Albert Camus: Vebalar da, savaşlar da insanı hazırlıksız yakalar!..

Her tür kesinliğe karşı, insanların öldürülmesinin sineklerin öldürülmesi kadar gündelik sayıldığı şu anlamsız dünyayı tanıdığımızı sakin sakin yadsıyorlardı; şu sınırları iyi çizilmiş vahşiliği, şu hesaplanmış çılgınlığı, şimdinin dışında ne varsa her şeye karşı korkunç bir özgürlük duygusunu da beraberinde getiren şu tutsaklığı, şu ölüm kokusunu, öldürmediği herkesi şaşkına çeviren şu ölüm kokusunu, son olarak da bir bölümü her gün bir fırının ağzına yığılmış, yağlı kokular çıkararak havaya karışan, öteki bölümü de güçsüzlük ve korkunun zincirlerine vurulmuş kendi sırasını bekleyen şu şaşkına dönmüş insanlardan olduğumuzu inkâr ediyorlardı.

Dış mahalelere ulaşmaya çalışan ve akşamüstü çan ve top sesleri, ezgiler ve sağır edici çığlıklar arasında tek başına yürüyen Doktor Rıeux’nün gözüne çarpan işte buydu. Mesleği sürüyordu, hastalar için tatil yoktu. Kentin üzerine inen tatlı ışığın içinde eski günlerin ızgara et ve anason kokuları yükseliyordu. Çevresinde gülen yüzler göğe doğru çevriliyordu. Yüzleri al al olmuş kadın ve erkekler istekle gerilerek ve çığlıklar atarak birbirlerine dolanıyordu. Evet, veba bitmişti, korku da ve şimdi sarmaş dolaş olan kol ar aslında en derin anlamıyla sürgünün ve ayrılığın ne demek olduğunu anlatıyordu.

İlk kez olarak Rieux aylarca her gelen geçenin yüzünde okuduğu şu tamdık havaya bir ad verebiliyordu. Şimdi çevresine şöyle bir bakması yeterliydi. Vebayı, sefaleti ve yoklukları geride bırakan herkes, uzun süredir oynamakta olduğu rolün giysisine bürünmüştü, yokluğu ve uzaktaki ülkeyi önce yüzleriyle, şimdi de giysileriyle bel i eden göçmen rolüne bürünmüşlerdi. Vebanın kent kapılarını kapadığı günden başlayarak yalnızca ayrılığı yaşamışlardı, her şeyi unutturan o insancıl sıcaklıktan ayrı düşmüşlerdi. Değişik derecelerde, kentin her köşesinde bu kadınlar ve bu erkekler, herkes için aynı olmayan ama yine hepsi için olanaksız bir buluşmayı özlemişlerdi. Çoğu tüm gücüyle orada bulunmayan birisini, bir bedenin sıcaklığını, sevgiyi ya da alışkanlığı haykırmıştı. Bazıları insanların dostluklarından uzak düşmenin, onlara mektup, tren, gemi gibi dostluklara özgü alışılmış yol ardan ulaşamayacak olmanın çoğunlukla farkına varmadan acısını çekiyordu. Daha az sayıda bir başka grup insan da, belki Tarrou gibileri, tanımlayamadıkları birşeylerle istemişlerdi birliği, ama bunlar da istenecek tek şeydi onların gözünde. Başka bir ad bulamadıklarından buna bazen huzur diyorlardı.

Rieux hâlâ yürüyordu. İlerledikçe çevresindeki kalabalık artıyor, gürültü çoğalıyor ve ulaşmak istediği mahal eler uzaklaşıyor gibi geliyordu. Yavaş yavaş bu bağırıp çağıran kitleye karışıyordu ve bu haykırışın bir bakıma kendi haykırışı olduğunu da anlamaya başlıyordu. Evet, hem bedensel hem de ruhsal açıdan hepsi birlikte acı çekmişti, hepsi güç bir tatil dönemine, umarsız bir sürgüne ve hiç giderilmemiş bir susuzluğa birlikte katlanmışlardı. Bu üst üste yığılan ölüler, ambulans sirenleri, şu yazgı denilen şeyin ihtarları, korkunun yinelenen ayak sesleri ve yüreklerdeki korkunç başkaldırı arasında hep bir söylenti yayılıp durmuş ve korku içindeki bu insanlara gerçek vatanlarını bulmaları gerektiğini söyleyerek onları uyarmıştı. Onların hepsi için gerçek vatan, bu boğulan kentin duvarlarının ötesindeydi. Tepelerdeki güzel kokulu çalılıklarda, denizde, özgür ülkelerde ve aşkın gücündeydi. Ve geri kalan her şeye tiksintiyle sırt çevirerek o ülkeye, mutluluğa dönmek istiyorlardı.

Bu sürgünün ve bu birleşme duygusunun ne anlama gelebileceğini Doktor Rieux hiç bilmiyordu.

Durmadan yürürken her yandan sıkıştırılmış, kendisini çağıran hastalarına giderken, yavaş yavaş yükü azalmış sokaklara yaklaşıyor ve bu şeylerin bir anlamının olup olmamasının önemli olmadığını, yalnızca, insanların umudunun bir karşılık bulmasını görmek gerektiğim düşünüyordu.

Karşılığın ne olduğunu bundan böyle o biliyordu ve dış mahal elerin neredeyse ıssız o ilk sokaklarında bunu daha iyi görüyordu. Yalnızca aşklarının yaşadığı eve dönmeyi istemiş olanlar, sayıları azalsa da bununla yetinmesini bilerek arada sırada ödül erini alıyorlardı. Kuşkusuz aralarından bazıları, bekledikleri kişiden yoksun, tek başlarına kentte yürümeyi sürdürüyorlardı. Salgından önce, aşklarını daha başından yoluna koyamamış ve birbirine düşman sevgilileri birbirine bağlı tutan o güç anlaşmayı yıl arca körü körüne izleyen bazıları gibi, eşinden iki kez ayrılmak durumuna düşmemiş olanlar da mutluydu. Rieux gibi onlar da her şeyi zamana bırakmanın hafifliğini duymuşlardı: Onlar sonsuza dek ayrılmışlardı. Ama, Doktor Rieux’nün sabah yanından ayrılırken “Haydi, cesaret, şimdi haklı çıkmanın zamanı,” dediği Rambert gibi başkaları da, yitirdiklerini sandıkları kişiyi hiç duraksamadan bulmuşlardı. En azından bir süre için mutlu olacaklardı. Her zaman istenebilecek ve bazen elde edilebilecek bir şey varsa, onun da insan sevgisi olduğunu şimdi onlar biliyordu.

Tersine, hayal bile edemedikleri bir şeyi dilemiş olanların hiçbirine bir karşılık gelmemişti. Tarrou sözünü ettiği o ulaşılması güç huzura kavuşur gibi olmuş, ama onu işine yaramayacağı bir anda, ölümde bulmuştu. Tersine, Rieux’nün kapı eşiklerinde, azalan ışığın altında gördüğü, tüm güçleriyle sarılmış, heyecan içinde birbirine bakan başkaları eğer istediklerini elde etmişlerse, bunun nedeni yalnızca kendi el erinde olan bir şey istemiş olmalarıydı. Ve Rieux, Grand’la Cottard’ın bulunduğu sokağa saparken insanla, onun yoksul ve inanılmaz aşkıyla yetinenlerin de en azından arada bir neşeyle ödül endirilmesinin yerinde olacağını düşünüyordu.

Bu günce burada sona eriyor. Doktor Rieux’nün bunun yazarı olduğunu belirtmenin zamanı geldi.

Ama son olayları aktarmadan önce, en azından niçin araya girdiğini açıklamak ve tarafsız tanık üslubunu seçmeye özen göstermesinin anlaşılmasını istiyor. Tüm veba süresince mesleği gereği kentlilerin birçoğunu görme ve onların duygularını derleme olanağı buldu. Böylece gördüklerini ve duyduklarını rahatça aktarma durumundaydı. Ama bunu uygun, ölçülü bir tutumla yapmak istemiştir. Genel olarak gördüklerinden fazlasını anlatmamaya, veba dostlarına, gerçekte sahip olmayacakları düşünceleri yakıştırmamaya ve yalnızca rastlantı ya da kötü talihin kendisine sunduğu metinleri kul anmaya özen göstermiştir.

Bir tür cinayet nedeniyle tanıklık etme durumunda kalarak, iyi niyetli her tanığın yapması gerektiği gibi, bel i bir sakinimi elden bırakmamıştır. Ama aynı zamanda da, dürüst bir yüreğin kural arına uygun olarak, isteyerek kurbanın tarafım tutmuş ve insanları, aynı kenti paylaştığı insanları, yalnızca aşk, acı, sürgün gibi ortak inançları çevresinde birleştirmek istemiştir. İşte böylece, tek bir acı yoktur kentlilerce paylaşmasın, ya da tek bir durum yoktur kendisi de sahiplenmesin.

Sadık bir tanık olmak için özel ikle olayları, belgeleri ve söylentileri aktarmalıydı. Ama kişisel olarak kendi söyleyeceğini, kendi bekleyişini, kendi geçirdiği sınavları dile getirmemeliydi.

Bunlardan yararlandıysa bile, yalnızca aynı kenti paylaştığı kentlileri anlamak ve onların anlaşılmasını sağlamak ve onların çoğunlukla karmakarışık biçimde hissettiklerine olabildiğince kesin bir biçim vermek içindi. Gerçeği söylemek gerekirse, bu sağduyulu çaba fazla zor olmadı. Kendi içindekilerin doğrudan o binlerce vebalı sese karışmak üzere olduğunu hissettiğinde, tek tek her acısının aynı zamanda başkalarının da acısı olduğu ve acının çoğu kez tek başına yaşandığı bir dünyada bunun bir avantaj olduğu düşüncesi onu durdurmuştu.

Kuşkusuz herkes adına konuşmalıydı.

Ama yurttaşlarımız arasında bir kişi vardı ve Rieux onun adına konuşamazdı. Tarrou’nun bir gün Rieux’ye sözünü ettiği kişi bu: “Onun tek gerçek cinayeti çocuklar ve insanları ölüme yol ayan neyse onu yüreğiyle onaylamış olmasıdır. Geri kalanını anlıyorum, ama bu konuda onu yaptığından ötürü bağışlamak zorundayım.” Bu güncenin böyle şeylerden habersiz, yani yalnız bir yüreğin sahibiyle son bulması da yerinde olur.

Kutlamanın yapıldığı gürültülü patırtılı caddelerden çıkıp Grand’la Cottard’ın oturduğu sokağa saparken bir polis engeliyle karşılaştı. Böyle bir şeyi beklemiyordu. Eğlencenin uzaktan gelen uğultusu mahal eyi sessizleştiriyor ve Rieux’ye bir çöl gibi ıssız geliyordu. Kartım çıkardı.

— Olanaksız doktor, dedi polis memuru. Kalabalığa ateş eden bir deli var. Ama burada kalın, size gerek olabilir.

O sırada Rieux, Grand’ın kendine doğru geldiğini gördü. Onun da hiçbir şeyden haberi yoktu.

Geçmesine izin verilmiyordu ve ateşin kendi evinden açıldığını öğrenmişti. Güneşin ısıtmayan son ışıklarıyla altın rengine bürünmüş evin cephesi uzaktan görülüyordu. Karşıdaki kaldırıma kadar uzanan boş bir uzam evi çevreliyordu. Yolun ortasında bir şapka ve kirli bir parça kumaş

seçiliyordu. Rıeux ve Grand iyice uzakta, yolun öteki tarafında kendilerini durduran polis kordonuna paralel ve gerisinde mahal elilerin hızlı hızlı durmadan geçtikleri bir polis kordonunu görebiliyorlardı. Dikkatlice bakınca, el erinde tabanca, evin karşısında bulunan apartmanların kapılarına sinmiş polis memurlarım da gördüler. Evin tüm kepenkleri kapalıydı. Yine de ikinci katta kepenklerden biri yarı yarıya açılmış gibiydi. Sokakta tam bir sessizlik vardı. Kent merkezinden gelen bel i belirsiz ezgiler duyuluyordu yalnızca.

Bir ara evin karşısındaki apartmanlardan birinden iki el ateş sesi duyuldu ve açık olan kepenkte parçalar havaya sıçradı. Sonra yeniden sessizlik oldu. Uzaktan bakınca, günün yoğunluğundan sonra bu olanlar Rieux’ye biraz gerçekdışı gibi geliyordu.

Albert Camus
Kaynak: Veba

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz