Ana Sayfa Edebiyat Ahmed Arif Anlatıyor: “Bana günde bir çeyrek ekmek veriyorlardı”

Ahmed Arif Anlatıyor: “Bana günde bir çeyrek ekmek veriyorlardı”

“Sevdadır bu teyze”
Bu arada da psikolojik bir terör var. Polisin biri gazete okuyor, bir yandan da konuşuyor. “Adamın dişinin altına cereyan veriyorlar. Işıklı odaya bir girdi mi hali dumandır.”
Ben hem polisi dinliyor, hem işkenceyi düşünüyorum. Aklıma Fontamara geliyor, Çan Kay Şek’i öldürmek için kendisini arabanın altına atan
Çen geliyor. Çen de benim gibi bir felsefe öğrencisi. Kendimi onunla ölçüyorum. Ona göre benim durumum daha iyi.
Bu arada polisler horlamaya başladı. Bunun üzerine o teyze fısıltıyla bana sordu: “Oğlum nedir halin?” Şimdi cevap olarak ne diyeyim? Siyasi desem olmaz, üniversite öğrencisi, o da olmaz. Eylemci desem, sosyalistim desem. Tutmayacak. O kadıncağıza bunlar ne ifade edecek?
Müthiş bir sıkıntı çektim 5-10 saniye. Birden “Sevdadır bu teyze”
deyiverdim.
Nasıl aydınlandı kadıncağızın yüzü. Beni kucaklayıp öpmek istedi. Bir sevgili, bir anne gibiydi. Ömrümce böyle bir anneye, ablaya hasret kaldım.

 

“Sıcak Yaralarındaki Barut Kokusu…”

– Polisle ilk kez başın ne zaman belaya girdi? “Togliatti” diye bir şiirin olacak. Bu yüzden miydi?

AHMED ARİF – Şiirin adı “Togliatti” değil, adı da yok. Bundan sonra da olamaz. Çünkü baltalanmış, artık ne diyeyim, mahkemeye düşmüş.
Benim için gerçek anlamda trajik bir olaya dönüşmüş.

Gerçi siz o yıllarda çocuktunuz. Ama Togliatti çok önemli bir adamdı.
Bana kalırsa Togliatti, Dimitrof ve Şefik Hüsnü Komintern’in en aydın insanlarıydılar. Daha sonra Torez, Duclos gibi şöhretler de geldiler ama, bunlar genç kuşaktılar. Onların öğrencisiydiler.

Mesela Şefik Hüsnü Ho Şi Minh’in arkadaşıydı. Asya Bürosu’nu ortak yönetiyorlar. Şimdi yüklendikleri sorumluluğu düşün. Ho Şi Minh’in sorumluluğunu düşün. Tabii Şefik Hüsnü’nünki bir alınyazısı.
Öğrencilerinin kimi iktidara gelmiş, kimi muhalefette bile olsa yasal duruma gelmiş itibarlı kimseler. O, 70 yaşında hâlâ hapishanede. Ne yapsın adam yani, istese yurt dışında paşalar gibi yaşayabilir. Ama kendini o da bir yerde halkına adamış. O acıyı çekmek zorunda…

Togliatti dediğim gibi bir aydın adam. Komintern’in beyinlerinden biri. Yalnız İtalyan proletaryasını değil, bütün dünya politikasını etkileyebilecek demeçleri var. Şimdi bu adamı vuruyorlar. Kim mi vuruyor? Faşistler elbette. Ben de o zaman bir çocuğum. Oturdum, bir şiire başladım. Kaç mısra olduğunu bilmiyorum, çünkü şiir yarım kaldı.
Yarım kaldı değil, başladı ve öylece bitti.

– Şiir gün ışığına çıkmamış daha…

AHMED ARİF – Yanılmıyorsam 1947. Bir kahvede oturuyorum. Ceketimi sandalyenin üstüne asmışım. Adını vermek istemiyorum. Puştun biri kahvede yankesici gibi ceketimin cebinden çalmış şiiri. Ben şiiri ona okumamışım, haberi bile yok. Ben de farkında değilim. Götürmüş daktilo etmiş. 80 kopya çıkarmış. Unutmuşum. Elimi cebime mi atmadım, yoksa önem mi vermedim?

Birkaç gün sonra bir arkadaşım geldi. “Senin bir şiirin 80 nüsha olarak Melahat’in evinde bulundu” dedi.

– Melahat kim?

AHMED ARİF – Melahat arkadaşım, kardeşim. O zaman felsefe doktorası yapıyor. Haberi duyunca neredeyse felç olacaktım. Doğru koştum
Melahat’e. “Vallahi bilmiyorum” dedi.

Şimdi eve giriyorsun, solda küçücük bir oda var. Hemen kapıya bitişik bir masa, duvara dayanmış. Orada da bir radyo var. Benim şiir radyonun arkasına rulo olarak konmuş. Üç tane mi, dört tane m görevli gelmiş.
Hiçbir yere bakmamışlar. Elleriyle koymuş gibi o ruloyu oradan almışlar. Altında ne bir imza var, ne bir şey… Kız da şaşırmış.

Hemen polise gittim, durumu anlattım. “Bu şiir benimdir” dedim.
Tutuklanmayı falan göze almışım.

Süleyman Bey adında bir komiser, yanılmıyorsam soyadı da Balkanlı olacak, ifademi aldı. “Hadi sen git” dedi. Büyük bir sıkıntı çekmedim.

O zaman Melahat Türkiye Gençler Derneği’nin Yönetim Kurulu üyesi.
Yönetim Kurulu’nda iki kız, iki erkek var. Bunlar tutuklanıyorlar.
Aralarında yönetici olmayan biri de katıldı ama, onun davayla bir ilgisi yok. Mahkemede şiir söz konusu bile edilmedi. Avukatlar için bir espri konusu oldu. Zabıtlara yanlış geçmiş…

Zaten o davadan amaç, derneğin kapatılması. Dernek kendini feshetti.
Bu da hükümet komiserinin gözü önünde oldu. Kongre oldu, benden başka kimse derneğin devam etmesi için oy kullanmadı. İttifakla fesih kararı alındı. Yalnız ben derneğin devam etmesini istedim. Dernek de böylece kapandı ve dava bitti.

Peki ama, benim şiir ne oldu?

Nasıl anlatayım. O şiir biraz erken doğmuş çocuk gibi, prematüre bir çocuk gibi oldu. Yanlış bir benzetme belki ama, kolum kanadım kırıldı.
Bütün okuyucularımdan, bütün halkımdan özür dileyerek belirtmek istiyorum. Bu şiiri çalan, çoğaltan, oraya koyan sözüm ona arkadaş kılığındaki bu adam benim yakınım değildi. Adamlar keramet sahibi değil ki eliyle koymuş gibi hiçbir yeri aramadan gidip o şiiri bulsunlar. Özür dilerim puştun biriydi bu olayın tertipçisi. Bunun bir provokasyon, bir alçaklık olduğu da ortada. Ne yazık ki bu olayda ben uğradığım haksızlıkla baş başa kaldım. Kimse o herifin yüzüne tükürmedi. Ben onu, gerçek söylüyorum, tek yumrukla öldürebilirdim. O
kadar da cılız, çelimsiz biriydi. Gerçekten de bu işi yapacak tıynette biriydi. Allah’ı para olan biriydi. Adını açıklamak istemiyorum.
Gereği de yok artık.

– Bu şiir aradan bunca zaman geçmesine karşın hâlâ gün ışığına çıkmayacak mı? Okumayacak mısın?

AHMED ARİF – Okuyayım mı? Aslında benim sonraki şiirlerimi haber veren bir özelliği de var. Şiire biraz külhan ağzı verdim. O ağız da eleştiriye uğramıştır. Şiire argo girer mi, girmez mi? Hep tartışılmıştır.

Argonun Türkçeyi bozduğu öne sürülmüştür. Bana kalırsa argo da halkımızın dilinin bir özelliğidir. Mesela Fransız, özellikle Paris argosu tadına doyulmaz güzellikte bir dildir.

O şiir şöyleydi:
“Palmiro, Palmiro şanlı işçi
Sıcak yaralarındaki barut kokusu
Kesik, anaların sütü
Ve kaçmıştır bebelerin uykusu
Korku katedrallerinde yarımadanın
Gün görmüş meydanları Roma’nın
Bizimledir
Mavi mavi eser deniz meltemi
Sicilya’nın güneşli kalçaları
Bizimle kartpostal dalgınlığında Napoli bahçeleri
Bizden yanadır hava
Bizden yanadır su
Bizden yanadır Sinyor de Gasperi’nin
Ve bütün sinyorların korkusu
Ürkmüştür manastır fareleri.”

Şimdi buna şiir denir mi, denmez mi? Olsa olsa bir dölüt, cenin.
Bundan sonra da olmaz. Bu ancak öyle sanıyorum, edebiyat tarihçilerini, araştırmacıları ilgilendiren bir konu olabilir. Yoksa halkın huzuruna çıkacak bir şiir değil bence…

Burada, yıllar sonra, hiçbir gurura, büyüklük duygusuna kapılmadan önce İtalyan proletaryasından, sonra halkımdan özür diliyorum. Yapacak hiçbir şeyim yok. Bu şiiri ne savunabilirim, ne onun için ağıt yakabilirim. Baltalanmış, boğazlanmış bir şiirdir bu. Erken doğumdan ölen oğullarım var, hüngür hüngür ağladım, onun gibi bir şey işte…

Eğer bu anlattığım olaylar olmasaydı bu şiir gelişebilirdi. Nasıl olurdu? Bilemiyorum. Ama böyle de kalmazdı. Daha bir yüz akıyla halkın karşısına çıkardı.

“ONURUM, KİMSESİZLİĞİMDEN DOLAYI…”

-Sansaryan Hanı’ndan söz etsen biraz da, o günlerden…

AHMED ARİF – Yıl 1952. Sansaryan Hanı’nda hücredeyim. Çok hastayım.

Sorgu çok uzun sürdü. Ben 9 numaradayım. Sağımda 8 numara, onun yanında kapı gibi girilen 7 numara var. 7 numarada Orhan Suda kalıyor.
Suda’yı tanımıyorum o zaman, daha sonra cezaevinde tanıştık. 8
numarada ise Muzaffer Arabul kalıyor. O da çok ağır hasta. Onu da sesinden tanıdım, o kadar. Muzaffer pırlanta gibi bir adam, evli, ocukları var. Devlet memuru.

Solumdaki 10 numaralı hücrede Zeki Baştımar vardı. 11 numarada rahmetli Kemal Abi, Kemal Ergin.

Bunları nefeslerinden tanıyorum. Öksürüklerinden.

Benim bulunduğum 9 numaradan bir lağım geçiyor. Üzerinde bir ızgara.
Ne kadar akılsızmışım! Lağımı kullanmayıp tuvalete gidiyordum. Tabii küçük sudan başka bir şey yok. Çünkü bana günde bir çeyrek ekmek veriyorlardı. O da kuru bir şey. Bir lokma bile yiyemiyordum. O
nedenle sadece su içiyordum.

Sakalım göğsüme gelmişti. Saçlarım keçe gibi olmuştu. Kendimi merak ediyordum.

Küçük bir kibrit parçası buldum. Bir çöp. Onunla duvara çizgiler çizdim. Böylece bir takvim yaptım kendime. Şimdi kesin söyleyemeyeceğim ama, 128 gün saydım. Bulunduğum yerde güneş doğmuyordu. Devamlı elektrik yanıyordu. O da çok kısık.

O lağımın ızgarasına rağmen tuvalete gidiyordum. Ne kadar da kurallara uyarmışım. Çok çıkıyorsun diye kızıyorlardı. Oysa ben su içmek için gidiyordum. Çünkü bir şişe su, bir boş şişe almayı bile akıl edemiyordum.

Bu arada mucize gibi bir şey oldu. Orada çalışan bir teyze vardı. Çok iyi bir kadındı. Temizlik yapıyordu. Öteyi beriyi siliyordu.

Bir gün bir fırsatını buldu geldi bu kadın. Nöbetçileri nasıl atlatmıştı? Çünkü hem polisler, hem askerler vardı. Bu kadıncağız bana sokuldu, “Senin adın Ahmed mi?” dedi. Çok yavaş ama, fısıltıyla. Çok korktum. Yüzüne nasıl bir korkuyla bakmışım ki, bana acıdı, bir anne gibi okşadı. Ondan sonra ben “Evet” dedim. “Oğlum iki aydır seni arıyorum ben” diye konuştu. “Niye arıyorsun?” diye cevap verdim.

Gene bir provokasyondan korktum. Kadın gitti, ertesi gün bir kesekâğıdında iki salkım üzümle geldi. Bir de pijama altıyla. Yeni bir pijama değildi. O zamanlar Tursil yeni çıkmış ve modaydı. Belli ki
Tursil’le yıkanmış, çünkü kemer lastiğinin olduğu yer yıpranmıştı.

Yavaşça o kesekâğıdını açtım, imkân ölçüsünde yırtmadım. O üzümü yiyemedim, kaç gün orada kaldı bilmiyorum. Ve hüngür hüngür ağladım.
Bunu bana kim göndermişti? Bir anne mi, bir abla mı, bir arkadaş mı?
Bir sevgili mi? Bu kadıncağız kimdir? Bunları düşünürken o üzüm çürüdü, yiyemedim.

Kâğıdı açtım, dört yahut altı sayfa “Yeşil Holivut” adında bir dergi.
Şimdi bile hatırımda. Şöyle yazıyordu: “Sosyetenin kurtlarından Vedat
Örfi Bengü gene evlendi.” Derginin kalitesi işte bu.

Fakat ben bunu, eski Spartaküs çağındaki Hıristiyanların gizlice
İncil’in parçalarını okumaları gibi öyle kutsal bir gizlilik içinde okudum. Gazete bize yasak olduğundan gazetenin adını bile unutmuşum.
Yazılı bir şeye öylesine hasrettim.

O güne kadar benim adım tespit edilmemişti. Bir deftere yazılmamıştı.
İşte falan oğlu filan, şu tarihte geldi, şu gün göz altına alındı gibi… Böyle bir işlem yapılmamıştı. Yani ben orada ölseydim nasıl bir tutanak hazırlayacaklardı? Bilemiyorum. Bunu nasıl açıklayacaklardı aileme? Öyle bir kimsesizlik, sahipsizlik içindeydim.
Üstelik de çok hastaydım. Boğazım sürekli kanıyordu. Fuzuli’nin dediği gibi:

“Na yanar kimse bana ateşi dilden özge
Ne açar kimse kapım badı sabadan gayrı.”

Benim orada badı saba bile olamazdı. Çünkü kapalı bir yer, zencirli.
Adı üstünde hücre… Ancak bir somya sığıyor. Onun da önünde otuz santimetre bir boşluk ya var, ya yok…

Ve duvarlar. Duvarlarda kan lekeleri… Tahtakurusu lekeleri…
Bunların arasında da isimler. O isimlerin pek çoğuyla sonradan Harbiye
Cezaevi’nde tanıştım. Onların çoğu ağabeyim oldu, arkadaşım oldu.
Hepsi de bana onur verdiler.

Kimi orada yarım saat kalmış, kimi beş-altı saat. Benim gibi devamlı kalan yok. Beni alırlarken o zamanki Şube Müdürü Ahmet Topaloğlu bir de espri yaptı: “Hemşerime iyi bir yer verin.” İşte iyi bir yer de buymuş…

– Oysa deniz gören odalar da var, banyolu, konforlu yerler var…

AHMED ARİF – Elbet şikâyetçi değilim. Benim kaderime de bu düşmüş, ne yapayım.

Sabahleyin Mehmetçik kapıları vurur, siparişleri alır. Köfte isteyen olur, helva isteyen, peynir isteyen. Parayı verip istediğini aldırıyorsun. Bir de Kızılay’dan yemek geliyormuş. Bunlardan benim haberim yok. Kimse de bana bir şey dememiş…

Dediğim gibi bana verilen dörtte bir ekmek. Oysa benim hakkım bir tayın. Çünkü orası askeri mahkeme. Biz de, hani türküsü var ya,
“mahsus mahal”deyiz. Bunu bir hile olarak düşünmüşler. Ben mahsus mahalde, yani gözaltında 15 günden fazla tutulamazmışım. Ama çoğumuz aylarca kaldık. Zaten mahkemede de bir itirazı, hak aramayı önlemek için “mahsus mahal” diyorlar. Yani Sansaryan Hanı’nın hücreleri…

– Peki, sıkıyönetim falan mı var?

AHMED ARİF – Hayır, sıkıyönetim yoktu, ama askeri mahkemeydi.
Aramızda askerler vardı, gerek er, gerek subay olarak. Sanık kardeşlerimiz, ağabeylerimiz vardı. Onlardan dolayı idi bu durum.

Şunu anlatayım. Benim onurum kimsesizliğimden dolayı.

Gece. Bir kanepede, bir Mehmetçik kolunda tüfeğiyle uyuyor. Bu çocuk buradan sağ çıkmaz, diyor. Belki de ölümümü bekliyorlar. Ateşim sanıyorum 39-40’ı bulmuş. Haftalardır öyle yatıyorum. Ağzım kuruyor.
Kanamam sürüyor. Boğazımda damar çatlaması var.

Ama “sevda bu” derler ya… İşte o sevda…

Tuvalete çıkayım dedim. Bir de su içeyim. Kapı dışarıdan açılıyor tabiatıyla. Sürgülü. Tıklatıyoruz. Orada bir delik var, onu açıp bakıyorlar.

Kapıya elimi dokunur dokunmaz kapı olduğu gibi yıkıldı. O kanepede tüfeğiyle uyuyan asker var ya, onun üzerine yıkıldı. Benim o kapıyı yüklenip yıkmamın imkânı yok. Bir mukavvayı yırtacak kadar fizik gücüm kalmamış. O kadar halsizim. Erimişim. Bütün kaslarım erimiş. Açlığa alışmışım, canım hiçbir şey istemiyor.

O çocuğu, o Mehmetçiği gördüm. Çok utandım. Gözleri yuvalarından fırlamış. Bir patırtıdır koptu. 7 numaranın kapısının kapandığını duydum. Fısıltılar, bağırtılar geliyordu daha önce. Sonra bunun olmadığı, bu sesleri hastalığımdan dolayı duyduğum anlaşıldı.
Gözlerimi hastanede açmışım…

– Halisünasyon belki…

AHMED ARİF – Halisünasyon hayal görmektir. Ben halisünasyondan önce gittiğim için kurtuldum. Bu benimki onun başlangıcı. Onun tedavisi çok zordur. Ben hayal görmedim, sadece ses duyuyordum.

Hastanede beni bağladılar. Yatıştırdılar. Şefkatle davrandılar. Önce ameliyat etmişler.

Doktora bağırtıları, sesleri anlattım. “Arkadaşlarımın seslerini duydum” dedim. Tabi bunların hiçbiri olmamış.

İnsanın bazı organları çalışmayınca öteki organlar çok çalışıyor.
Hücrede gözümüz hiç çalışmazdı. Hiçbir şeyi görmezdik. Çok kısık, aranlığa yakın bir ışık vardı. İşte o zaman kulak çalışıyordu.
Kulakla algılıyordun.

Ve insan kendi kendisiyle konuşmaya başlıyor.

Bir gece yıldırım bir telgraf getirdiler. Başkomiser Sacit Bey getirdi. Telgrafta şöyle diyordu: “Baban öldü, cenaze yerde kaldı, ben oralara gelemiyorum.” İmza: Annen Arife.

– Adresine geliyor yani telgraf…

AHMED ARİF – Hayır doğrudan Emniyet Müdürlüğü’ne, Sansaryan Hanı’na.
Adresim yok ki. Ben İstanbullu değilim, Ankara’dan gelmişim. Geldiğimi de kimse bilmiyor. Üstelik sağlığım bozuk. Muhakeme yürütecek gücüm yok. Anam bu adresi nereden buldu, neden bu telgrafı çekti, bunu düşünecek halde değilim.

O an, yani telgrafı okur okumaz neler yaptığımı sana anlatmak istemiyorum. Gençler okumasın. Ama öyle demoralize olmuşum. Hemen hastaneye yetiştiriyorlar. Bir şans eseri ölümden dönmüşüm. Üç hastane
“Bu ölür” diye almıyor. Kasımpaşa Deniz Hastanesi alıyor. Gözümü açtığımda iki gün geçmiş.

O hastanede bana şok tedavisi yaptılar. Çarşamba ve cuma günleri. Bu arada Sabahattin adında bir çocuk anama mektup yazdı, “oğlun iyidir, ağlığı yerindedir” falan işte…

17 şoktan sonra beni Sansaryan’a geri götürdüler. Ama orada fazla tutmadılar, Harbiye’ye yolladılar. 17 gün tabutlukta kaldım. Duvar nemliydi. Yosun bağlamıştı. Kalbimi korumak için sağ yanımı duvara dayadım. İşte hâlâ çekerim, sağ omuzumdaki bu ağrı, o tabutluktan kalmadır.

Tabutlukta duvara biri “To be or not to be” yazmış. Altına birileri her dilden buna benzer bir şey eklemiş. Saydım 19 dil. Slav dillerini anlamıyorum ama, Sapşıkça bile var. Altına ben de bir şey yazayım dedim. Yazmak değil tabii, kazıdım. Ne yazayım? “Ya herro ya merro”
diye yazdım, bir de altına toplam çizgisi çektim.

Bunca yıl geçti hâlâ o telgraf konusu çözülmüş değil. O günlerde bana gönderilen 60 lirayı 1.5 yıl sonra aldığımı bilirim. Yani anam öyle bir telgraf çekmemiş.

– Ankara’dan İstanbul’a gidişin nasıl oldu?

AHMED ARİF – Ankara’dan beni ikisi komiser dört polis götürdü. Serçe kadar canım vardı. Boğazımda kanama vardı. Hastaydım. Ekmek çiğneyemez, yemek yiyemezdim. Zaten zayıf bir çocuktum, büsbütün zayıflamışım. İşte böyle bir günde götürdüler beni.

Trenle gidiyoruz. Kompartımanda bir teyze ile bir amca var. Amca galiba demiryolu emeklisi. Yanılmıyorsam kızlarına gidiyorlar. Bir de ben ve dört görevli. Polislerin kocaman tabancaları var, neredeyse dizlerine ulaşacak. Teyze ile konuşuyorlar. Polisler “Koyun tüccarıyız, Erzurum’a gittik, hayvan aldık, İstanbul’da satacağız”
falan diyorlar. Teyze yutmadı tabii.

Bu arada da psikolojik bir terör var. Polisin biri gazete okuyor, bir yandan da konuşuyor. “Adamın dişinin altına cereyan veriyorlar. Işıklı odaya bir girdi mi hali dumandır.”

Ben hem polisi dinliyor, hem işkenceyi düşünüyorum. Aklıma Fontamara geliyor, Çan Kay Şek’i öldürmek için kendisini arabanın altına atan
Çen geliyor. Çen de benim gibi bir felsefe öğrencisi. Kendimi onunla ölçüyorum. Ona göre benim durumum daha iyi.

Bu arada polisler horlamaya başladı. Bunun üzerine o teyze fısıltıyla bana sordu: “Oğlum nedir halin?” Şimdi cevap olarak ne diyeyim? Siyasi desem olmaz, üniversite öğrencisi, o da olmaz. Eylemci desem, sosyalistim desem. Tutmayacak. O kadıncağıza bunlar ne ifade edecek?
Müthiş bir sıkıntı çektim 5-10 saniye. Birden “Sevdadır bu teyze”
deyiverdim.

Nasıl aydınlandı kadıncağızın yüzü. Beni kucaklayıp öpmek istedi. Bir sevgili, bir anne gibiydi. Ömrümce böyle bir anneye, ablaya hasret kaldım.

Çıkınını açtı, para vermek istedi bana. Almadım. Cebimde de beş liram var. Keşke alsaydım, ama çok utandım. O da garip…

– İstanbul’a geldiniz…

AHMED ARİF – İstanbul’a geldik. Köprüden geçiyoruz. Polisler “Taksi paran var mı?” dediler. “İşte biliyorsunuz” dedim. Araba tutamadık.
Yatağı yorganı sırtıma aldım, valizi de bir polis. Köprü’de tanıdık bir adam arıyorum, kardeşlerimden birini. Rastlasam da para istesem, ek düşüncem bu… Ama o da olmadı.

Böylece Sansaryan Hanı’na geldik.

– Daha önce savunmanda ne yaptın?

AHMED ARİF – Ankara’da bir yıl önce ilk yargılanmam sırasında savunmamın cezaevi müdürüne ya da infaz savcısına teslim etmem istendi. Bunu reddettim. Beni her mahkeme sabahı anadan doğma soyar, iysilerimi didik didik ederlerdi. Yine de yazılı savunmamı mahkemeye verdim. Bir kopyasını da noter kanalıyla gönderdim. Aynı şeyi Yılmaz
Gruda da yaptı. Bu davada dosya numarası 1951-82.

<<Öncesini oku | Devamını oku >>

Ahmet Arif Anlatıyor
Kalbim Dinamit Kuyusu
Refik Durbaş

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version