Ana Sayfa Edebiyat AMİN MAALOUF: UZAYIN HAKİMİ OLMUŞKEN ZAMANIN TUTSAĞI HALİNE GELEN…

AMİN MAALOUF: UZAYIN HAKİMİ OLMUŞKEN ZAMANIN TUTSAĞI HALİNE GELEN…

Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl

Renk cümbüşü içindeki kara Afrika, ömrümün sadece küçük bir görüntüsü oldu. Unutulduğu sanılan ama karamsar zamanlarda geri gelip ümit ve patırtı yaratan görüntülerden…
Orada ne gördüm? Pek az şey; ruhsuz gökdelenlerin dibindeki satıcı kadınları, sokaklarla, duvarlarla, direklerle, boş arsalarla aşinalık kuran çocuk kalabalığı, gülümseyen ve göz kırpan ve salınarak uzaklaşan zamanın eskitemediği kadınların gözleri.

Uzayın hakimi olmuşken zamanın tutsağı haline gelen kültürümüzün çelişkisi bu değil mi? Afrika’da, bu konuda insan kendini daha az hâkim ve daha az tutsak hissediyor. Arasıra, kendinden uzaklaşmayı başarma hali dışında. Ben bunu denedim. Bildiğim kadarıyla Uhuru Mansion, ne asıl Afrika ne de hatta gerçek Nai’puto idi. Biz sadece dünya nimetlerini paylaşan birkaç beyaz ile birkaç zenciydik; ama benim ev kedisi ruhuma gerekli olan bir hava bacasıydı.

Clarence’ın, gazeteciliğin bağışlanabilir günahını işleyerek benden sakladığı, buraya sadece sakinliği, yeşilliği ve limonlu kavunları için gelmediği idi. “Ufak bir kontrolden” geçireceği bir şey olduğunu, yola koyulduğumuz ve ben İngiliz usulü sağa oturup arabayı sürdüğüm sırada itiraf etti. Ekvator çizgisine, sırf onu belirleyen sınır taşına dokunmak için gitmeye, zaten niyetli değil miydik? Nai’puto’ya iki saatlik mesafeydi, yolda küçük bir sapma yapıp Nataval nehri boyunca gidecektik.

Yeni yüzyılın ilk yıllarının tarihini okumuş olanlar beni anlayacaklardır: söylendiğine göre, bizi ilgilendiren konuda ilk şiddet olayları Nataval kıyılarında patlak vermiş. Köylüler, resmi makamları “Hint baklalarını” (doğu Afrika’da bunlara öyle deniliyordu), üreme yeteneklerini azaltmak ve bazı kabileleri uzun vadede yok etmek için dağıtmakla suçlamışlardı. Bir sağlık görevlisi öldürülmüş, otuz kadar insan yaralanmıştı ve aralarında oradan geçmekte olan Avrupalı turistler de vardı ve dünya onlar sayesinde pek de önemli olmayan bu olayları öğrenmişti.

Clarence yıkılan dispanserleri gözleriyle görmek ve köylülerle konuşmak istiyordu. Arabamız iki dakika içinde, homurdanan bir kalabalık tarafından sarılıverdi; saldırgan bir tutumları yoktu, şikâyetlerini kimi İngilizce, kimi swahilice sıralıyordu. Orada bulunuşumuz karışıklığa yol açar korkusuyla iki jandarma gitmemizi istedi. Sözlerini tekrar ettirmedim. Bu olay benim tatil düşüncemle hiç bağdaşmıyordu. Yine de Clarence’a vaaz vermemek için çaba sarfettim. Çalışmadığı takdirde kendini kabahatli ve işe yaramaz görenlerdendi Clarence. Bu kalabalığın içinde olmak, onu yolculuğun geri kalan kısmı için diriltmişti.

Yararlanacağı tanıklıklar da sağlamıştı çünkü hemen ardından başka bir ayaklanma Sri Lanka’da, Burundi’de, Güney Afrika’da, hepsi benzeri nedenlerden ötürü, patlak vermişti. Bildiğim kadarıyla bazı ırkları, etnik veya dinsel grupları yok edici bir araç olarak bu ayırıcı yöntemin bilerek kullanıldığı hiçbir zaman kanıtlanmadı. Ama anlatılıp durdu ve kuşku, bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldı.

KENTLİLER BİRBİRLERİNİ DAHA AZ TANIR

Herkes, bu ülkede korunması gereken hassas dengeler olduğunu bilir. Şu ya da bu yöneticinin, geleneksel olarak bazı düşman kavimleri yok etmek için “baklalar”! dağıtmış olabileceği ve kendi ırkının nüfus artışını koruma çabası içinde olacağı beni şaşırtmaz. Belki günün birinde araştırmacılar, sadece bir avuç tarihçiyi ilgilendirecek olayları gün ışığına çıkartacaklardır. Olaylar, onları kapsayan tutumlardan daha az önemlidir ve bu konuda yıllar geçtikçe, bir suçlama, şikâyet, kin seline tanık olunacaktı.

Özellikle kırsal kesimde. Kentliler birbirlerini daha az tanır, sayılarını daha az bilir. Bir köyde, birkaç yıl içinde, kızların sayısında ani bir düşüş olursa, yaşlılar, erkekler ve kadınlar telaşa kapılır. Hayatta kalma güdüsünün son bekçileridir onlar. Topluluklarının tehlikede olduğunu hissettiklerinde uğursuzluk nidaları koparırlar, homurdanırlar, insanları ayaklandırırlar, sorumlu ararlar. Kimdir sorumlu, “doping” edilmiş erkekler mi? Suç ortağı kanları mı? Hastahane mi? Hasım aşiret mi? Resmi makamlar mı? Neden eski sömürgeci olmasın? Cinayet aracını icat eden, onlar değil mi?

Nataval kıyılarında dolaşırken, Clarence ile benim, bu evrensel kuşkunun bizi sürüklediği uçurumun, herkesin çevresinde yağmacı asalaklar gördüğü bu kin dünyasının bilincinde olduğumuz söylenemez. Bir köy dispanserinin yağmalanması, hiçbir biçimde önemli bir olay sayılmazdı. Hiç kuşkusuz dünyanın her yerinde binlerce benzeri olay olmuştur ve kurbanlarının sayısı ve kimliği bile söz edilmesine yetmemiştir. Sadece arasıra, ilgili hükümetler kaygılanmıştır.

Birkaç ender sorumlu, “madde”ye, onu icat ve imal edenlere dikkat çekmiş ve ilgili makamları böyle bir afet karşısında uyarmıştı. Ama sesleri yitip gitmişti. Yöneticilerin çoğu, doğumlardaki cinsiyet, etnik grup, yöre veya din ile ilgili bilgilerin yayımlanmasını yasaklamakla yetinmişlerdi. Genel nüfus rakamları sır olmaya başlamış ve yayımlananlar, düzeltilerek yayımlanmaya başlamıştı. Nüfus bilimciler saçlarını başlarını yolar olmuş, verilerin toplanmasında “tahmin edilemez bir gerilemeden”, yüz yıllık bir gecikmeden söz eder olmuş ama sonunda “ilan edilmeyen”, “tarihsiz” “tahmini değerlendirmeler” ve diğer bilgisizlik itiraflarına alışılır olmuştu.

Kabul etmek gerekir ki yöntem etkili olmuştu. Köylerdeki öfkeden daha az söz edilmeye başlanmıştı. Oysa artık bugün, bunların büyük sayıda, kanlı ve her zaman bastırılamayan ayaklanmalar olduğu bilinmektedir. Ancak o yıllar, Kuzey ülkelerini sarsmaya başlayan tartışmalardan çok daha az yankı uyandırmışlardı.

Amin Maalouf
Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl
Fransızcadan Çeviren: Esin Talu – Çelikkan, Telos Yayıncılık

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version