Ana Sayfa Edebiyat Turabi Kişin’den yaşanmış bir olay, bir intiharın öyküsü: Sosin*

Turabi Kişin’den yaşanmış bir olay, bir intiharın öyküsü: Sosin*

Çocukluğuma dair birçok şeyi anımsarken birçok şeyi kaba hatlarıyla hatırlarım. Çok belirgin hatırladığım anılarımın birçoğunda ise nedense birçok ayrıntı, birçok detay capcanlı, öylece durur. Henüz büyük felaket olarak hafızalara kazınan 1971 Bingöl depremi olmamıştı. 65 doğumlu olduğuma göre üç en fazla dört yaşındayımdır. Henüz anneme bağlı yaşadığımı hatırlıyorum. Onsuz köyün dışına pek çıkamadığım bir durum söz konusu…
Mevsimi sonbahar diye hatırlıyorum. Öyle sararan bir sonbahardan ziyade, yazın bitimine denk gelen bir zaman dilimi olsa gerek. Yapraklar yeşildi Öyle hatırlıyorum.

Öğlen vaktiydi, bir cayırtı bir çığlık koptu köyün orta yerinde. Ekmek pişiren annemin ocaktaki sacın önünde “viih” diye çığlık atarak ayağa fırlamasını, kızgın sacın üzerinde yanan ekmeği öylece bırakması ve şaşkın bir şekilde kendi etrafında dönmesi olağanüstü bir şeylerin olduğunu anlatıyordu bana. Sonraki yıllarda Annemin bu “Viih” la başlayan çığlıkları çoğalacaktı.
Dışarı fırladık, beni evde yalnız bırakamazdı. Peşine takıldım. Kadın, erkek, çocuk, yaşlı herkes fırlamış dışarıya. Dizlerini döven, saçlarını yolan kadınlar telaş içinde. Herkes köyün aşağı kısmına düşen Xeyde (Gayd) doğru gidiyordu.
Henüz durumu anlamış değilim. Annemin de şaşkınlık içinde sorularıma cevap verecek durumu yoktu. O yürürken benim onun peşinden koşturarak yetişmeye çalıştığımı hatırlıyorum.


Bu öyküyü buradan sesli olarak dinleyebilirsiniz.

Eski köyde olduğumuzu söylemiştim. Karşılıklı iki mahalleden oluşuyordu köy. Olay bizim mahallenin tam karşısına düşen mahallenin arka taraflarında Xeyd denen bölgede olmuştu.
Karşı mahallenin içinde geçtik. En uçta Hasan Hocaların evi duruyordu. Zaten Xeyd dediğimiz bölge bu ailenin topraklarının olduğu, içinde ceviz, meşe, lapık, armut gibi ağaçların olduğu, çayırı olan sulak ve içinde dere geçen bir doğa harikası yerdi. Derin vadiye indikçe sertleşen coğrafya, çevresini saran uçurumsu devasa kayalıklar onu diğer bölgelerden ayıran özgün bir konum kazandırıyordu. Vadiyi bir duvar gibi çevreleyen kayaların ulaşılmaz yerlerini kartallar yüzyıllardır yuva olarak kullanıyordu.
Bir tümseğin üzerine kurulu mahallenin son evi aynı zamanda köyün öğretmeni olan Hasan Hocaların eviydi. Ötesi aşağıya doğru inen keskin bir inişti. Annemle evi geçtikten sonra otuz kırk metre aşağıya doğru indik. Olağanüstü bir hareketlilik var. Köyün yaşlı kadın ve erkekleri ve ben yaştaki çocuklar dahil hemen herkes yaklaştıkça kırk metre aşağımızdaki sonradan yonca yapılan düzlükte duruyor Hayır durmuyor, bağrışıyor, hareket ediyor. Erkekler emir kiplerini kuruyor. Kadınlar saçını başını yoluyorlardı.
Anam duruyor. Daha fazla gitmemizi istemiyor. Otuz kırk metre yukarıdan anamın fistanından tutmuş bir ağlayan anama bir de anlam veremediğim kalabalığa bakıyorum Her ne olmuşsa, anam görmeden yana değil.
Henüz genç ve güzel olan anam endamlı boyuna yarı dekolteli, çiçek desenli ve rengârenk bir fistan geçirmişti. Adeta doğanın tüm renklerini üzerine toplamış anam kırmızı yanaklı, elmacık kemikleri belirgin, beyaz tenli güzel bir kadındı. Bu rengârenk giyinen kadının sonraki yıllarda “Viih” diye başlayan çığlıkları çoğaldıkça fistanının rengi teke inecekti. Tepeden tırnağa, sadece ve sadece siyah giyinecekti.
O gün o fistanın eteklerinden tutan ben adeta onun bir parçası gibiydim. O zamanlar tüm kadınlar fistan giyerdi. Araba yolu, şehir, kapitalizm henüz yaşantımıza sızmadığı için giysileri de sızmamıştı.
Evet dekoltesini hatırlıyorum anamın. Köyün tüm kadınlarının rengarenk fistanlarında önden düğmeli dekolte vardı. Sonraki yıllarımda anlıyorum ki yoğun iş güç içindeki köy kadınları biz çocuklarını rahat ve çabuk emzirebilmek için yarı dekolte olan, düğmeleri açıldığında ise tam dekolteye dönüşen elbiseleri giyiyorlarmış.
Hala fistan giyen kadınlar daha bir güzel, daha bir özel görünür gözüme. Kendime yakın, kendimi onlara yakın hissederim.
Anama yakışmıştı. Boynunda sağlı sollu yarım, ortasında ise tam altın olan boncuklu bir takı, anamın deyimiyle gerdanlık vardı.
Köyün otuz metre aşağısında olan çeşme, köyün tek çeşmesiydi. Tüm köylüler içme suyu ihtiyaçlarını bu çeşmeden kovalarla taşımak suretiyle karşılıyorlardı. Bütün köylüler akrabaydı, bir dedede buluşuyorlardı.
Büyük büyük büyük dahada büyük dedemiz Cafer Ağanın köyü buraya kurmasının asıl sebebi de buymuş. Değil bir köyün, beş köyün içme suyunu karşılayacak kadar su fışkırıyordu dağın altından. Adını bu dedemizden alan yerin ismi Cafrandı.
Sosın kovalarıyla gelip durmuş çeşmenin başına. Durmuş diyorum, çünkü ben görmedim. Anlatıcıların dilinden aktarıyorum.
Su almaya gelen başka kadınlarla sohbet etmiş. Genelde ev yapımında kullanılan, siyah cins taştan oyulmuş çeşmenin oluğuna avucunu tutup kana kana su içmiş. Soğuk buz gibi suyla yüzünü yıkarken dualar okumuş. Su dolu kovalarını tutup eve doğru yola koyulmuş.
İki mahallenin tam ortasına geldiğinde kovalarını yere bırakmış. Üç en fazla dört yaşındaki küçük kızı Şirin yaşıtlarıyla birlikte orada, yolun kenarında çömelmiş, toprağı eşeleyerek oyun oynuyormuş. Varıp Şirin’i tutmuş ayakları üzerine dikmiş. Eliyle kızının sarı saçlarını geriye doğru şefkatle iterek düzeltmiş. Sevgiyle okşamış kızını. Kaldırıp kucağına almış. Her iki yanından, boynunun altından öpmüş. Gözyaşları içinde öpmüş, öpmüş kızını. Yorulunca yere bırakmış
O zamanlar köyümüzün şehirle bağlantısı çok çok sınırlıydı. Araba yolu olmadığı için şehre yürüyerek veya atla gidilebilirdi. Bu da nerde baksan sadece gidiş beş altı saati buluyordu. Durum böyle olunca şehre dair herhangi bir şey ender bulunuyordu. Bir mandalina, bir portakalı bir püs kivi ile karşılaşmamız yılda bir en fazla iki defa olurdu. Bırak bayram şekerini kesme çay şekerini bulmak bile biz çocuklar için lükstü.
Hatırlıyorum bir defasında toprak evimizin mutfak kiler diye kullanılan arka bölümüne sızıp hızla torbalardaki kesme şekerlerden altı yedi tanesini cebime atmıştım. Arkadaşlarımla birlikte bir zulaya çekilip tadını çıkaracaktık. Şimdi sıra kimseye yakalanmadan dışarıya çıkmaktaydı.
Dış kapıya yönelince ocağın orada annem seslendi. “ Ne var cebinde senin” diye sordu. Kadın münnecim midir nedir? Nasıl anladıysa demek ki çocuk halimle çok belli ettirmişim. Bir de evin o bölümüne dalış yapmışsak mutlaka bir şeyler aşındırmak içindir: kadın bunu tecrübeyle biliyordu.
“ Yok bir şey diyemedim”.Demek ki o denli etkisi var kadının üzerimde. Hemen çözüldüm.” Şeker var” dedim.
“Nerden getirdin? “diyerek sorularını sürdürdü.
Kadından kurtuluş yok. Bir şey uydurmam lazım. Evi otuz kırk metre ötemizde olan halam aklıma geldi.
“ZÜRİYA halam verdi” dedim
“Getir bakayım şekeri, ben Züriya’ların şekerini tanırım “ demesin mi?
Çaresiz gösterecektim. Cebimdeki koca koca şekerleri çıkardım. Kadın bir şekere bir bana baktı.” Oğlum niye yalan söylüyorsun, ben tanıyorum bu şeker bizim şekerdir. Züriyaların değil” deyince çözüldüm. Suçumu itiraf ettim. Bana oyun oynamıştı. Nereden tanıyacaktı şekeri. Bunu ancak büyüyünce anlayacaktım.
Aldı şekerleri elimden. Hakkını yememek lazım, kadın dövmedi beni. Şimdiki gibi küp kesme şekerler yoktu koca koca büyüklükteydi kesme, şekerler. Kadın sadece bir tanesini bana verip, dışarıya şutladı beni.
Şimdi niye anlattım bu anımı? Şunun için: biz çocuklar için köy yerinde çay şekeri bu denli kıymetliyse, bayram şekerinin yıldızlı kıymetini varın sizin düşünün.
Sosın fistanının iç cebinden bir tane bayram şekeri çıkarıp kızı Şirinin eline tutuşturmuş. Eğilip saçlarını bir kez daha okşadığı kızını, tekrar tekrar öpüp koklamış. Sonra kovalarını kaptığı gibi hiç arkasına bakmadan eve doğru yola koyulmuş. Kimseler Sosın’ın yüreğinin derinliklerinden kopan fırtınanın farkında olmamış.
Çeyiz sandığına özenle katlayıp koyduğu RENGARENK basma fistanını çıkarıp giymiş . Başındaki beyaz tülbendi de yenisiyle değiştirmiş. Kimselere görünmeden evlerinin arka tarafından ürkek bir gölge gibi süzülmüş. Karşı dağın doruğunda olan ziyaretin tam karşısındaki yükseltiye gelince durmuş.
Ziyarete karşı dururken üç defa sağ elinin işaret parmağını öpüp alnına götürerek ziyareti kutsamış.”Ya Ziyara Rengi domane mi baboke toye i hina zaf vicike “
(Ey Reg ziyareti çocuklarım sana emanet onlar daha çok küçük ) diye geride bıraktığı her dört çocuğu için ayrı ayrı dualar okumuş. Ve gözyaşları içinde kendisini aşağıya doğru bırakmış.
Sarp olan inişin bitiminde biz düzlük var.O düzlüğün bitiminde sıra sıra ceviz ağaçları durur. En büyük olan cevizin altında durmuş. Son bir kez çocuklarını geride bıraktığı yaşamı geçirmiş aklından. Bir kez daha ziyarete doğru dönmüş ve” beni affet “ demiş.
Annemin fistanının eteklerinden çekiştirip durduğumu hatırlıyorum. Neden ağladığına, köylülerin bağırtılar içinde sağa sola koşuşturmalarına, çığlıklara anlam vermek istiyorum. Anamın pürüzsüz al yanaklarından usul usul süzülen gözyaşlarını izleyen ben “Ane Sebiyo”( anne ne olmuş) sorusunu ısrarla soruyorum.
Anam yutkunamıyormuş gibi, boğuluyormuş gibi bir ses tonuyla “Sosıne xo darde kerdo” ( sosin kendisini asmış ) dedi.
Sosin ceviz ağacının alt dallarından birine çıkmış. Başındaki yazmayı çıkarıp üst dallardan birine bağlamış. Diğer ucunu boynuna geçirip sarkıtmış kendisini. Uzun boylu genç ve güzel kadının boynu oracıkta bir dal gibi kırılıvermiş.
Sosın neden kıydı canına bilemedim. Yıllar sonra kime sorduysam doyurucu bir cevap alamadım. Belki gerçekten biz gizdi. Belki de bile bile gizlendi. Bilemiyorum.
Bir defasında yaşlı bir kadın “Bilmiyorum her ne olduysa erkekler kendi aralarında örtbas edip gittiler “ demişti. Sanırım olayın sırrı bu cümlede saklıydı. Erkekler ve örtbas…
Sosın sırrını o ulu ceviz ağacına fısıldadı mı bilmiyorum? Amansız karlara, dağ deviren fırtılara, tutuşulmaz uçurumlara ve kör karanlıklara boyun eğmeyip göklere uzanan o asil ağaç, Sosın’ın omuzlarına bıraktığı yükü taşıyamadı. Taşıdığı sır onu içten içe yorgun düşürdü. Masum ve mazlum bir bedenin ölümüne tanıklık etmek, buna alet olmak taşıyabileceği bir yük değildi. Doğasına uygu değildi, aykırıydı.
O koca ceviz ağacı birkaç yıl içinde kuruyup cansız bir iskelete döndü. Köy kadınlarının yolu oraya her düştüğünde Sosın için ağıtlar ağıtlar yakıldı. Dualar okundu. Boğmaca geçiren kaba kulak olan astım bronşit geçiren çocuklarına, tılsımlıdır iyi gelir diye o ağacın kabuklarını delip çocuklarının boynuna taktılar…

Öykü: Sosin
Yazan: Turabi Kişin
Kandıra Cezaevi

*Cafrande.org ailesinden gazeteci Turabi Kişin 1 Ocak 2012’den beri tutuklu.

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version