Ana Sayfa Edebiyat Amin Maalouf: İnsan sığınmacı olmadan önce göçmen olur

Amin Maalouf: İnsan sığınmacı olmadan önce göçmen olur

Kuşkusuz sözlerim bir göçmenin, bir azınlık mensubunun sözleri. Ama bana göre, çağdaşlarımız tarafından gitgide daha çok paylaşılan bir duyarlılığı yansıtıyor. Çağımızın en ağır basan özelliği, tüm insanları bir bakıma göçmen ya da azınlık haline getirmek değil mi?

Hepimiz köklerimizin dayandığı topraklara hiç benzemeyen bir evrende yaşamaya zorlanıyoruz; hepimiz başka diller, başka ağızlar, başka işaretler öğrenmek zorundayız; hepimiz çocukluğumuzdan beri hayal ettiğimiz biçimiyle kimliğimizin tehdit altında olduğu izlenimine kapılıyoruz.

Birçokları doğduğu toprakları terk etti, daha başkaları terk etmese de, onu tanıyamaz hale geldi. Kuşkusuz bu kısmen, doğal olarak geçmişe özleme eğilimli olan insan ruhunun hiç eksilmeyen bir özelliğinden kaynaklanıyor; ama aynı zamanda, eskiden sayısız kuşakların geçmesi gereken şeyleri bize otuz yılda yaşatan hızlı evrimleşmenin de rolü var.

Bu yüzden, göçmen statüsü sadece doğup büyüdükleri yerden koparılan insanlar kategorisiyle sınırlı değildir, bir örnek değeri kazanmıştır. “Kabilesel” kimlik kavramının ilk kurbanı onlardır. Eğer geçerli tek bir kimlik söz konusuysa, mutlaka bir seçim yapması gerekiyorsa, göçmen kendini parçalanmış, bölünmüş, ya doğduğu ülkeye ya da onu kabul eden ülkeye ihanete mahkûm bir halde bulur, kaçınılmaz olarak bir buruklukla, öfkeyle yaşayacağı bir ihanet.

İnsan sığınmacı olmadan önce göçmen olur; bir ülkeye gelmeden önce başka bir ülkeyi terk etmek zorunda kalmışsınızdır ve bir insanın terk ettiği yurduna karşı olan duyguları asla basite alınamaz. Gidilmişse, reddettiğiniz şeyler -baskı, can güvenliği yokluğu, yoksulluk, gelecek endişesi- olduğu içindir. Ama bu reddediş sıklıkla bir suçluluk duygusuyla atbaşı gider. Terk ettiğiniz için kendinizi suçladığınız yakınlarınız, içinde büyüdüğünüz bir ev, nice nice hoş anı vardır. Dil ya da din, müzik, sürgün dostları, kutlamalar, mutfak gibi hiç kopmayan bağlar da vardır.

Bunun yanı sıra, sizi kabul eden ülkeye karşı olan duygularınız da bundan daha az karışık sayılmaz. Oraya gelmenizin nedeni, orada kendiniz ve yakınlarınız için daha iyi bir hayat umut ettiğiniz içindir; ama bu beklentiye -güçler dengesinin aleyhte olmasını da düşünürseniz- bilinmeyen karşısındaki korku da eklenir; reddedilmekten, hor görülmekten korkulur, küçümseme, alay ya da merhamet ifade eden her davranışa karşı tetiktesinizdir.

İlk tepki farklılığı açık etmemek, göze batmamak olur. Göçmenlerin pek çoğunun gizli rüyası kendilerini o ülkenin evladı olarak kabul edilmektir. En baştaki eğilimleri ev sahiplerini taklit etmek olur ve zaman zaman bunu başarırlar da. Çoğu zamansa başaramazlar. Aksanları bozuktur, renk tonları uygun değildir, gerekli isim, soyadı ve belgelere de sahip değillerdir, taktikleri çok çabuk boşa çıkar. Birçokları bunun denemeye bile değmeyeceğini bilirler ve böylece gururlan, meydan okuma istekleri yüzünden kendilerini olduklarından daha farklı gösterirler. Hatta bazıları -hatırlatmak gerekir mi?- daha da ileri gider, buruklukları şiddetli tepkilere dönüşür.

Göçmenin ruh halleri üzerinde böyle uzun boylu durmamın nedeni, sadece kişisel olarak bu ikilemin bana yabancı olmamasından değil. Aynı zamanda, bu alandaki kimlik gerilimlerinin başka alanlarda olduğundan çok daha ölümcül sapmalara yol açabilmesinden.

Bugün yerel kültürün taşıyıcısı yerleşik bir halkla, daha yakın tarihlerde gelmiş farklı geleneklerin taşıyıcısı bir başka halkın yan yana yaşadığı çok sayıda ülkede, her iki tarafın davranışları, sosyal atmosfer, politik tartışmalar üzerinde ağırlığını hissettiren gerginlikler baş göstermektedir. Bunun için, bu son derece ateşli sorunlara sağduyu ve serinkanlılıkla yaklaşmak kaçınılmaz olmuştur.

Sağduyu bıçak sırtı bir yoldur, iki uçurum arasındaki, iki uç kavram arasındaki dar geçittir. Göçmenlik konusunda, bu uç kavramlardan ilki, sizi kabul eden ülkeyi herkesin canının istediği gibi yazıp çizeceği boş bir sayfa, daha da kötüsü, herkesin hareket ve alışkanlıklarında hiçbir değişiklik yapmadan, silahı ve pılı pırtısıyla gelip yerleşeceği boş bir arazi gibi görendir. Öteki uç kavramsa, gelinen ülkeyi çoktan yazılıp basılmış bir kağıt, yasaları, değerleri, inançları, kültürel ve insani özellikleri bir kereliğine sonsuza kadar sabitlendiğinden, göçmenlerin buna uymaktan başka çareleri olmadığı bir toprak gibi gören kavramdır.

İki kavram da bana gerçekdışı, kısır ve zararlı geliyor. Onları karikatürleştirerek mi gösterdim acaba? Ne yazık ki, böyle olduğunu sanmıyorum. Kaldı ki, böyle yapmış olduğumu varsaysak bile karikatür çizmek yararsız değildir, karikatürler, en uç sonuçlarına kadar götürülmesi halinde, herkesin kendi konumunun saçmalığını ölçmesine izin verir; bazıları direnmekte devam edeceklerdir ama sağduyu sahibi insanlar geldikleri ülkenin ne bomboş bir sayfa, ne de sonuna gelinmiş bir sayfa olmadığını, yazılmaya devam etmekte olan bir sayfa olduğunu bilerek, açık bir anlaşma zeminine doğru ilerleyeceklerdir.

Tarihine saygı gösterilmeli -tarih derken bunu tarihe tutkun biri olarak söylüyorum, bu kavram benim için ne boş bir özlemle, ne de geçmişe hayranlıkla özdeş, tam tersine yüzyıllar boyunca bellek, simgeler, kurumlar, dil, sanat eserleri adına yaratılan her şeyi, meşru olarak bağlanabileceğiniz her şeyi içine alıyor. Bu arada herkes bir ülkenin geleceğinin tarihinin basit bir uzantısı olamayacağını kabul edecektir- hangi halk olursa olsun, geleceğinden çok tarihine hayranlık duyması üzücü bile sayılabilir; geçmişin parlak çağlarında olduğu gibi, belli bir süreklilik ruhu içinde ama köklü dönüşümlerle ve anlamlı dış katkılarla oluşturulacak bir gelecek.

Uzlaşma sağlanabilecek açık gerçekleri sıralamaktan başka bir şey yapmamış olabilir miyim? Belki. Ama madem ki gerginlikler hâlâ var ve gitgide daha vahim hale geliyor, bunun anlamı, bu gerçeklerin ne yeterince açık olduğu, ne de içtenlikle kabullenildiğidir. Benim bu sislerin arasından ortaya çıkarmaya çalıştığım şey bir uzlaşma değil, bir hal ve gidiş kodu ya da en azından birileri ve diğerleri için bir parmaklık.

Israr ediyorum, birileri ve diğerleri için. Benim yaklaşımımda sürekli olarak bir karşılıklılık talebi var – bu aynı zamanda adalet ve sonuca götürebilme kaygısı. İşte bu yaklaşım içinde önce “birilerine” şöyle demek isterdim: “Geldiğiniz ülkenin kültürüyle ne kadar yakınlaşırsanız, kendi kültürünüzü de ona o kadar yakınlaştırırsınız.”; sonra da “diğerlerine” şunları söylerdim: “Bir göçmen kendi kültürünün saygı gördüğünü ne kadar hissederse, geldiği ülke kültürüne de o kadar açılacaktır.”

Bir taburenin ayakları gibi hiç ayrılmadan birbirlerine “tutundukları” için, aynı esinle kurduğum iki “denklem”. Ya da, daha kaba bir söyleyişle bir sözleşmenin art arda sıralanan hükümleri gibi. Çünkü gerçekten söz konusu olan tam da bu, öğeleri her maddede belirtilmeyi hak edecek ahlaki bir sözleşme: gelinen ülkenin kültüründe herkesin katılması istenen asgari paket neleri kapsıyor ve neler meşru olarak tartışılabilir ya da reddedilebilir? Göçmenlerin geldiği ülkelerin kültürü için de aynı soru geçerli: bu kültürün hangi bileşenleri değerli bir çeyiz gibi, yeni gelinen ülkeye taşınmaya değer ve hangileri -hangi alışkanlıklar? hangi uygulamalar?- “vestiyerde” bırakılmalıdır?

Verilebilecek farklı yanıtlar asla tamamen tatmin edici olamasa bile, bu soruların sorulması ve herkesin her durum üzerinde sırasıyla düşünmesi gerekir. Fransa’da yaşayan ben, burada yaşamak isteyenlerin bu ülkenin mirası içinde bağlanmaları gereken her şeyi saymaya kalkışmayacağım; ister cumhuriyetin ilkelerinden biri, bir yaşam biçiminin veçhesi, ister önemli bir kişi ya da simge değeri taşıyan bir yer olsun, sıralayacağım her öğe, evet istisnasız her öğe, meşru olarak tartışılabilir; ama bundan her şeyin toptan reddedilebileceği sonucunu çıkartmak yanlış olur. Bir gerçekliğin belirsiz, kavranamaz ve istikrarsız olması onun var olmadığı anlamına gelmez.

Burada da anahtar sözcük karşılıklılıktır: eğer ben benimsediğim ülkeme katılıyorsam, onu kendi ülkemmiş gibi görüyorsam, artık onun benim bir parçam olduğuna, benim de onun bir parçası olduğuma inanıyorsam ve buna uygun davranıyorsam, o zaman benim onun her veçhesini eleştirmeye hakkım var demektir; buna koşut olarak, eğer bu ülke bana saygı duyuyorsa, benim katkımı kabul ediyorsa, beni farklılıklarımla birlikte artık kendinden biri olarak görüyorsa, o zaman benim kültürümün onun yaşam biçimiyle ya da kurumlarının ruhuyla bağdaşmayacak bazı veçhelerini reddetme hakkına da sahiptir.

Ötekini eleştirme hakkı kazanılır, hak edilir. Birine karşı düşmanlık ya da küçümseme sergilediğinizde, dile getirilen haklı ya da haksız en küçük gözlem, onu sertleşmeye, içine kapanmaya itecek bir saldırı olarak değerlendirilecek ve yanlışlarını düzeltmeye güçlükle yöneltecektir; tersine, birine sadece görünüşte değil ama içten ve karşı taraftan da öyle algılanacak bir dostluk, sempati ve saygı gösterdiğinizde, onun eleştirilebilir gördüğünüz yanlarını eleştirmeye hak kazanırken, sizi dinlemesi için de biraz şansınız olabilir.

Acaba bunları söylerken, aklımda bazı ülkelerde “İslami başörtüsü”nün etrafında başlatılan tartışmalar gibi tartışmalar mı var? Söylemimin özü bu değil. Gene de, göçmenlerle ilişkilerin farklı bir yaklaşımla ele alınması halinde bu tür sorunların daha kolay çözüleceğine inanıyorum… Dilinizin küçümsendiğini, dininizle alay edildiğini, kültürünüzün aşağılandığını hissederseniz, farklılığınızın işaretlerini abartılı bir gösterişle sergileyerek tepki verirsiniz; tersine, size saygı duyulduğunu hissettiğinizde, yaşamayı seçtiğiniz ülkede bir yeriniz olduğunu hissettiğinizde daha farklı davranırsınız.

Kararlı olarak ötekine gitmek için başınız dik ve kollarınız açık olmalıdır, ancak başınız dikse kollarınız açık olabilir. Attığınız her adımda kendi insanlarınıza ihanet ve kendinizi inkar ettiğiniz hissine kapılırsanız, ötekine doğru ilerleyişiniz aksar; dilini incelediğim benimkine saygı göstermezse, onun dilini konuşmak bir açılma jesti olmaktan çıkar, bir bağlılık ve boyun eğme eylemine dönüşür.

Ama bir an için yukarıda sözü edilen “başörtüsü” konusuna dönersek, ben burada geçmişe özenen ve gerici bir tutumun söz konusu olduğundan kuşku duymuyorum. İnandığım şeylerin ışığında ve Müslüman-Arap dünyasının tarihindeki farklı dönemleri ve kadınlarının açılımları uğrunda verdikleri uzun mücadeleyi hatırlatarak olaylara neden böyle baktığımı uzun uzun anlatabilirdim. Bu gereksiz olurdu, asıl sorun orada değil. Asıl sorun eskiye bağlılıkla modernlik arasında bir çatışmayla karşı karşıya olup olmadığımızı bilmek değil, ama halkların tarihinde modernliğin neden kimi zaman reddedildiğini, neden her zaman bir ilerleme, yararlı “bir evrim gibi görülmediğini bilmek.

Kimlik üzerinde düşünürken, bu sorgulamalar bugün her zamankinden daha temel nitelikte. Üstelik Arap dünyası örneği bu bakımdan en zengin ipuçlarıyla dolu.

Amin Maalouf
Ölümcül Kimlikler

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version