayacağını fark eder. Doktora karşı müthiş bir öfke duyar; sonra birden kendisim ayakta bulur, meğer hiçbir yerine bir şey olmamıştır. Doktora alaylı alaylı bakar ve o anda uyanır.
Düşle ilgili pek fazla bir çağrışımı yok, ama birkaç önemli çağrışımı buraya alıyorum: inşa ettiği gökdeleni düşündüğünde, sıradan bir şeyden söz edermiş gibi, mimarlığın onun her zaman için ilgisini çektiğini söylüyor. Çocukken, yıllarca en sevdiği oyun, tahta kalıplarla oynamak olmuş, on yedisine geldiğinde, mimar olmayı düşünüyormuş. Bundan babasına söz ettiğinde, baba, dostça bir havayla, elbet mesleğini seçmekte özgür olduğunu, ama kendisinin (babanın) bu fikrin çocukluk arzularının bir kalıntısı olduğu, oğlunun aslında tıp okumayı yeğlediğini söylemiş. Delikanlı babasının haklı olduğunu düşünmüş ve o günden sonra bu konuda hiç konuşmamış babasıyla; üzerinde hiç düşünmeden tıp okumaya başlamış. Doktorun gecikmesi ve de aletlerini unutmuş olmasıyla ilgili çağrışımları biraz belirsiz ve seyrek. Ancak, düşün bu bölümünden söz ederken, ruh doktoruyla olan olağan randevu saatinin değiştirildiğini, ve bu değişikliği karşı koymadan onaylamakla birlikte, aslında hayli öfkelendiğini anımsadı. Şimdi konuşurken bile öfkesinin kabardığını hissediyor. Ruh doktorunu keyfi davranmakla suçluyor ve sonra da, “Her neyse, ben zaten istediğimi yapamıyorum,” diyor. Öfkesi ve bu söylediği cümle onu da şaşırtıyor, çünkü bugüne dek ruh doktoruna ya da çözümlemeye karşı herhangi bir terslik duymamış.
Delikanlı bir süre sonra, yalnızca bir kısmını anımsadığı bir düş daha görür: babası bir araba kazasında yaralanmıştır. Kendisi doktordur ve babasına bakması gerekmektedir. Onu muayene etmeye çalışırken, birden tutulur, hiçbir şey yapamaz. Korkudan donakalır ve uyanır.
Kurduğu çağrışımlarda son birkaç yıldır babasının birden öle-bileceğini düşündüğünü ve bu düşüncelerin onu ürküttüğünü istemeye istemeye söylerdi. Bazen, kendisine kalacak mallan ve kalan parayla ne yapacağını bile düşünmüştür. Bu düşlemlerini pek ileri götürmemiştir, çünkü ortaya çıkmaya başladıkları anda bastırmıştır onları. Bu düşle daha önce anlattığımız düşü karşılaştırırken, birden, her iki durumda da doktorun işini doğru dürüst yapamadığını şaşkınlıkla fark etti. Şimdi artık, bir doktor olarak hiçbir işe yarayamayacağını hiçbir zaman düşünmediği ölçüde açık olarak kavramıştı. Birinci düşte doktorun yardımcı olamayışını öfkeyle ve alayla karşıladığına işaret edildiğinde, doktorların hastalarına yardımcı olamadığı durumları okuduğunda ya da duyduğunda, o zamanlar farkında olmadığı bir zafer duygusuyla dolduğunu anımsadı.
Çözümlemenin ileriki evrelerinde, bastırılmış birçok konu su yüzüne çıktı. Babasına karşı müthiş bir öfke duyduğunu, ayrıca da bir doktor olarak duyduğu güçsüzlük duygusunun, bütün yaşamını kaplayan daha genel bir güçsüzlük duygusunun bir parçası olduğunu şaşkınlıkla fark etti. Yüzeyde, bütün yaşamını kendi tasarılarına uygun olarak düzenlediğini sanmasına karşın, şimdi, yüreğinin derinliklerinde, bir el etek çekme duygusuyla dolu olduğunu hissetti. Kendi istediğini yapamayacağına, kendisinden beklenene uymak durumunda kalması gerektiğine inandırıldığını anladı. Hiçbir zaman bir doktor olmayı istemediğini, kendisinde yetersizlik şeklinde algılananların, edilgin direncinin anlatımından başka hiçbir şey olmadığını giderek daha açık bir şekilde gördü.
Bu olay, bir kişinin gerçek arzularının bastırılmasına ve başkalarının beklentilerini, kendi öz arzulanymış gibi görünecek şekilde kendine maletmesine, onlara uyarlanmasına tipik bir örnek oluşturmaktadır. Bu durumda, özgün arzunun yerini sahte arzuya bıraktığını söyleyebiliriz.
Özgün düşünme, duyma ve arzulama edimlerinin yerine yapay ya da sahtelerini koymak, giderek özgün benliğin yerini yapay benliğe bırakmasına yol açar. Özgün benlik, zihinsel etkinlikleri başlatan, .,, oluşturan benliktir. Yapay benlikse, aslında, bir kişinin oynaması beklenen rolü temsil eden bir aracıdır, ancak bu aracı, söz konusu rolü benlik adı altında yerine getirir. Bir insanın pek çok rolü oynayabileceği ve öznel olarak, her rolde de kendisinin “kendisi” olduğuna inandığı doğrudur. Aslında kişi, bütün bu rollerde, kendisinden beklendiğini sandığı kişidir, ve çoğu değilse de pek çok insanda, özgün, asıl benlik, yapay ya da sahte benlik tarafından tam anlamıyla boğulmuştur. Bazen bir düşte, düşlemlerde ya da kişi sarhoş olduğunda, özgün benliğin bir kısmı, kişinin yıllardır yaşamadığı duygu ve düşünceler ortaya çıkabilir. Bunlar çoğu kez, kişinin korkusu ya da onlardan utanması nedeniyle bastırdığı kötü duygu ya da düşüncelerdir. Ancak kimi zaman da, kişinin içinde bulunan, ancak böyle duygu ya da düşüncelere sahip olması nedeniyle alay edilmekten ya da saldırıya uğramaktan korkması nedeniyle bastırdığı en iyi şeyler olabilir.
Benliğin yitirilmesi ve yerine yapay benliğin konulması, bireyi yoğun bir güvensizlik içinde bırakır. Temelde, başkalarının kendisinden bekledikleri şeyin bir yansıması olduğundan, kuşkularla doludur, bir ölçüde kimliğini yitirmiştir. Bu türden bir kimlik yitimi sonucunda ortaya çıkan ani korkuyu yenmek için, uyarlanmak, uyum sağlamak, sürekli olarak başkaları tarafından onaylanmak ve kabul edilmek suretiyle kimliğini aramak zorunda bırakılmıştır. Kendisinin kim olduğunu bilmediğine göre — eğer onların beklentilerine uygun edimlerde bulunursa, onlar bilecektir; onlar bilince de, kendisi de kim olduğunu bilecektir; bunun içinse, onlara inanması yeterlidir.
Çağdaş toplumda bireyin robotlaşması, ortalama bireyin çaresizliğini ve güvensizliğini artırmıştır. Bu nedenle kendisine güvenlik ve kuşkudan kurtulma olanağı sunan yeni yetkelere boyun eğmeye hazırdır.

Erich Fromm
Robot Uyumluluğu

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz