Ana Sayfa Kitap “Şimdi ne kadar acı verici her şey” Suç ve Ceza – Dostoyevski...

“Şimdi ne kadar acı verici her şey” Suç ve Ceza – Dostoyevski | Radyo tiyatrosu

Koridor karanlıktı; bulundukları yerde bir lamba yanıyordu, bir dakika kadar hiçbir şey konuşmadan birbirlerini süzdüler. Razumihin hayatı boyunca unutmadı bu anı. Raskolnikov kor gibi yanan gözlerini Razumihin’e dikmişti, bu bakışlar her saniye sanki biraz daha güçlenerek, Razumihin’in ruhuna, bilincine işliyordu. Razumihin birden ürperdi. Aralarında sanki tuhaf bir geçiş olmuştu… İkisinin de çok iyi anladığı korkunç bir düşünce, bir ima birden ötekine geçmişti. Razumihin ölü gibi sarardı.  Yüzü allak bullak olan Raskolnikov: “Şimdi anladın mı?” dedi. “Hadi, onlara dön!” Ve hızla arkasını dönüp çıktı.

Razumihin yanlarına döndükten sonra o gece Pulheriya Aleksandrovnalar’da neler olduğunu, Razumihin’in onları nasıl: yatıştırdığını, Rodya’nın hasta olduğunu ve kendisine dinlenme olanağı vermeleri gerektiğini onlara nasıl anlattığını, Rodya’nın kesinlikle geri döneceğine, kendisinin onları her gün ziyaret edeceğine, Rodya’nın sinirlerinin çok ama çok bozuk olduğuna ve onu daha da sinirlendirmemek gerektiğine, kendisinin onu nasıl bir an bile yalnız bırakmayacağına, nasıl en iyi doktorlar bulup . getireceğine, konsültasyonlar yaptıracağına… yeminler ederek onları nasıl inandırmaya çalıştığını burada anlatmayacağım. Şu kadarını söyleyeyim ki, o geceden sonra Razumihin onların oğlu ve kardeşi oldu.

Raskolnikov doğruca Sonya’nın kanaldaki evine gitti. Üç katlı, eski, yeşil boyalı bir evdi bu. Raskolnikov kapıcıyı bulup terzi Kapernaumov’un nerede oturduğunu sordu. Kapıcının pek de açık olmayan tarifine göre avluda, köşede, dar ve karanlık bir merdivene açılan bir kapı bulup içeri girdi ve ikinci kata çıktı. Avluya bakan yandaki koridor üzerinde Kapernaumov’un dairesinin kapısını aramak için gelişi güzel yürürken, birden üç adım ötesinde bir kapı aralandı: Raskolnikov hiç düşünmeden bu kapıya doğru atıldı. Ürkek bir kadın sesi:
“Kim o?” diye sordu.
“Benim…” dedi. Raskolnikov. “Size geldim…” Ve içeri girdi. Küçücük bir antreydi burası.
Kırık bir sandalyenin üzerinde, eğri bir şamdana dikilmiş bir mum yanıyordu.
“Siz misiniz…?” diye bağırdı Sonya; donakalmış gibiydi.
Raskolnikov kızın yüzüne bakmamaya çalışarak:
“Odanıza nereden giriliyor? Buradan mı?” diye sordu ve hızla içeri geçti.
Bir dakika kadar sonra elinde mumla Sonya da geldi. Mumu bıraktı, Raskolnikov’un önünde ayakta durdu. Çok şaşırmıştı, anlatılmaz bir heyecan içindeydi. Onun bu beklenmedik ziyaretinden müthiş ürkmüş gibiydi. Birden solgun yüzünde kırmızı lekeler uçuştu, hatta gözlerinde yaşlar belirdi… Hem acı, hem haz duyuyordu… Raskolnikov hızla dönüp masa başındaki sandalyeye oturdu. Bu arada bir anlık bir bakışla odaya da gözatmak fırsatını bulmuştu.
Çok büyük, ama tavanı son derece alçak bir odaydı burası; Kapernaumov’ların kiraya verdikleri biricik odaydı; sol yandaki duvarda bulunan kapalı kapıdan onlara giriliyordu.
Karşı yandaki, sağdaki duvarda da bir kapı vardı, her zaman kapalı duran bu kapıdan da, ayrı bir numara taşıyan bitişik daireye giriliyordu. Sonya’nırı tıpkı bir ambara benzeyen odası çarpık bir eşkenar dörtgen biçimindeydi ve bu durum odaya çirkin bir görünüş veriyordu.
Kanala bakan üç pencereli duvar, odayı çaprazlamasına kesiyor gibiydi. Bu nedenle köşelerden biri çok sivriydi ve öylesine derinlerde bir yerlerde yitip gitmişti ki, odayı aydınlatan cılız ışıkta orada neler bulunduğunu seçmek bile olanaksızdı. Öbür köseye ise köse bile denemezdi, o kadar açık ve belirsizdi. Bu kocaman odada eşya olarak hemen hiçbir şey yoktu. Sağdaki köşede bir karyola vardı, onun hemen yanında, kapıya yakın, bir iskemle duruyordu. Karyolanın bulunduğu duvarda, komşu daireye açılan kilitli kapının önünde, üzerinde mavi bir örtü bulunan basit bir tahta masa vardı. Masanın yanında iki hasır iskemle duruyordu.
Karsı duvarda, sivri köseye yakın bir yerde, boşlukta yitip gitmiş izlenimi veren bir komodin duruyordu. İsten rengini yitirmiş, yıpranmış, sarıya çalan duvar kağıtları, köşelerde iyiden iyiye kararmıştı. Besbelli kışın dumanlı ve nemli oluyordu burası. Gözle görülür bir yoksulluk egemendi odaya. Karyolanın perdesi bile yoktu.
Odasını böylesine teklifsizce, böylesine dikkatle süzen konuğuna Sonya sessizce bakıyordu.
Sonunda yazgısını belirleyecek birinin, bir yargıcın karşısındaymışçasına korkudan titremeye başladı.
Raskolnikov hala gözlerini kaldırıp kıza bakmadan:
“Epey geç geldim sanırım… Onbir oldu mu saat..?” diye sordu,”Oldu”, diye mırıldandı Sonya. Sonra, sanki kendisi için tek kurtuluş yolu buymuş gibi, çabuk çabuk: “Evet, tam onbir…” diye devam etti. “Demin ev sahibinin saati çaldı… Kulaklarımla duydum, tam onbir…”
Buraya ilk gelişi olmasına rağmen, Raskolnikov sıkıntılı bir şekilde:
“Bu size son gelişim” dedi, “bir daha belki hiç görmeyeceğim sizi…”
“Bir yere mi gidiyorsunuz?”
“Bilmiyorum… Her şey yarın…”
“Demek yarın Katerina İvanovna’ya gelmeyeceksiniz?” Son-ya’nın sesi titremişti.
“Bilmiyorum, her şey yarın sabah… Neyse, sorun bu değil. Asıl bir şey söylemek için geldim ben.”
Dalgın bakışlarını kıza kaldırdı ve birden kendisinin oturmakta olduğunu, onunsa baştan beri ayakta durduğunu farketti “Niçin ayakta duruyorsunuz, otursanıza…” dedi. Sesi değişmiş, yumuşamıştı; sevecen bir sesti bu.

Sonya oturdu. Raskolnikov aydınlık, sevecen bakışlarla ve biraz da acır gibi bir dakika kadar süzdü Sonya’yı.
“Nasıl da zayıfsınız! Şu ellerinize bakın! Sanki saydam… Parmaklarınız ölü parmağı gibi.”
Kızın ellerini avuçları içine aldı. Sonya hafifçe gülümsedi.
“Ben hep böyleyim”, dedi.
“Evdeyken de mi?”
“Evet.”
“Ya, kuşkusuz öyle..!” dedi Raskolnikov kesik kesik. Yüzünün anlatımı, sesi yeniden değişivermişti. Çevresine bir kez daha gözattıktan sonra:
“Burayı Kapernaumov’lardan mı kiraladınız?” dedi.
“Evet.”
“Su kapının arkasında mı oturuyor onlar?”
“Evet. Bu oda gibi onlarınki de.”
“Hepsi bir tek odada mı kalıyorlar?”
“Evet, bir tek odada.”
“Ben olsam sizin bu odanızda geceleri korkardım” dedi Raskolnikov, yüzü asılmıştı.
HÜlÜ kendine gelemeyen ve bu ziyaretin anlamını kestiremeyen Sonya:
“Ev sahiplerim çok iyi, çok sevecen insanlardır” dedi. “Bu eşyalar… her şey… her şey onların. Çok iyi insanlardır, çocukları sık sık gelirler bana.”
“Kekemeydiler, değil mi?”
“Evet… Kapernaumov hem kekeme, hem topaldır. Karısı da çyle… Daha doğrusu tam kekeme değil de… bazı sözcükleri tam söyleyemez. çok, çok iyi bir kadındır. Kapernaumov eski toprak kölelerindendir… Yedi çocukları var… Yalnızca en büyükleri kekemedir… ötekiler kekeme değildir… Ama hepsi hasta…” Sonra şaşkınlıkla sordu: “İyi ama siz onları nereden biliyorsunuz?”
“Hepsini babanız anlatmıştı. Sizinle ilgili her şeyi de anlatmıştı… Nasıl sabahın altısında çıkıp, aksamın sekizlerinde döndüğünüzü, Katerina İvanovna’nın nasıl yatağınızın ucunda diz çöktüğünü…”
Sonya utanmıştı.
“Bugün onu gördüm sanki…” diye mırıldandı. “Kimi?”
“Babamı. Sokakta yürüyordum, aşağıda, köşe başında, saat on (gibiydi. önümde yürüyordu sanki. Tıpkı oydu. Hemen Katerina Jİvanovna’ya haber vermek istedim…”
“Dolaşıyor muydunuz?”
“Evet”, dedi Sonya kesik kesik; yine utanmış, gözlerini yere J indirmişti.
“Ama Katerina İvanovna babanızın yanında sizi dövermiş galiba?”
“Ah, hayır” dedi Sonya, korkuyla bakıyor gibiydi, “hayır, neler söylüyorsunuz siz!”
“Çyleyse onu seviyorsunuz?”
“Onu mu? Sevmez olur muyum hiç!” Sonya’nın sesi acılıydı, birden ellerini kavuşturmuştu.
“Ah! Onu… Onu bir tanımış ol- saydınız! Bir çocuk gibidir o… Kafası çok karışıktır… Acıdan,
Oysa öyle akıllıydı ki… öyle yüce gönüllü, çyle iyi yürekli bir kadındır ki… Siz hiç, ama hiçbir şey bilmiyorsunuz… Ah!”
Sonya umutsuzluk içinde, heyecanla, acıyla, ellerini oğuşturarak söylemişti bu sözleri.
Solgun yanakları yeniden kızarmış, gözlerine acılı bir anlatım çökmüştü. Bunun onun için en duyarlı konu olduğu açıkça görülüyordu. Bir şeyler söylemek, konuşmak, Katerina İvanovna’yı savunmak istediği anlaşılıyordu. Birden, yüzünün bütün çizgilerinde, deyim yerindeyse eğer, doymak bilmez bir acı belirdi.
“Dövüyormuş! Ne diyorsunuz siz! Tanrım, dövüyormuş! Hem dövse ne olur sanki! Ne olur!
Siz hiç, ama hiçbir şey bilmiyorsunuz… Öyle mutsuz, öyle mutsuz bir kadın ki o..! Ve hasta…
Adalet arıyor o… †ok temiz bir kadındır. Her şeyde adalet olması gerektiğine inanır ve bunu ister… İsterseniz işkence edin ona, haksız bir şey yaptıramazsınız. İnsanlarda adalet olamaya cağını bir türlü anlamaz, bu yüzden de sinirlenir durur… Çocuk gibidir, tıpkı bir çocuk! Son derece dürüst bir kadındır!” “Peki siz ne olacaksınız?” Sonya sorar gibi baktı.
“Hepsi sizin başınıza kaldı şimdi. Gerçi daha çnce de hepsi sizin başınızdaydı, hatta babanız içki parasını bile gelip sizden alırdı… Ama şimdi ne olacak?”
Sonya üzüntü içinde:
“Bilmiyorum”, dedi.
“Orada mı kalacak onlar?”
“Bilmiyorum. Oraya kira vermeleri gerek. Yalnız söylediklerine göre ev sahibi kadın onları çıkarmak istiyormuş. Katerina İvanovna da ‘Bu evde bir dakika bile kalmam’ diyormuş.”
“Neyine güvenerek böyle kabadayılık ediyor? Size mi?”
“Ah, hayır, böyle söylemeyin,” dedi Sonya; yeniden heyecanlanmış, hatta öfkelenmişti.
Kızdırılmış küçük bir kuşa benziyordu. “Biz onunla bir kişi gibiyiz1 artık, birbirimizden ayrı değiliz…” Sonra birden heyecanlandı, ateşli bir şekilde: “Hem başka ne yapabilir ki? Ne yapabilir ki?” dedi. “Bugün nasıl da ağladı! Nerdeyse aklını oynatacak… Bazen tıpkı bir çocuk gibi, yarın her şeyin yolunda olması, sofrasında yemeğinin bulunması için telaşlanıyor… bazen ellerini ovuşturuyor, kan tükürüyor, ağlıyor… Umutsuzluk içinde başını duvarlara vuruyor… Sonra yine avunuyor; bütün umudunu size bağlamış durumda; sizin kendisine arka olduğunuzu söylüyor. Sonra, bir yerlerden borç bulup, birlikte doğduğu kente gideceğimizi, orada soylu genç kızlar için bir pansiyon açacağımızı, buranın yönetimini bana vereceğini, böylece bizim için yepyeni, mutlu bir hayatın başlayacağını söyleyip boynuma sarılıyor, beni öpüyor, yatıştırıyor ve bütün bu söylediklerine, bu hayallere inanıyor! Ona karsı konulabilir mi? Bugün bütün gün ortalığı temizledi, eskileri onardı, çamaşır yıkadı, o zayıf, güçsüz haline bakmadan, koca tekneyi odasına çıkardı, sonra da tıkanıp yatağa düştü.
Poleçka’yla Lena’ya ayakkabı almak için birlikte çarşıya çıkmıştık, çocukların ikisinin de ayakkabıları parça parça olmuştu. Ama paramız çıkışmadı, arada çok fark vardı. Çünkü Katerina İvanovna öyle şirin iki pabuç seçmişti ki… Bilemezsiniz, ne ince zevkleri vardır onun… Para çıkışmadı diye, oracıkta, mağazada, herkesin içinde ağlamaya başladı. Ah, nasıl üzüldüm, nasıl!”
“Evet…” dedi Raskolnikov acı acı gülerek, “niçin böyle yaşadığınız simdi kolayca anlaşılıyor.”
“Sanki siz acımıyor musunuz ona? Daha hiçbir şey görüp bilmeden son kuruşunuza kadar bütün paranızı ona verdiğinizi biliyorum. Ya bir de her şeyi görseydiniz? Oh, Tanrım! Ve ben kaç kez, kaç kez onu ağlattım! Daha geçen hafta bile… Onun… babamın ölümünden bir hafta önce… Çok acımasız davrandım! Ve bunu kaç kez, kaç kez yaptım! Şimdi, bütün gün bunları hatırlayıp durmak ne kadar acı!”
Sonya, anılarının verdiği acıdan, konuşurken ellerini ovuşturuyordu.
“Siz mi acımasızsınız?”
“Evet, ben!” Sonya ağlamaya başlamıştı. “O gün eve geldiğimde rahmetli babam, ‘Sonya’ dedi, ‘başım ağrıyor… Bana şu kitaptan bir şeyler okusana…’ Elinde bir kitap vardı, Andrey Semyoniç’ten, Labezyatnikov’dan almıştı. Bay Lebezyatnikov da orada oturur; hep böyle gülünç birtakım kitaplar bulur. Ben de ‘Gitmem gerek’ dedim, okumak istemedim. Onlara da, Lizaveta’dan aldığım yeni yakaları Katerina İvanovna’ya göstermek için uğramıştım. Lizaveta bana çok ucuza yakalar, kolluklar getirmişti. Üzerleri isli, çok güzel, yepyeni şeylerdi.
Katerina İvanovna da çok beğendi yakaları, takıp aynanın karşısına geçti, kendine bakmaya başladı. Çok hoştına gitmişti yakalar. ‘Lütfen bunları bana armağan eder misin Sonya?’ dedi. Lütfen diyordu, o kadar hoşuna gitmişti yakalar, o kadar çok istiyordu ki bunları. Oysa hangi elbisesinin üzerine takacaktı bu yakaları? †ylesine… eski, mutlu günlerini anımsamıştı besbelli… Aynanın karşısına geçip hayran hayran kendini seyretti. Oysa sırtına giyecek tek bir kat elbisesi yoktu. Kaç yıldır böyleydi bu! Hiç kimseden hiç-j bir şey istememiştir.
Gururludur, birinden bir şey istemektense, kendi elindeki son şeyini verir. Ama, iste benim yakalar hoşuna gitmişti, istiyordu. Ben de vermeye kıyamadım, ‘Ne yapacaksın bunları Katerina İvanovna?’ dedim. Evet, tam böyle söyledim: ‘Ne yapacaksınız?’ Bu ona hiç söylenmeyecek bir sözdü. Bana öyle bir bakış baktı ki… İsteğini geri çevirmem çok, ama çok ağırına gitmişti… Yüreğim parçalandı! Yakaları alamayışı değildi ağırına giden, benim isteğini geri çevirmemdi. Bunu gördüm. Ah, simdi her şeyi geri çevirebilsem, bütün o sözleri hiç söylenmemiş yapabilsem… Ah, ben… tutmuş neler anlatıyorum!.. Bütün bunlardan size ne!”
“Şu… Lizaveta’yı tanır mıydınız?”
“Evet…”.Sonya şaşırmıştı, o da sordu “Siz de tanır mıydınız?”
Raskolnikov karşılık vermedi, biraz sustuktan sonra:
“Katerina İvanovna verem”, dedi. “Hem de ağır… Yakında ölür…”
“Ah, hayır hayır hayır!” diye bağırdı Sonya, sonra sanki söylediklerini onun da doğrulamasını istercesine, bilinçsiz bir davranışla Raskolnikov’un ellerine sarıldı.
“Ama ölmesi onun için daha iyi!”
“Hayır, daha iyi değil, hiç değil!” diye bağırdı Sonya, sesi korku doluydu.
“†ocuklar ne olacak? Yanınıza alamayacağınıza göre…?”
Sonya elleriyle basını tutarak umutsuzca:
“Ah, bilmiyorum, bilmiyorum!” diye bağırdı. Bu konuyu onun da pek çok kez düşündüğü anlaşılıyordu. Raskolnikov bu çözümsüz soruyu yeniden aklına getirmişti.
Raskolnikov acımasızca sözlerini sürdürdü:
“Ya siz, Katerina İvanovna sağken, yani bu sıralar hastalanır da hastaneye götürülürseniz ne olacak?”
Sonya’nın yüzü korkudan çarpıldı:
“Ah, siz neler söylüyorsunuz! Böyle bir şey olamaz!”
Raskolnikov acımasızca gülümseyerek:
“Nasıl olmaz? Hasta olmayacağınıza ilişkin senet mi var elinizde? Hep birden sokağa dökülecekler, Katerina İvanovna öksüre öksüre dilenecek, şimdi olduğu gibi başını duvarlara vuracak… çocuklar dersen, ağlaşıp duracaklar… derken karakola götürecekler kendisini, oradan da hastaneye… Çlecek… Peki, çocuklar?…”
Sonya’nın. sıkışmış göğsünden:
“Ah, hayır! Tanrı bu kadarına razı olmaz!” sözleri döküldü. Her şey sanki Raskolnikov’a bağlıymış gibi, ellerini göğsünde kavuşturmuş, sessiz bir yalvarışla bakarak dinliyordu onu,Raskolnikov ayağa kalktı, odada dolaşmaya başladı. Böylece bir dakika kadar bir zaman geçti. Sonya’nın başı önüne düşmüştü, kollarını sarkıtmış, öylece, acı içinde ayakta duruyordu. Raskolnikov birden Sonya’nın önünde durdu:
“Biraz para biriktirme olanağın yok mu? Kara gün için?”
“Hayır,” diye mırıldandı Sonya.
“Tabii, hayır!” dedi Raskolnikov alay eder gibi. “Hiç denediniz mi?”
“Denedim.”
“Ve olmadı! Tabii! Anlaşılıyor! Sormam bile saçmaydı!”
Yine odanın içinde dolaşmaya başladı. Bir dakika daha geçti.
“Her gün kazanmıyorsunuz, değil mi?”
Sonya deminkinden çok utandı. Yüzü kıpkırmızı kesildi. Acılı bir çabayla:. .
“Hayır”, diye fısıldadı.
Raskolnikov birden:
“Herhalde Poleçka nın da olacağı bu” dedi.
“Hayır! Hayır! Olamaz!” diye haykırdı Sonya; sanki bir yerine bıçak saplamışlardı, öyle umutsuz bir çığlık atmıştı. “Tanrı… Tanrı böyle korkunç bir şeye izin vermez!…”
“Başkaları için veriyor ama…”
Sonya kendinden gelmiş gibiydi:
“Hayır! Hayır! Tanrı onu korur!” diye tekrarladı.
Raskolnikov çç alırcasına bir sevinçle:
“Belki de Tanrı hiç yoktur”, dedi, gülümseyerek kıza baktı.
Sonya’nın yüzü birden değişti: korkunç bir değişmeydi bu, kramp girmişçesine çarpılmıştı yüzü. Anlatılmaz bir serzenişle bakıyordu Raskolnikov’un yüzüne. Bir şeyler söylemek istiyor, ama ağzından hiçbir şey çıkmıyordu. Sonunda yüzünü elleriyle kapatarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Raskolnikov biraz sustuktan sonra:
“Katerina İvanovna’nın aklını oynattığım söylüyordunuz demin”, dedi, “ama siz de aklınızı oynatıyorsunuz.”
Beş dakika geçti. Raskolnikov konuşmadan, Sonya’nın yüzüne bakmadan odada bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. Sonunda ona yaklaştı, gözleri iki kor parçası gibiydi. İki eliyle omuzlarından tutarak, gözlerini kızın ıslak gözlerine dikti, uzun uzun baktı. Bakışları ateşli, deliciydi.
Dudakları şiddetle titriyordu… Birden, hızla eğildi, yere kapanarak kızın ayaklarını öpmeye başladı. Sonya bir deliden kaçar gibi, korkuyla ondan uzaklaştı, geri çekildi. Gerçekten de, delirmiş gibi bakıyordu Raskolnikov. “Ne yapıyorsunuz?” diye mırıldandı Sonya, yüzü bembeyazdı, yüreği sıkışıyordu. “Ne yapıyorsunuz böyle? Benim gibi birinin önünde…!”
Raskolnikov hemen kalktı, pencereye doğru yürüdü, yabanıl bir sesle:
“Ben senin önünde değil, insanlığın çektiği acıların önünde eğildim,” dedi. Sonra kızın yanına dönerek: “Dinle…” dedi. “Az önce beni aşağılayan adamın birine, senin serçe parmağın bile olamayacağını, bugün, senin yanına oturmakla kız kardeşimi onurlandırdığımı… söyledim.”
Sonya korku içinde:
“Ah, bunu nasıl söyleyebildiniz!” diye bağırdı. “Hem de onun, kız kardeşinizin yanında?
Benim yanımda oturmak mı onur! Oysa… ben… onursuz bir kızım. Büyük, çok.büyük bir günahkarım ben! Ah, böyle bir şeyi nasıl söyleyebildiniz!”
“Senin onursuzluğunu ye günahlarını düşünmüyordum bunu söylerken. Çektiğin büyük acılar söyletti bunu bana. Büyük bir günahkar olman konusuna gelince, evet, büyük bir günahkarsın.” Coşkuyla sürdürdü sözlerini: “Senin en büyük günahın kendini boş yere öldürmen, kendini harcamandır. Böyle korkunç bir şey olamaz! Hem nefret ettiğin böyle bir çirkefin içinde yaşıyorsun, hem de bu davranışınla hiç kimselere ufak bir yardımın dokunmadığını, hiç kimseyi hiçbir şeyden kurtarmadığını biliyorsun (birazcık gözlerini açarsan görürsün bunu)… Bundan daha korkunç bir şey olabilir mi?” İyice coşmuştu, kendinden geçmiş gibi konuşuyordu: “Hem söylesene sen: nasıl oluyor da böyle bir yüzkarası, böyle bir bayağılık ve bunların tam tersi kutsal duygular bir arada bulunabiliyor sende? Kendini kanala atıp bir çırpıda isini bitirmen bin kez daha doğru ve akıllıca bir davranış olurdu.”

Sonya acıyla baktı ona, Ama kendini suya atma önerisine pek şaşmamış gibiydi. Duyulur duyulmaz bir sesle: “Ya onlar ne olacak?” diye sordu.
Raskolnikov şaşırarak baktı ona. Kızın bir anlık bakışından her şeyi anlamıştı. Demek ki, bunu gerçekten düşünmüştü Sonya. Umutsuzluğa düştüğü anlarda, her şeye son vermeyi kim bilir kaç kez düşünmüştü!… Bunda çok da ciddi olduğu belliydi: çünkü su anda Raskolnikov’un önerisine hiç şaşırmamıştı. Hatta sözlerindeki acımasızlığı bile farketmemişti.
(Serzenişlerinin anlamını, içinde bulunduğu ayıba nasıl bambaşka bir gözle baktığını da farketmemişti Sonya, bunu açıkça görüyordu Raskolnikov). Böyle onursuz, böyle yüzkarası bir yaşam sürmenin ona hem de ne zamandır ne dayanılmaz acılar çektirdiğini şu anda çok iyi anlıyordu. Onu bunca zamandır hayatına son vermek kararından alıkoyan şeyin ne olabileceğini düşündü. Ve o zaman şu zavallı yetimciklerin ve kafasını duvarlara çarpan şu veremli, yarı deli kadının, Katerina İvanovna’nın onun için nasıl bir anlam taşıdıklarını daha iyi anladı.

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version