Ana Sayfa Edebiyat DOSTOYEVSKİ: BAŞKASINA KARŞI ÇOK BÜYÜK BİR SEVGİ DUYMAK, BİRAZ DA ONA KARŞI...

DOSTOYEVSKİ: BAŞKASINA KARŞI ÇOK BÜYÜK BİR SEVGİ DUYMAK, BİRAZ DA ONA KARŞI BENCİL OLMAKMIŞ

Birinci Ay
Hapishaneye geldiğim sırada, biraz param vardı. Elimden alırlar kaygısıyla, üzerimde pek az para bırakmıştım. Ama her ihtimale karşı hapishanede yasak edilmemiş biricik kitabın, İncil cildinin kapağı arasında, birkaç rublem saklıydı. Bu kitabı, içindeki parayla birlikte, Tobolsk mahpusları hediye etmişlerdi. Onar yıldan fazla kaldıklarından artık sürgünün her türlü cefasını küçümseyen bu adamların her bedbahtı kendilerine kardeş sayma âdetleri vardır. Sibirya’da hemen hemen her zaman öyle insanlara rastlanır ki, hayatlarının tek gayesi, bahtsızları kardeşçe korumak, onlara hiçbir çıkar gözetmeksizin ve kendi çocuklarıymış gibi, merhamet, şefkat göstermektir. Bunlardan bir tanesiyle nasıl karşılaştığımı anlatmadan geçemiyeceğim.

Hapishanemizin bulunduğu şehirde, Nastasya İvanovna adında dul bir kadın vardı. Onu ne görmüştük, ne de herhangi birimizin onunla tanışıklığı vardı. İşte bu kadının hayatta sanki sürgünlere yardım etmekten başka gayesi yoktu. Hele bizleri pek koruyup gözetirdi. Herhalde aile fertlerinden birinin başından böyle bir felâket geçmiş; kendisine en yakın, en aziz kimselerden biri bizimkilere benzer bir suç yüzünden mahkûm olmuştu. Bu sebepten kadın, bize elinden geleni yapmaktan âdeta saadet duyardı. Tabii, elinden de pek fazla gelmiyordu: çünkü kendisi de çok fakirdi. Bununla beraber, hapishane dışında bizi düşünen, bize bağlı olan bir dostumuz olması bize yetiyordu. Bizim için önemli birçok havadisi ondan öğrenebilirdik.
Hapishaneden çıkıp bir başka şehre naklederken ona uğradım, kendisiyle tanıştım. Varoşlarda, yakın akrabalarının evinde oturuyordu. Ne ihtiyar, ne de gençti. Güzel sayılmamakla beraber çirkin de denemezdi. Hattâ zeki, okumuş olup olmadığı da anlaşılmıyordu. Ancak her hal ve hareketinden sonsuz bir iyilikseverlik, karşısındakini hoşnut etme, avutma, sevindirme arzusu sezilmekleydi. Bütün bunlar sakin, iyilik dolu bakışlarında görülüyordu. Evinde, o zamanki, hapishane arkadaşlarımdan biriyle bir akşam geçirdik. Kadıncağız gözümüzün içine bakıyordu. Biz güldükçe, güldü; her söylediğimizi doğru buldu. Nesi varsa ikram etti. Sofrayı çay, yiyecekler ve birtakım tatlılarla donattı. Cebinde binlerce rublesi olsa, buna, sadece, bize ve hapishanedeki arkadaşlarımıza yardım edebileceğinden ötürü sevineceğine şüphe yoktu.
Vedalaşırken, bize birer tabaka verdi. Bu tabakaları mukavvadan kendisi yapmıştı. (Nasıl yaptığını Allah bilir!) Kutuların üzerini, ilk okul aritmetik kitaplarının kaplarındaki renkli kâğıtlarla kaplamıştı. (Kim bilir, belki de bu kaplama işi için bir aritmetik kitabına kıymıştı). tabakaların, kenarları süs olarak, yaldızlı, ince bir şeritle çevrilmişti. Hediyeyi verirken özür diliyormuş gibi, sıkılgan bir tavırla: — Cigara içiyorsunuz… Belki işinize yarar… dedi.
Duyduğuma, okuduğuma göre, başkasına karşı çok büyük bir sevgi duymak, biraz da ona karşı bencil olmakmış. Ama bu hareketin neresinde bencillik olduğunu, bir türlü göremedim doğrusu…
Hapishaneye geldiğim zaman fazla param yoktu, ama daha nefes almaya vakit bırakmadan bana başvuranlara para vermiştim, hattâ kendilerini tanımadığımı, beni aldattıklarını sanarak, ikinci, hattâ üçüncü defa gelenleri de boş çevirmemiştim. Onlara içten gücenmek yahut kırılmak elimden gelmiyordu. Yalnız şunu açıkça söyleyim ki, budalaca kurnazlıklarıyla beni aptal, avanak yerine koyup beşinci defa para çektikten sonra, bir de alay etmeleri doğrusu gücüme gidiyordu. Mutlaka yalan ve kurnazlıklarıyla beni kafese koydukları kanaatindeydiler. Halbuki eminim ki, para vermeyip onları kovsaydım, beni daha çok sayacaklardı. Ama kızdığım halde, istediklerini vermemek elimden gelmiyordu. Kızmamın sebebi de, hareketimin onlara karşı almayı önceden tasarladığım duruma tamamıyla aykırı olmasıydı. Bu çevrenin, benîm için yepyeni bir çevre olduğunu anlıyor, daha uzun yıllar bu koyu karanlığa nasıl katlanacağımı bir türlü aklım almıyordu. Bununla beraber kendimi alıştırmam gerekti. Şüphesiz, her şeyden önce her hareketimin sağduyumla vicdanımın emrettiği şekilde olması kararını vermiştim. Lâkin bütün bunların nazariyeden ibaret bulunduğunu, ilerde birçok umulmadık hâdise karşısında bu düşüncelerimin iş alanında bir değeri olmayacağını pekâlâ biliyordum. Bunun içindir ki, her ne kadar Akim Akimiç’in direnmesi üzerine kışlada yerleşme işleriyle biraz oyalanıyorsam da, bir keder gitgide içimi kaplıyordu. Bazı günler, kışlamızın merdiveni başında oturup işten dönen ve hapishane avlusiyle mutfak arasında ağır ağır gidip gelen mahpusları seyrederdim.
“Ölü bir ev!” diye düşünürdüm. Mahpuslara dikkatle bakar, yüzlerini, hareketlerini inceliyerek, nasıl insanlar olduklarını, tabiatlarını anlamaya çalışırdım. Onlar önümden, kimi kaşları çatık, kimi aşırı derecede neşeli; (bu iki tip hapishanede en çok rastlanan, engöze çarpan sürgün tipleriydi), kimi de ya kavga ederek ya da sadece aralarında konuşarak geçip gidiyorlardı. Bazıları, tek başına, dalgın, yavaş ve ölçülü adımlarla, bazıları yorgun, bezgin bir tavırla dolaşıyorlar; bir kısmı da (burada bile!) etrafı küçümsediklerini belirten bir azametle, şapkalarını yana yatırmış, gocuklarını omuzlarına asmış, küstah, alaycı gülümsemelerle geziniyorlardı.
“İşte bundan sonra ister istemez, içersinde bulunacağım çevre… ” diye düşünüyordum. Buradakiler hakkında, Akim Akimiç’ten bilgi edinmeğe çalıştım. Yalnızlıktan kurtulmak için daima Akim Akimiç’i çay içmeğe çağırırdım. Söz arasında şunu da söyleyim ki, çay, ilk zamanlar, aşağı yukarı biricik gıdamdı.

Akim Akimiç çay ikramımı hiç reddetmiyordu. M. nin bana kullanmak üzere verdiği acayip biçimli, küçük teneke semaverde çay kaynattıktan sonra, daima bir bardak içiyor (onda bardak da vardı) ve teşekkürlerini bildiriyordu. Sonra da yorganı dikmeğe devam ediyordu. Ondan öğrenmek istediğim bilgiyi alabilmek, âdeta imkânsızdı. Hattâ, mahpusların karakter w özellikleriyle neden bu kadar ilgilendiğimi de anlayamıyordu. Sözlerimi sadece, hatırımdan hiç çıkmayan, kurnazca gülümseyişiyle dinlemekten başka bir şey yapmıyordu. Kendi kendime: “Hayır, bu iş sorup soruşturmakla olmayacak. Kendim faaliyete geçmeliyim ;” diye bir karar verdim.
Dördüncü gün, tıpkı ayak demirlerimi değiştirmeğe gittiğim gün olduğu gibi, mahpuslar sabah erken hapishanenin kapıları hizasında, tam nizamiyenin önünde iki sıra olarak dizilmişlerdi. Karşılarına, önlerine ve arkalarına, süngüleri takılmış, doldurulmuş tüfekli iki sıra asker dizildi.
Asker, kaçan mahpusa ateş edebilir. Ama büyük bir mecburiyet olmadan silâhını kullanırsa sorumlu tutulur. Askerin, mahpusların isyanı halinde de serbestçe ateş etmeğe yetkisi vardır. Zaten, kim açıktan açığa kaçmaya kalkışabilir?
Nihayet istihkâm subayiyle kondoktor, istihkâm çavuşları ve erleri; yapılan işleri gösteren komiserler geldiler: Yoklama yapıldı. İlkin dikim evine giden mahpus gurupu yola çıkıyordu. İstihkâm âmirleri onlara karışmıyorlardı. Bu mahpuslar, doğrudan doğruya hapishane için çalışıyorlar, mahpusların giyim eşyasını dikiyorlardı. Bunları, atelyelerde çalışanlar ve kaba işlerde kullanılanlar takibediyordu. Ben de yirmi kişilik bir kafile içindeydim.
Kalenin arkasındaki donmuş nehir üzerinde hapishanenin iki sandalı vardı. Bir işe yaramadıkları için, tahtaları ziyan olmasın diye, söküleceklerdi. Bununla beraber, bu hurdanın da galiba hiç değeri yoktu. Çünkü, her taraf ormanlık olduğundan, şehirde odun gayet ucuz satılırdı. Oraya gönderilmemizden asıl maksat, mahpusların ellerinin boş kalmamasıydı. Mahpuslar da bunun pekâlâ farkındaydılar ve bu gibi işlerde daima pek isteksiz, pek gayretsiz çalışıyorlardı. Ama ele aldıkları iş önemli ve faydalı ise, onlara sorumluluğu olan bir vazife olarak verilmişse, o zaman iş değişirdi. Hepsi canlanıyorlardı. Kendilerinin bundan hiçbir çıkarı olmadığı halde daha çabuk, daha iyi çalışarak işi bir an önce bitirmeğe gayret ediyorlardı.
Şimdi olduğu gibi, sadece âdet yerini bulsun diye verilen işler, benimsenmezdi. Paydos trampetine kadar herkes işiyle uğraşıyor görünürdü. Trampet de saat on birde çalıyordu. Oldukça sıcak ve sisli bir gündü. Neredeyse karlar eriyecekti. Kafilemiz, kalenin arkasındaki kıyıya yollandı. Elbisemiz altında görünmeyen zincirler hafifçe şıngırdıyor, her attığımız adımla ince ve sert bir medenî ses çıkarıyordu. İki üç kişi ayrılarak, gereken aleti almak üzere depoya gitti. Grubun ortalarındaydım. Biraz da canlılık gelmişti bana. Yapacağım işin ne olduğunu bir an Önce görüp anlamak istiyordum. Ağır hizmet denilen şey neydi acaba. Sonra ben de hayatımda ilk defa olarak böyle bir işten nasıl çalışacaktım?
Her şeyi en ufak ayrıntılarına kadar hatırlıyorum. Yolda, sakallı bir yerliyle karşılaştık. Adam durdu, elini cebine soktu. Kafilemizden hemen bir mahpus fırladı, şapkasını çıkardı ve adamın uzattığı beş köpek sadakayı alıp çabucak yine kafileye karıştı. Adam da istavroz çıkarıp yoluna devam etti. Bu beş köpekle aynı sabah kalaç alındı ve kafile arasında eşit olarak paylaşıldı.
Bu mahpus gurubunda da bir kışını her vakitki gibi somurtkan, sessiz bir kısım da kayıtsız ve bezgindi, Geri kalanlar ise aralarında gevezeliğe dalmışlardı. Bir tanesi, nedense, bir şeye sevinmiş neşeliydi. Yolda şarkı söylüyor, neredeyse oynayacak gibi haller alıyor; her adımda bir sıçrayarak demirlerini şıngırdatıyordu. Bu, hapishaneye ilk geldiğim sabah yıkanırken, kağan kuşu olduğunu iddia eden mahpus takılmış olan tıknaz mahkûmdu. Neşeli delikanlımızın adı Skuratov’du Birden oynak bir şarkı tutturuverdi. Hatırımda yalnız nakaratı kalmış:
Bensiz evlendirdiler beni, Bense değirmende idim.
Bir balalayka eksikti!… Skuratov’un taşkın neşesi derhal kafilemizin bazı mahpusları arasında kızgın-lık uyandırdı. Bunu bayağı kendilerine bir hakaret saymışlardı. Biri durup dururken:
— Yine başladı ulumaya!… diye söylendi. Asık suratlılardan bir diğeri de Ukrayna sitesiyle;

— Aah, ah!… Bizim eşek de bu havadan ölmüş-tü; Tula’lı!… 1 dedi. Skuratov, lâfın altında kalmadı:
— Tula’lıysa ne olmuş sanki, a Poltava’lı “Galuç-ki”2 oburu?
— Sen onu da bulamıyordun ya! Çarığınla içtiğin içkiyi öpüp başına koyduğun yalan mı yani?
Birisi atıldı:
— Şimdi de şeytanın çektiği fındık fıstık ziyafetlerinden baş kaldıramıyor. Skuratov:
— Tabii değil mi ya!… Ben pek nazlıyımdır çocuklar…
Sonra, sanki nazlı olduğuna esefleniyormuş gibi, sahte bir iç çekişle, aramızdan belli bir mahpusa dönmeden :
— Ta küçüklüğümden beri hep kuru erik ve francala ile can beslemişimdir ben… Öz kardeşlerimin Moskova’da bir sürü dükkânı var. Müşterisiz çarşıda rüzgâr satıyorlar. En zengin tüccarlardandırlar!
— Sen ne ticaretiyle meşguldün?
— Her şeyle… İşte ilk iki yüzü de o vakit almıştım. Meraklılardan biri, böyle bir parayı duyunca titredi bile.
1 Tula., Orta Rusyada bir eyaletti. Ukraynalılar Orta Rusyalılardan hiç hoşlanmazlar. Tulalı sözü, hakaret olarak söylenmiştir.
— Galuşki Ukraynalıların millî yemeği: bir nevi mantı.
— Ruble mi?…
— Yok canım, ne rublesi, iki yüz sopa Lukacığım!…
Ufak tefek, ince yapılı, sivri burunlu mahpus isteksiz isteksiz mırıldandı:
— Herkes için Luka’yım, ama sen beni Luka Kuz-miç diye çağırsan, daha iyi olur.
— Pekâlâ yahu. Luka Kuzmiç diyelim Hay Allah, belânı versin!…
— Bazısı için de, sadece Luka Kuzmiç’im ama sen bana Luka Kuzmiç amca de.
— Ee, birader! amcalığın batsın senin!… Tamda hoş bir şey anlatmak üzereydim. İşte böyle çocuklar… İşin görünüşü buydu. Moskova’da çok kalamadım. Bir gün, on beş kırbacı indirip defleyiverdiler. Biz de…
Hikâyeyi dikkatli dikkatli dinliyen bir mahpus sözünü kesti:
— Ama dur bakalım; niçin sepetlendiğini söylemedin ki…
— Sen şimdi onu bırak da… Zaten Moskova da kalınacak yer değildi ya. Ne eğlenebilir, ne “punç” içebilir, ne de “belendriyas” (Klavsen için uydurulmuş bir kelime) çalabilirdim. Halbuki Mos-kovada iyice zengin olmaya niyetim vardı benim… Buna can atıyordum doğrusu… Zengin olmağı öyle istiyordum ki vallahi, ne derece istediğimi sözle anlatamam.
Çoğu güldüler. Herhalde Skuratov, hapishanenin, kendisi için, asık suratlı arkadaşları neşelendirmeği vazife bilen ve buna sadece küfürle karşılık gören gönüllü çığırtkan kuşlarındandı. Pek orijinal bir tipti. Ondan belki ayrıca bahsedeceğim. Luka Kuzmiç:
— Canım, sen şimdi bile ağırlığınca altın edersin. Hele şu üstündeki yüz rublelik nefis elbiseye bak.
Halbuki Skuratov’un sırtında delik deşik, her tarafı yama içinde, eski bir gocuk vardı. Delikanlı kayıtsız, ama dikkatli bir bakışla onu yukardan aşağı süzdü ve cevap olarak:
— Aldırma! dedi. Giyinişe ne bakıyorsun: Sen asıl şu kafanın ne kadar değerli olduğunu biliyor musun? Moskova’dan ayrılırken de biricik tesellim buyan zaten… Hiç olmazsa şu kafam benimle birlikteydi! Hoşça kal Moskova şehri. Hamamlarına da, temiz
havana da karnım tok!… Pestilimi çıkardıklarını nasıl unuturum? Sen de, ne diye gocuğuma bakıp duru-yorsun, iki gözüm.
— Yok, kafana mı bakalım yani? Luka yine söze karıştı:
— Kafası da kendisinin değil ki birader. Tümen’-den kafileye geçerken, birisi bu dilenciye Allah rızası için verdi.
— Demek böyle sanatın da vardı Skuratov, ha! Suratı asık bir mahpus:
— Yok canım! Onun körlere kılavuzluk ederken, meteliklerini çalmaktan başka işi yoktu, diye seslendi.
Sknratov, bu alaylara kulak asmadan devam etti:
— Kundura yapmağı denedim. Ama ancak bir çift yapabildim.
— Alan oldu mu?
— Oldu. Allahtan korkmıyan, anasını babasını saymıyan birini Allah cezalandırdı: kunduraları o satın aldı.
Skuratov’un etrafındakiler gülmekten katılıyorlardı. Skuratov, soğukkanlılıkla devam etti:
— Bir defa da burada çalıştım. Teğmen Stepan Pedoroviç Pomortzev’e çizme yaptım.
— Nasıl, memnun oldu mu bari?
— Olmadı, kardeşler; olmadı. Araba dolusu küfür savurdu. Üstelik de arkama bir tekme yapıştırdı. Pek, kızmıştı. Eeh!… domuz kader bana çok oyunlar oynadı canım.
Skuratov, birden bire:
– “Biraz sonra Akulina’nın kocası dışarı fırladı…”
diye bir şarkı tutturdu ve tempoyla ayaklarını vurarak sıçramaya başladı.
Yanımda yürüyen Ukraynalı, onu nefretle ve hakaretle dolu bir yan bakışla süzdü ve:
— Amma da kepaze herifmiş be!… diye mırıldandı. Başka bir mahpus, itiraz kabul etmez şekilde ve-ciddî bir sesle:
— Faydasız bir adam; diye düşüncesini ortaya.
— attı.
Skuratov’a niçin herkesin kızdığım, umumiyetle daha ilk günden beri fark ettiğim gibi, bütün neşeli mahpusların neden hor görüldüğünü bir türlü anlayamıyordum. Ukraynalının ve diğerlerinin bu öfkesini, aralarında bir şey geçmiş olması ile açıklıyordum. Ama bu seferki hor görüş, sadece Skuratov’un alaycı tabiatından ve bütün sürgünlerde görülen şahsiyet olma ukalâlığının onda bulunmamasından ileri geliyordu. Kısacası, ona, dedikleri gibi, “faydasız” bir adam olmasından ötürü kızıyorlardı. Bununla beraber, her neşeli olana, Skuratov ve benzerlerine kızdıkları gibi kızmıyorlardı. Adamına göre muamele ediliyordu. Yumuşak, uysal tabiatlı kimseler derhal hakarete uğruyordu. Buna pek hayret etmiştim. Ama neşeliler arasında, lâf altında kalmayan, karşılık vermesini bilenler, sevilenler vardı. Aynı mahpus gurubunda böyle dişli, bununla beraber, gayet neşeli ve çok sevimli bir adam vardı. Bu taraflarını sonradan öğrendim. Vaktiyle kazmacı olarak çalıştığı için “Kazmacı” diye çağrılan bu adamın konuşması pek komikti. Oldukça güzel ve zeki olan yüzünün üstünde kocaman etli bir beni vardı. “Kazmacı” bugün ayrı bölümde bulunuyordu. Ondan ayrıca bahsedeceğim.
Ama, bütün “ciddiler” de, şu, neşeye kızan Ukraynalı kadar aşırı gitmiyorlardı. Hapishanede birkaç kişi vardı ki, bunlar herkesten üstün olmaya özeniyor, her işi bildiklerine, hazır cevaplıklarına, karakterli, »zeki olduklarına etrafı inandırmaya uğraşıyorlardı. Aralarında, gerçekten akıllı, karakterli olanları da çoktu ve bunlar, diğerlerinden üstün durumda bulunduktan başka, arkadaşlarını manevi tahakkümleri altında bulunduruyorlardı. Çok defa, bu gibiler de birbirine düşmandılar..
Herbirini çekemiyenler çoktu. Diğer mahpuslara karşı vakarlı, hoş görür bir tavırları vardı. Asla lüzumsuz yere kavga çıkarmazlardı. Amirlerin gözüne girmişlerdi, İş sırasında, çalışan değil de, idare edenmiş gibi davranırlardı. Hiçbiri, şarkı söylemek gibi önemsiz kusurlara kıymet vermez, buna tenezzül etmezdi. Sürgün hayatı boyunca bana karşı hepsi fevkalâde nazikti; gene de pek fazla konuşmamıştık. Bunu da sanki büyüklüklerini duyurmak için yapıyorlardı. Daha sonra onlardan da etraflıca bahsedilecektir.
Nehir kıyısına geldik. Aşağıda donmuş nehirde,, üzerinde çalışacağımız sandal duruyordu. Nehrin karşı tarafında gittikçe mavileşen bozkır uzanıyordu. Görünüşü kasvetli, ıssızdı. Herkesin hemen işe sarılmasını bekledim. Halbuki kimsenin umurunda bile değıldi. Bir kısmı kıyıda, şurada burada kalmış tahtaların üzerine oturuverdiler. Hemen hemen hepsi, çizmelerinden, çarşıda yaprak halinde, funt’u üç köpeğe satılan, yerli tütünle dolu keselerini ve kısa, söğüt ağacından,, kendi yaptıkları ufak tahta pipolarım çıkardılar. Pipolar yakıldı. Muhafız askerler de bizi sarıp bezgin bir tavırla beklemeğe başladılar. Aramızdan biri kendi kendine:
— Şu sandalı da kırmak kimin aklına geldi ki? dedi. Tahta mı lâzım oldu acaba? Başka bir mahpus:
— Bize sormaya lüzum görmeyen birinin kafasından çıkmış besbelli… diye mırıldandı.
Birincisi, arkadaşının cevabının farkına varamayarak bir müddet sustu; sonra, karlar içinde birebirinin arkasından yürüyen bir sürü köylüyü göstererek sordu:
— Bu mujikler de nereye gidip duruyorlar? Hepsi tembel tembel o yana baktılar ve cansıkın-tısından mujiklere takılmaya başladılar.
En arkadakinin yürüyüşü pek gülünçtü. Kollarını açarak, köylülerin giydikleri uzun, sivri şapkasının ağırlığından başı yana sarkmış yürüyordu. Bembeyaz kar üzerinde bütün vücudu tam, açık olarak görünmekteydi. Mahpuslardan biri, köylü şivesini taklit ederek:
— Baratanl Petroviç de amma süslenmiş hal »dedi.
İşin garibi, mahpusların yarısı köylü olduğu halde, köylülere tepeden bakarlardı.
— Çocuklar, arkadakinin yürüyüşüne bakın! Turp ekiyormuş gibi yürüyor.
— Zengin yürüyüşüdür o! Kim bilir, cepleri para doludur şimdi.
Hepsi tembel tembel, sanki lâf olsun diye, güldüler. O aralık, oynak, neşeli kalaççı kadın geldi.
Yolda rastladığımız adamın beş köpeklik sadakası ile kalaç alındı ve oradakiler arasında eşit olarak paylaşıldı.
Hapishanede kalaç ticareti yapan genç mahpus, yirmi tane kadar aldı ve kadından, yirmi
kalaçda iki yerine üç kalaç komisyon koparmak için çekişmeğe başladı. Fakat kalaççı kadın
razı olmuyordu.

.. Ondan da vermiyecek misin bize bakalım?
— Neden?
— Farelerin yiyemedikleri şeyden… Kadın cırtlak bir sesle:
— Hay Allah cezanı versin senin herif!… diye haykırdı ve güldü. Nihayet işleri gözeten komiserle değnekli çavuş
geldi.
— Hey!… Buraya bakın, oturup da keyif mi çatıyorsunuz? Hadi iş başına bakalım! “Üstün mahpuslardan” biri oturduğu yerden ağır ağır kalktı.

— Ama bu bize verdiğiniz iş değil ki, İvan Matveyeviç, dedi.
— Demin iş paylaşılırken neden itiraz etmediniz? Hem de sandal parçalamanın nesi var? Pekâlâ vazife.
Zorla kalktılar ve ayaklarım sürte sürte aşağıya, nehre indiler. Gurup içinden birkaç “akıl hocası” çıktı. Sandalı dikkatle sökmeli; tahtaları, hele sandalın dibine tahta çivilerle tutturulmuş en kirişlerini mümkün olduğu kadar muhafaza ederek çıkarmalıymış. Bu da. uzun ve sıkıcı bir iş.
— Önce şu kirişi çekmeli. Hadi çocuklar başlıyalım!
Bunu söyleyen ne âmir, ne de işi gözetenlerdendi. Sadece bir işçi; konuşmayan, kendi halinde bir delikanlıydı. Eğilerek, kalın bir kirişe iki eliyle sarıldı ve yardımcı bekledi. Fakat yardım eden çıkmadı. Birisi:
— Sen onu zor kaldırırsın, zıpçıktı! Baban da gelse, o koca alâmet yerinden kalkmaz… diye dişleri arasından mırıldandı. Şaşırmış olan “zıpçıktı” kirişi bıraktı ve doğruldu:
— Peki; nasıl yapalım çocuklar? Ben bilmem öyle ise…
— İşin yapılıp yapılmadığı senden sorulacak değil ya! Ne diye kendini öne sürüp duruyorsun?
— Üç tavuğa yem veremiyecek kadar şaşkın, bir de herkese önayak olmaya kalkıyor. Zevzek sen de!
Öteki şaşkın şaşkın:
— Ama çocuklar, ben bir şey yapmadım ki… diye mırıldanıyordu.
Nihayet, işe nasıl başlayacaklarını bir türlü kestiremeyen bu yirmi kişilik yığına hayretle bakan komi-ser, bir kere daha bağırdı:
— Ee, ne mostralık heriflersiniz be! Hepinizi tenekeye bastırıp kışa salamura yapmalı. Daha ne duruyorsunuz. Başlasanıza! Çabuk olun!…
— Çabuktan daha çabuk yapılabilir mi İvan Matveyeviç…
— Sen ne ötüyorsun! Senin zaten bir şey yaptığın yok. Hey Savelyev! Çenesi düşük Petroviç!… Sana söylüyorum: havyar kesmesene. Bak, hâlâ duruyor!
— Tek başıma ne yapabilirim ben?
— Bize esaslı bir vazife verin İvan Matveyeviç, ne olur.
— Bundan başka iş yok dedik ya. Sandalı söker, sonra dönersiniz. Haydi başlayın. isteksizce, beceriksizce işe başladılar. Bu güçlü kuvvetli heriflerin böyle cansız ve miskince çalışmaları insana iç sıkıntısı veriyordu. En küçük kirişi sökmeğe bağlar başlamaz, kiriş, sonradan komisere anlatışlarına göre, “kendiliğinden” kırılıverirdi. Demek böyle yapılmayacaktı; işi ters tutmuşlardı. Aralarında yeniden, nasıl başlamalı, ne yapmalı diye uzun boylu danışmaya giriştiler. Tartışma yavaş yavaş kavga halini almaya başladı, İşi daha da ileriye vardıracaklardı, ama komiserin bağırıp göz dağı verircesine salladığı değnek, ortalığı çabuk yatıştırdı.
Yeniden başladılar. Lâkin bu sefer de bir kiriş kırıldı. Balta ve diğer bazı aletlerin noksan olduğu anlaşıldı. Derhal bir muhafızla iki mahpusu kaleye, alet almak için gönderdiler. Onlar gidedursun, kalanlar da yere Çömelip yine pipolarını tüttürmeğe başladılar,- Komiser, hırsla yere tükürdü.
— Ne biçim insanlarsınız, bilmem ki!.. Allah için, her işin hakkından gelecek adamlarsınız… diye öfkeyle mırıldandı, eliyle belâlar savurdu ve bastonunu sallıyarak kaleye gitti.
Bir saat sonra kondoktor geldi. Mahpusları sessiz sessiz dinledi, istediklerini de yaptı: kırmadan daha dört kiriş çıkarıp sandalın gövdesini de sökecekler, ondan sonra da paydos trampetine vakit kalsa bile, serbest olacaklardı.
işte bu, tam istedikleri gibi bir işti. Öyle bir giriştiler, öyle canla başla çalışmaya başladılar ki… Tembelliklerinden şaşkınlıklarından eser kalmamıştı. Baltanın çıkardığından başka ses duyulmuyordu. Bir taraftan tahta çiviler sokulurken, öte yandan diğer mahpuslar kirişlerin altına kalın sırıkları manivela gibi sokarak, kirişleri çabuk çabuk, ustalıkla söküyorlardı. Hem de, asıl hayretimi uyandıran şey, kirişler
sapasağlam, en ufak sakatı olmadan çıkarılıyordu. Ortalık, arı kovanına dönmüştü. Herkese bir ciddilik gelmişti. Ne fazla konuşuluyor, ne de kavga ediliyordu. Hepsi söyleyeceğini, yapacağını, nerede duracağını gayet iyi biliyordu.
Vazife, paydos trampetinin çalışmasından tam yarım saat önce bitti. Mahpuslar eve yorgun, ama pek memnun olarak döndüler. Halbuki kazandıkları topu topu yarım satti. Yalnız bana karşı davranışları, hiç hoşuma gitmemişti, iş sırasında nereye, kimin yanına yardıma koştumsa, hep lüzumsuz sayıldım, hep engel oldum; her yerden beni tersleyerek uzaklaştırdılar. Becerikli ve usta bir işçi karşısında ağzını açmaya korkan, hiçbir işe yaramayan en miskin bir mahpus bile, yanında durup çalışmasına engel oluyorum diye, kendinde bana bağırmak hakkını görüyordu. Nihayet, lâfını esirgemezlerden biri, kaba bir tavırla bana:
— Ne diye her yere burnunu sokuyorsun. Çekilsene! diye bağırdı. Diğeri hemen ona iştirak etti:
— Nasıl? Aldın mı ağzının payını? Üçüncüsü.
— Sen bir kumbara al da gidip yardım topla, da-ha iyi. Burada sana göre iş yok, dedi.
Ayrı durmaya mecbur oldum. Halbuki herkes çalışırken eli boş durmak ayıp geliyordu bana. Ama geriye çekilip sandalın öbür tarafıma geçince, mahpuslar derhal bağırmaya başladılar:
— Ne biçim işçi veriyorlar bize! Hiçbiri bir işe yaramıyor. Bunlarla nasıl çalışılır?
Bunu mahsus yaptıkları açıktı. Eski asilzadenin işe yaramazlığını göstermekten daha iyi neyle eğlenebilirlerdi !
İşte şimdi, önce de söylediğim gibi, hapishaneye ilk gelişimde bütün bu insanlarla nasıl anlaşılabileceği meselesine önem vermenin sebebi kolayca ortaya çıkıyor. Bugünkü işde olduğu gibi, daha birkaç kere aramızda anlaşmazlıklar çıkacağını tahmin ediyordum. Lâkin bütün bunları göze alarak hapishanedeki hareket tarzım hakkında az çok hazırladığını plânda değişiklik yapmamaya karar verdim. Niyetim, mümkün mertebe sade ve onlardan farkım yokmuş gibi durmaktı. Gene de onlara sokulmak için pek fazla gayret gösteremeyecektim. Bununla beraber, onlar bana yakınlık gösterirlerse, karşılık vermemezlik etmeyecektim. Tehdit ve nefretlerine kulak asmayıp elimden geldiği kadar görmemezlikten gelecektim. Bazı noktalarda onlardan ayrı kalarak, birtakım huylarını, geleneklerini benimsemeğe gayret edecektim. Kısacası, açıktan açığa arkadaşlıklarını arayacak değilim. Bunu yapmış olsaydım, beni ilk önce onlar aşağı göreceklerdi. Daha sonraları anladım ki, onlara karşı her zaman için asilzadeliğin gerektirdiği şekilde hareket etmeliydim. Nazlanıp kırıtmalıydım, mahpuslardan tik-sinmeli, her adımda burun kıvırmalı, işten kaçmalıydım. Bir asilzadenin hapishanede bundan başka şekilde hareketine ihtimal vermiyorlardı. Şüphesiz, bütün bu yaptıklarım için, benimle hırgür çıkaracaklardı. Ama yine de içlerinden bana karşı bir saygı duyacaklardı. Ancak, bu rol bana göre değildi. Asla mahpus kafasındaki asilzade tipine girememiştim. Öte yandan kendi kendime, tahsilimin ve düşünebilme kabiliyetimin! onlarınkine olan üstünlüğünü belirtmekte asla fedakârlık yapmamaya karar vermiştim.
Eğer, mahpuslara yaranmak için onlara yaltaklanmaya, her söylediklerine “âmenna” demeğe, senli benli olmaya, iltifatlarını kazanmak maksadıyla seviyelerine inmeğe kalkışsaydım, bunu, derhal korkumdan, ya da ürkekliğimden yaptığımı sanarak bana hakaret edeceklerdi. Tabii, bu söylediklerimiz A. için değildi. Çünkü o, binbaşının evine girip çıkıyordu; mahkûmlar korkmuyorlardı ondan. Beri taraftan onlara karşı, Polonyalıların yaptığı gibi, soğuk durup delinmez bir nezaket zırhına bürünmeği de istemiyordum. Bu defa da, nazlanıp kırıtmadan onlarla birlikte çalışmak istediğim için, beni küçümseyeceklerini biliyordum. İlerde, hakkımdaki fikirlerini değiştirmek zorunda olacaklarını biliyordum. Bununla beraber, yine de, iş zamanında onlara yaltaklanmak istediğimi sanıp beni aşağı göreceklerini düşünerek son derece üzülüyordum.
Akşam, öğleden sonraki vazifeden hapishaneye yorgun dönünce, beni yine derin bir üzüntü sardı. “Önümde bunun gibi daha kaç bin gün var, kim bilir? diye düşündüm. Bunlar hep aynı, hep biribirine benzeyen günler olacaktı!… ”
Ortalık kararınca, tek başıma, kışla binasının arkasındaki duvar boyunca dolaşmaya başladım. Birdenbire bana doğru koşan “Şarik”! gördüm. “Şarik”, hapishanemizin köpeğiydi. Askerî bölüklerde ve topçu bataryalarında bulunan köpekler gibi bir köpekti… Öteden beri hapishanede idi. Kimsenin malı değildi. Herkesi sahibi biliyor, mutfak artıklarıyla besleniyordu.
“Şarik”, beyazla karışık siyah tüylü, irice, henüz pek ihtiyar olmayan, zeki bakışlı, kuyruğu tüylü bir köpekti. Onu kimse sevmez, kendisiyle ilgilenmezdi. Hapishaneye geldiğim ilk gün sırtını okşadım; elimle ekmek verdim. Severken uslu duruyor, yüzüme tatlı tatlı bakıyor ve memnunluğunu bildirmek için kuyruğunu sallıyordu. Bu defa, uzun zaman göremeyince, birkaç yıl içinde onu ilk olarak seven insanı, mahpuslar arasında dolaşarak aramaya başlamıştı. Kışlalar arkasında karşılaşınca hafif bir çığlıkla bana doğru koştu. Birdenbire, bana ne oldu, bilemiyorum. Köpeğe sarıldım, başını göğsüme bastırdım, öpmeğe başladım. “Şarik” ön ayaklarını omuzlarıma koymuş, yüzümü yalıyordu.
“İşte kaderimin bana yolladığı dost!” diye düşündüm. O günden sonra da bu ilk ve ağır gelen acıklı »devremde, her işten dönüşümde, koğuşa girmeden, hemen kışlalar arkasına giderdim. Orada, sevincinden önümde ince bir sesle inleyip boyuna zıplayan “Şarik”in yanına çömelir, başını ellerimle sararak öper, öperdim onu. Bu sırada bütün varlığımı hem tatlı, hem »de azap veren tuhaf bir his kaplardı. Duyduğum bu acıdan âdeta övündüğümü hâlâ unutmam. Bütün dünyada beni seven, bana bağlı olan tek bir yaratığın sadık dostum “Şarik” olmasıyla övünürdüm.

Ölü Bir Evden Hatıralar
Fyodor Mihaylov Dostoyevski

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version