Ana Sayfa Edebiyat 1982 Yazı – Onat Kutlar: “Garson, dedim, bana biraz sabır ver!”

1982 Yazı – Onat Kutlar: “Garson, dedim, bana biraz sabır ver!”

1982 YAZI
“Bu mektuplar aslında sanadır sevgili arkadaşım.
Adını bile bilmediğim sana.
Öylesine yakından ve derinden tanıyoruz ki birbirimizi,
öylesine ortak bir umut ve bilinçle paylaşıyoruz ki
yeryüzünü, yaşama öylesine inanıyoruz ki, adını bilmesem ne çıkar?”

Kötü bir mektup yazarıyım bilirsin. Seninle birlikte Paris’teyken altı ayda bir, anamdan telaşlı telgraflar gelirdi: «Sağlığını telle…» diye. Üstelik şimdi sana mektup iletmek de kolay değil. Avukat falan. Bu yüzden «ben de kendime güvenli bir yol seçtim…»
Zaten nasıl olsa edebiyattan söz açacağım. Edebiyat da günümüzde herhangi bir sakınca taşımıyor. Bilmem dergileri görebiliyor musun? Ben, bir okur olarak biraz şaşırıyorum. Kim kimden ne yürütmüş, kim niçin falanca yazar-ozan’ın adını anmamış, Kerime Nadir estetiğinin temel sorunları nelermiş gibi tartışma konuları pek moda. Bu tartışmalara bir ucundan katılıp okurken yazar olmak işten bile değil.
Boğaz’ın kuytu bir ucunda, senin deyiminle «Şile»de oturuyor olmasam, etrafta bu kadar çok erguvan olmasa, sabahları bunca bülbül ve karganın sesi birbirine karışmasa belki başarabilirdim de. İlerdeki söyleşilerde belki denerim. Gelgeldim günlerdir düşlerimin tarlasını hallaç pamuğu gibi atan karabasanlar, durmaksızın garip yüzler çıkarıyor karşıma. Haliç’in çevresi kirlenmiş sularından Altan’ın yüzü ya da «denize girmek yasaktır» levhaları ile donatılmış, kaldırımları bir beyaz, bir siyah boyanmış Boğazın kıyılarından bizim Kuzgun… Erguvanlar ve kuzguni kargalar yüzündendir, başka ne olacak, gül gibi geçinip gidiyoruz işte demeye de dilim varmıyor. Ben de oturup, Boğaz’ın kadim dragonu olduğu halde şimdilerde Dragos’ta mekân tutan Çan’ın, bu yıl üst üste yayınlanmış, ama modaya uygun olmadığı için kimsenin sözünü etmediği iki kitabını okumaya durdum. Bu şiirler pek edepli olmasa da Akal ve Zeynep ve arkadaşları hoşgörülüdürler, ilgilenirler diye düşündüm. Yazının tarzının da Çan’ın şiirleri ile «assorti» —böyle mi denir?— olmasına dikkat ettim.

«Kargaların şânındanmış,
—Biri söyledi, ama kim?—
Yezitler gagalarına geçirdikleri kemikleri
Kırıp iliklerini sömürmek için
Yükselip yükselip taa yukarlardan
Tak diye bırakırmış damların üzerine
Garson öğlen ajansım açtığı zaman,
Çatırtısı geliyordu kaval kemiklerimin
Bitişikteki Rum kilisesinin arduvazlartndan….

Garson, dedim, bana biraz sabır ver!

Daha önce okumuş muydun bilmiyorum. Şiirin adı «1972 Yazı.»
Mani Çan’la Kuzgun, Kalamış’ta oturmuşlar, içlerindeki karanlığı konuşarak dağıtmaya çalışıyorlar. Konuşan elbette daha çok Kuzgun. Söyledikleri de «seksen horse’luk motoruyla kafa … bodrum yapısından dönme tirandil» yüzünden pek anlaşılmıyor. Ve sonra birden «yalnızlığın tüm ufunetlerini» silip geçen, yepyeni bir aydınlık yaratmak üzere silkinen, «güneşe karşı silkinen» o at… Bu olağanüstü güzel şiiri, aradan on yıl geçmiş olsa da «1982 Yazı»nda mutlaka okumalısın. Zaten pek fark etmez de…
Evet, kargaların iliklerini sömürmek için kemikleri takır takır çatılara vurdukları günlerde yaşadıklarımız omuriliğimize dokunuyor. Peki edebiyatın omurgası nerede? Bir diş hekimi, bir sivri gereçle dişinin sinirine dokunmadıkça yerinden sıçramazsın. Ama oraya dokunulmadıkça bir şey yapmaya olanak var mı? Günümüzdeki edebiyat, yaşadığımız günlerin, hadi daha genel söyleyelim, yaşamın özüne dokunuyor mu? İlle de bir «angajman»ı söz konusu etmek istemiyorum Ama edebiyat, lonca içi kuşdilinden başka bir dili, başka insanlarla konuşmalı değil mi? Yaşam öylesine geniş olanaklar tanıyor ki… Şimdi değilse ne zaman konuşacağız ölümü, özgürlüğü, aşkı, tutkuyu, duvarları, çocukları, acıyı, kabına sığmaz sevinci, ortak düşlerin bulanık gecelerini, geçmişi ve geleceği, oyunları, bahçeyi ve denizi ve daha nice şeyleri ve hiçbirini Divan edebiyatının «mazmunları» haline getirmeden ve okurlarla anlaşarak, ne zaman?
içimde öyle bir duygu var ki, tıpkı geçmiş yılların senin de çok iyi tanıdığın Sinematek seyircileri gibi, okurlar da olağanüstü sabırlı ve saygılı. Hani hatırlarsın, film bulamadıkça hep Potemkin gösterdiğimiz (fena da yapmadığımız) o yıllarda, Ömer, makine dairesinde bozuk gösterici ile terleyerek uğraşırken salonda sessiz üyeler Eyyub peygamberin sabrı ile beklerlerdi. İçlerinden neler geçtiğini bilirdim, ama bir gün bile saygısızlık etmediler. Sesleri çıkmıyor diye kızardım onlara. Gülümseyerek bakarlardı. Çünkü çook hoşgörülü idiler. Okurlar da öyle. Onlar da dönüp dönüp kendi potemkinlerini okuyorlar belki, gülümseyerek. Okurların çok akıllı olduklarına inanıyorum. Bunu, son zamanlarda sık sık yapılan ve bazılarına «hasbelkader» —ne demekse— benim de katıldığım açık oturumlarda gözlerimle gördüm. Edebiyat öğretim değildir elbette, daha iyi bir örnek bulamadığım için kusura bakma. Ama öğretmenle öğrencinin yer değiştirdiği zamanlar olur. Bu durumdan öğretmenin çıkaracağı önemli dersler vardır.
Amacım, çoğu işini yiğitçe yapmaya çalışan yazarlarımızı suçlamak değil. Bilirsin, kimseye yaran yok bunun. Ama onlarla ve seninle alçak sesle konuşmak. Ve okurlarla. Özellikle onlarla. Arada içlerine bir kuşku giriyorsa, acaba bütün bunlar çok önemli de ben mi anlamıyorum, acaba modern edebiyat da modern matematik, modern mantık gibi bir şey mi diye düşünüyorlarsa, kuşkunun peşini bırakmamalarını salık vermek. Edebiyat, onlar için değilse kimin içindir? İstersen bu mektubu, Can Yücel’in o güzelim şiirinin son kıtası ile bitirelim. Belki ortak yaşadığımız bu karabasana bir ışık olur:

Söz dedim o anda kendi kendime,
Karanfili sıkıp yazacağım bunu ben,
O güneşe karşı silkinen atın tarzı
Ve mürekkep balıklarının mürekkebiyle
Yazacağım yaşadığımız bu korkunç-güzel yazı,
İster dışarda olayım, ister hapiste…
Sözümü tuttum, yazıyorum işte!

Yeter ki Kararmasın
15 Haziran’82

Can Yücel’in 1972 Yazı adlı şiiri

Nerdeyse ışığa inanmaz olacaktık,
Öyle hızla büyüyordu içimizdeki karanlık…
Kalamışta,
Öğlen sıcağında,
…Heykeltraş Kuzgun’la beraber
…Damarları varisli ve mermer bir masanın başında
Yeni kesilmiş iki sığır kulağı gibi otururken,
(Bu Kuzgun’un susması demek değil ya hoş,
O ara MİT’olojik işkence usulleri hazretin en büyük merakı.)
Buz gibi biliyordum
Ne kadar su koysan üstüne,boş,
Ağarmayacaktı önümüzdeki nâmıssız rakı…
Yandaki sokaktan mayolu gençler geçiyor,
Gözlerinde fosfor,bacaklarında 4000 kalorilik gurur,
Geçiyorlar Rüzgâr Gibi Geçti kızlarıyla ;
Mutluluk omuzlarına atıverdikleri o yumuşacık havlu…
Düzenleri düzenlerine mübarek olsun !
Ben burda öbür gençliği ihtiyarlıyorum .
O ,
Daireden daireye,
Apartımandan apartımana,
En enli arz dairesinden en boylu tul dairesine taşınırmışçasına,
Güneş bombalarını,
Yıldız kitaplarını
Ve çiçek dürbünleriyle tüfeklerini
Ve kurşundan ağır,kurşundan vahim yüreklerini
Gık demeden taşıyan
O Sevgi ve Öfke Hamallarını
Kendi ecel terlerimle terliyorum
Damarları varisli ve mermer bir masanın başında…

Kargaların şânındanmış,
— Biri söyledi, ama kim?—
Yezitler gagalarına geçirdikleri kemikleri
Kırıp iliklerini sömürmek için
Yükselip yükselip taa yukarlardan
Tak diye bırakırmış damların üzerine
Garson öğlen ajansını açtığı zaman,
Çatırtısı geliyordu kaval kemiklerimin
Bitişikteki Rum kilisesinin arduvazlarından…

“Garson dedim, bana biraz sabır ver
-Allah’tan isteyeceğini benden istiyorsunuz paşam, dedi.
-Öyleyse bir Allah ver, dedim
Gitti bir daha gelmedi.”

Nasıl da hırtça bölündük birader!
Herifler satırı indirince,
Sakatatçı dükkanına döndük,
Ciğerler, kelleler, işkembeler…
Gözümün ucuyla bakıyorum
O tenhalar kahramanı mistik serçe
Tabağın dibinde kalmış kurtlu kirazları didikliyor,
Yanaşmış gizlice
Yalnızlığın ufunetleri bunlar!..
– Ama geçer, geçer hepsi
Yakında hapse girince…
Gerçi… gerçi…

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version