Ana Sayfa Güncel Hayat ve Siyaset Somut Şeylerin Düşünürü: Marx’ı yeniden okumanın değeri* – Hans Martin Lohmann

Somut Şeylerin Düşünürü: Marx’ı yeniden okumanın değeri* – Hans Martin Lohmann

Karl Marx, bugün ülkeleri ve onların ekonomilerini ulusal düzeyde iflasa ve yıkıma süren Kapitalizmin dünya ölçeğindeki krizini görseydi asla şaşırmazdı. Sözcüğün kendisinin ortaya çıkışından çok uzun zaman önce (geçmiş yüzyılın ortalarında-XIX.yy), globalizmin neye karşılık geldiğini biliyor ve işlevinin ne olduğunun bilincindeydi. Üretim fazlalığından muzdarip endüstri sektörünü bataklıktan kurtarmak için verilen devlet fonlarını ise, ki onların yardımıyla her türlü değer tahrip ediliyor, alaya alıp dalga geçerdi. Bugün Marx’ı, toter Hund[2] olarak değil de bilakis Alman dilinde, – özellikle şaşılacak derecede halen aktüel olan ekonomi eleştirisinde – güçlü eserler vermiş önemli bir yazar olarak okumak için bir çok neden var.
Marx bazı noktalarda yanıldı ve bir dizi yanlış öngörüde bulundu. Ama bütün bunlardan daha önemli olan şey, Marx, Kapitalizmin hermenötik[3] taslağını oluşturdu. İnandırıcılığı ve derinliği bugüne kadar aşılmayan, yeni bir entelektüel seviyeye ulaşan teorisinin, XIX. ve XX. yylın önemli ekonomi teorileriyle karşılaştırılmasında çekimser olunmamalı. Marx, Smith, Malthus, Ricardo, Mill, Max Weber, Keynes ya da Galbraith ile karşılaştırıldığında, bu mertebede de birinci sınıf bir mevkiye sahiptir. İngiliz biyografçısı Francis Wheen’in hakkıyla belirttiği gibi, Marx kadar hiç kimse, gülünç derecedeki yanlış anlaşılmaların ve korkunç hatalı yorumlamaların muhatabı olmamıştır.

5 Mayıs 1818 Trier’de doğan Karl Heinrich Marx’a, çocukluğundan itibaren polisin peşinde olduğu bir devrimci, XX.yylı en çok etkileyen teorisyen olacağı belletilmedi tabiki. Bilakis ataları arasında birkaç hahamın olduğu, hali vakti yerinde, orta halli bir yahudi ailesinin oğluydu ve pekala sürgit giden durum aynen devam edip haham alın yazısını takip edebilirdi. Ama aile bunu sürdürmedi. Marx’ın babası Avukat Hirschel Marx, Protestan oldu ve Yahudi oldukları için şimdiye kadar yararlanma şansını bulamadığı vatandaşlık haklarından faydalanma hakkı elde etti. Bu aynı zamanda aklı başında politik bir adımdı. Trier eski bir piskopos şehriydi ve halkın ezici çoğunluğunu Katolikler oluşturuyordu ama Rheinland’da devlet iktidarı 1815 yılından itibaren Protestan Prusya’ya bağlıydı.

Prusya vatandaşı, Protestan olarak vaftiz edilmiş Yahudi Marx, hayata gözlerini yumduğunda ateist ve haymatlos idi. Yaşamı boyunca sosyal sınıf, din ve vatandaşlık ile alakalı tüm harici bağlardan kendisini kurtarmıştı. En önemli yazılarından biri olan ‘Louis Bonaparte’ ın 18. Brumaire’ sinde anlaşılır olarak şöyle yazar: „Tüm ölmüş kuşakların gelenekleri yaşayanların üstüne bir karabasan gibi çöker.” Bu, her ne kadar genel anlamda toplum üzerine söylenmiş bir söz olsa da kendisi hakkında söylediği kapalı bir ifade olarak da okunabilir. Taşıdığı bu yükün ne kadarının Yahudi-Baba geleneğinden geldiğini kestirmek zor. Ama dikkate alınacak şeyler tabiki var. Marx, (Yahudi Sorunu makalesinde Yahudilerin özgürleşmesine verdiği çekincesiz destekte gösterdiği gibi) Antisemit olmadığı halde, birden fazla yerde Yahudi ayrıcalığını – onun göze batan sözde menfaatciliğini, pazarlıkçılığını ve paracılığını kesin duygularla-, burjuva-kapitalist toplum bağlamında eleştirerek sorunsallaştırmıştır. Örneğin her defasında, aşağılık Yahudi, Yahudi, itzig[4] olarak hitap ettiği rakibi Ferdinand Lassalle hakkındaki hakaretlerin lafı pek edilmemekte. Din ile olan ilişkisinde de kararsızlık belirleyiciydi. Ünlü “Din halkın afyonudur“ (Ataistlerin en sevdiği sözü) ifadesinin devamında, “Dinsel sefalet gerçek sefaletin ifadesi ve gerçek sefalete karşı bir itirazdır” yazdığını insan kolay unutuyor. “Din ruhsuz durumun ruhu olduğu gibi, müşkül durumda olan varlığın ahı, kalpsiz bir dünyanın hissiyatıdır”. Şu rahatlıkla belirtilebilir ki, Marx, dinin sadece bir uyuşturucu ya da adi bir düzen olmasından çok daha fazlasını gördü. Yüzyıl sonra filozof Ernst Bloch ‘Hıristiyanlık ve Ateizm’ adlı kitabında Marx’a aynı şekilde dinin devrimci yönüne işaret etti. Marx’ın bu tema hakkındaki görüşleri, sonuçları yönüyle biraz çelişkili, düşünsel tarafıyla akıl dolu, “Tanrı öldü, Nietzsche” okunduktan sora altında spreyle yazılan “Nietzsche öldü, Tanrı” duvar yazısını hatırlatıyor. Sayısız biyografçışının üzerinde anlaştığı noktalardan biri, Marx’ın, tüm bohemvari yaşam tarzına rağmen içten içe ataerkil yahudi-burjuva geçmişinden tümüyle kurtulmaya muktedir olamadığı.

Marx’ın çocukluğu ve gençliği nispeten biliniyor. Babasının mektupla verdiği öğütlerde görüldüğü gibi, (eğitimine) yeni başlayan öğrenci Marx’ın sağlık durumu açıkçası çok iyi değildi. Bu nedenle askerlik görevinden muaf tutuldu. Bu eylemde, kaytarmanın ne derecede rol oynadığı pek belli değil. Ama esas olarak Marx’ın sağlığı tüm yaşamı boyunca hep kötüydü. Sürgündeki yaşamının tamamına etki eden bu hassas durumu, fakirlik daha da şiddetlendirdi. Buna kendisini aşırı yorması, uzun geceler boyu süren çalışmalar ve kötü beslenmesi de eklenince sağlığı daha da kötü oldu. Aşırı içki ve tütün kullanımı da cabası. Sağlığı hakkındaki yakınmalar Marx’ın yazışmalarında yığınladır: “Oniki günden beri karaciğerimdeki eski ağrılar yine nüksetti. Gumpert’in verdiği ilaçları kullanıyorum ama bir faydası yok.” “Dört günden beri romatizmadan dolayı uyuyamıyorum.” “Harrogate dönüşünden sonra önce şirpençe[5] nöbeti, sonra baş ağrılarım, uykusuzluk vs. tekrar başladı.” Giderilmesinde evvela Engels’in sorumlu olduğu para sıkıntısının yanında, sefaleti ve sağlığı, hikayenin ana fikri gibi Marx’ın yaşamının orta yerinden geçiyordu.

Bonn ve Berlin’deki Hukuk ve Felsefe eğitimi yıllarında -1841 yılında “Demokritosçu ve Epikürcü Felsefenin Ayrımı” adlı çalışmasıyla doktora derecesini aldı- çok dilli (polyglott) yoğun okumalarla kendisini geliştiren Marx, ulaşabildiği çağının fikir ve düşüncelerini adeta massetti[6]. Aldığı eğitim bugünkü eğitimpropaganasının[7] gülünç maskesini düşürecek derecede iyiydi. Bu konuda kimsenin bir kuşkusu yok. Marx, XIX.yyılın ilk döneminde Alman entellektüeller çevresinde muntazam bir değeri olan Prusyalı ünlü devlet filozofu Georg Wilhelm Friedrich Hegel’i de inceledi. Metodik anlamda, geç ekonomi eleştiri çalışmalarına (özellikle ölümünün ardından yayımlanan ‘Politik Ekonominin Ana Hatları’) Hegel’in diyalektiğinin biçim verdiği Marx, Feuerbach’ın antropolojik materyalizm ve din eleştirisinden esinlenerek Hegel’in felsefesini içerik olarak ‘ayakları üstüne oturtmaya’ çalıştı. Marx, Vormärz (Mart Öncesi)[8] Almanya’sında artan sosyal ve politik mücadeleyi, dünya tarihi oluşumunu belirleyen, kendisini sürekli yetkinleştiren aklın metafiziksel gelişimi olarak değil, bilakis daha çok toplumsal çatışma ve mücadelelerin en üst doğal oluşumu olarak yorumladı, -böylelikle Hegel’in idealizmi yerini tarihsel materyalizm bakış açısına bırakıyordu. Bu bakış açışına, para, sermaye, rekabet, özel mülkiyet, emek ve sınıf savaşımı gibi somut şeyler de girmeye başladı. Barmerli fabrikatörün oğlu olan Friedrich Engels, sanayi işçilerinin vahim durumu ve zenginlerin pietist sahte dindarlığı hakkında “Wuppertal’den Mektuplar”, ve “İngiltere’deki Emekçi Sınıfın Durumu”nu yazdığı sıralarda Marx, ‘Paris Elyazmaları’ olarak bilinen, merkezinde ‘Yabancılaşma’ kavramının bulunduğu, burjuva toplumunun radikal bir eleştiri taslağı olan ‘Ekonomi-Felsefi Elyazmaları’nı kaleme alıyordu. Yabancılaşma, metadünyasının insandünyası aleyhine değer kazandığı, emeğin, ürününün üreticinin kendisine yabancı bir karakter olarak göründüğü, nihayetinde üreticinin kendisinin satınalınabilir bir metaya dönüştüğü bir toplumsal varoluş hali/Daseinsform olarak betimleniyordu. Belli bir (insani) duyarlılığı koruyan herkes, erken kapitalist halin Marxçı teşhisin esas itibariyle bugünkü koşullarda da geçerli olduğunu görecektir. Marx’tan yüzyıl sonra sosyal filozof Günther Anders ‘İnsanın Köhneliği’ (Die Antıquiertheit des Menschen-1956) ve Wolfgang Fritz Haug’un 1971’de yazdığı ve günümüzde yeniden basılan ‘Metaestetiğinin Eleştirisi’nde (Kritik der Warenästhetik) saptadıkları gibi, bilincin sömürgeleştirilmesinin finali, metatanıtımının olağanlaşmasıyla gerçekleşiyor. Bir işletmeci, malını Enternasyonal müziği eşliğinde, Ekim Devrimi ve „Manager-Komfort zum Klassenkampf-Preis“ sloganıyla tanıttığı anda, Marx’ın 1844 yılında yabancılaşma olarak tanımladığı şey tam da gerçekleşmiş oluyor.

Marx’ın akademik kariyer için yeterli olup olmadığı merak konusu. Ama o, çok erken ve hızlı bir şekilde yetenekli bir gazeteci ve yazar olarak ortaya çıktı; -Köln’de liberal Rheinischen Zeitung gazetesinde pişen -, akıl, nükte ve esaslı bir polemik yeteneğiyle mücehhez olan Marx, otoriter Prusya devletinin dar, gerici koşullarına karşı gazetecilik yoluyla mücadeleye girişti. Liberal basına karşı Prusya Devleti’nin yasaklar ve beraberinde sansürü de uygulamaya koymasıyla, Marx, proletaryanın mücadelesini, basın özgürlüğü ve daha çok (yazılarıyla) bütün dünyaya gösterdiği Silezyalı dokumacıların umutsuz açlık isyanına katkısını sürdürmek için Paris’e gitti. Orada, politik uyuşmazlığa karşın derin bir saygı duyduğu mülteci Heinrich Heine tanımakla kalmadı, aynı zamanda kırk yıldan fazla bir zamandan sonra şunları yazan Friedrich Engels’i de tanıdı: “Marx’ı 1844 yazında Paris’te ziyaretine gittiğimde, kendisiyle tüm teorik konularda tam bir fikir birliği içinde olduğumuz ortaya çıktı, ortak çalışmamız o zamandan beri devam ediyor”. Marxizm’in isim babasının teorik, ekonomik ve tarihsel çalışmalarla yoğun bir şekilde uğraşabilmesinde, Engels’in hiçbir menfaati olmadan, kimi zaman kendisini bile unutmaya varan derecede, Marx ve ailesini sıkıntılı durumlarında maddi yardımda bulunması, Marx ile olan dostluğu belirleyici oldu. Bunu anmamak Engels’e büyük haksızlık olur. “Sensiz” Marx Mayıs 1867de yukardaki düşünceyi onaylayarak “bu çalışmayı (Kapital’i kastederek) asla tamamlayamazdım ve seni temin ederim ki muazzam yeteneğini esas olarak benim için tecimsel harcaman ve geliştirmemen ve ilaveten benim bütün sefaletimi çekmek zorunda kalman, vicdanen beni her daim inanılmaz zorladı.”

Paris yılları, Marx’ın ömür boyu sürecek göçmen yaşamının başlangıcını oluşturuyor. Önce geçici olarak Brüksel’de kalan Marx, daha sonra bir zamanlar Avrupa’sının ekonomik ve politik açıdan en gelişmiş ülkesi olan İngiltere’ye gitti. Sanayi Devriminin İngiltere’si, Marx’ın, Feodal Toprak Mülkiyet egemenliği çağının sonuna gelindiği ve bu andan sonra genç, yeni bir sosyal sınıfın – para sahibi burjuva sınıfının – gelecekti toplumu şekillendirmeye başlayacağı saptamasının somut arka planını oluşturuyor. Marx kadar hiçkimse tarımdan sanayiye, feodalizmden kapitalizme geçiş ile birlikte dünya tarihinde yeni bir evrenin başladığını, söz konusu olanın hiçbir doğal, coğrafi ve toplumsal engeli tanımayan küresel bir devrim olduğunu çok net göremedi. Kayda değer olan, Marx ve Engels’in, devrimci burjuvaziyi ve onun tarafından ikame edilen sermaye ilişkilerinin yol açtığı yeni çağı neden coşkuyla övdükleridir: “Burjuvazi, iktidara geldiği her yerde, tüm feodal, ataerkil, kırsal ilişkileri tarumar etti.” O (burjuvazi), insanların üstlerine doğal yollarla bağlı oldukları alacalı feodal ilişkiyi acımasızca örseledi ve insanlar arasında çıplak çıkar, hissiz peşin ödeme ilişkisinden başka bir şeye yer bırakmadı. O, sofu bağnazlığın kutsal ürpertisini, şövalyenin tutkusunu, darkafalı şehirlinin hüznünü bencil menfaatciliğin soğuk suyunda boğdu. Burjuvazi aynı zamanda insan onurunu takas değerine çevirdi. Rehineli ve kazanılmış özgürlükler yerine insafsız bir ticaret özgürlüğü ikame etti. O, tek kelimeyle söylersek: Dini ve politik yanılsamayla örtülü sömürü yerine, açık, arsız, doğrudan, kuru bir sömürü ortaya koydu. Tüm sosyal tabakalar ve konumlar buharlaştı, tüm azizler kutsallıklarında arındırıldı ve nihayetinde insanlar karşılıklı ilişkilere hesaplı yaklaşmaya başladı.

Bugüne kadar hiçbir metin, modern kapitalizmin ekonomik egemenliğinin dünyayı sömürgeleştirmesini ve dünyaya yayılmasını 1848 yılında yayımlanan Komünist Manifesto’dan daha açık ve güçlü ifadelerle ele almadı. Yazarları, eserde, tümüyle gerçekleşmesi esas olarak 150 yıl sonra vuku bulan bir süreci peygamber vari bir yetenek ve muazzam bir itina ile analiz ettiler. Bugün globalleşme olarak adlandırılan ve bize nispeten yeni ve ‘post-modern’ bir fenomen olarak görünen (kavramı), Marx ve Engels daha XIX.yyın ortalarında, yani kapitalist sanayileşmenin en erken safhasında (dünya pazarını) bir olgu (gerçeklik) olarak tanımladılar. -Bu, muazzam bir entelektüel başarıydı. Komünist Manifesto, mümkün olduğunca kapitalizmin tüm esas gelişmelerini ve belirtilerini ele alan bir belge. Eser, kırsal yaşamın geri kafalılığından kentleşmeye geçişi, emekçi kadının ortaya çıkışından sistemin kriz eğilimine kadar[9], uzak ülke ve iklimlerdeki ürünlere gereksinim duyan yeni ihtiyaçların imalatı gibi gelişmeleri çok önce gördü ve bunlara dair açıklamalarda bulundu. Eser aynı zamanda modern toplumun boyun eğdiği değişimin başdöndürücü temposunu betimleyip, tüm geleneksel zanaatı ve sanayiyi ortadan kaldıran öfkesini de ele alıyor. Marx ve Engels bugün dünyayı saran interneti görebilmiş gibi, “Sınırsız ve kolaylaşan iletişimin, dünyanın en uç köşesindeki ‘barbar toplumları’ da kapitalist uygarlığa eklemleyecek” diye yazıyorlardı. Sadece tümüyle globalleşen ekonominin politik sonuçlarını incelemediler, aynı zamanda ulusal yönetimlerin iktidar kaybını, modern devletin egemenliğinin, çok uluslu şirketlerce temsil edilen, tüm burjuva sınıfının müşterek çıkarlarını belirleyen bir heyete dönüşmesini de analiz ettiler. Hiçbir şey yukardaki olguyu, ulusal hükümetleri -öyle ya da böyle çaresiz bırakıp- global ekonomik sürecin sonsuz otoritesine teslim eden günümüz ekonomik krizinden daha iyi resmedemez.

Marxist teoriden devletin oluşmayacağı düşüncesinde olanlar, Komünist Manifestonun kendilerini onayladığına inanabilirler. Ama bu bir yana, sınıf teorisi dolayısıyla eserin yazarları hatalı göründüler. Temel varsayımlarına göre kapitalist gelişme, sanayi işçisinin sınırları ve proletarya yığını büyüdükçe son kertede birbirine muhasım iki büyük grup karşı karşıya gelecekti. Ama öyle olmadı. Gerçekten son yüzyılda, en azından çok gelişmiş sanayi ülkelerinde, bir çok uzmanlık alanının tükenmesine yol açan üretim güçlerinin devasa gelişimi, sanayi işine olan gereksinmeyi acınası derecede geriletti ve bu, alışılagelmiş geleneksel işçi sınıfının erimesine yol açtı. Bunun yerine, uzun zamandan beri eski sanayi proletaryasından sayısal olarak üstün, amorf (çarpık), toplumbilim açısından kavranması zor bir sınıf ortaya çıktı. Her şeyden önce ama daha çok gelişkin kapitalist bölgelerde sanayinin geriletilmesi -buna en iyi örnek Büyük Britanya-, artık pek bir fonksiyonu olmayan yeni bir alt sınıfın oluşmasına yol açtı. Bugün kapitalist değer esemesine göre milyonlarca insanın pek de bir kıymeti yok. Sefaletin yeni formu proletaryanın zincirlerinden başka kaybedeceği bir şeyin olmadığı ücretli işin yaygınlaşmasından değil, Komünist Manifestonun sonunda denildiği gibi onun azalmasından kaynaklanıyor. Marx ve Engels’i meşgul eden ve işçi sınıfına coşkulu seslenmesine ilham veren (“Bütün ülkelerin işçileri birleşin”) şeyin kendisi, radikal bir şekilde yer değiştirdi. Bugün insanları kapitalist sömürü değil, tam tersine onun yokluğu acıtıyor. Opel, VW, ya da Daimler’de çalışan biri sömürüldüğü için kendisini şanslı hissediyor ve buna hakkı da var.

Görülen diğer bir hata, öngörüde bulunduğu sosyalist devrim, Kapital’de ‘zorunlu bir doğal süreç’ olarak tanımlanan şey, radikal değişimlerin çıkış yeri ya da merkezi ‘Dünyanın İmalathanesi’ olan İngiltere veya Fransa, Almanya ya da gelişen sanayi devi USA gibi gelişmiş sanayi ülkelerinde değil, periferide vuku buldu. Yirminci yüzyılın sosyalist devrimleri, kapitalizmin geniş ölçüde girmediği dünyanın geri kalan bölgelerinde cereyan etti. 1917 Rus Devrimi büyük ölçüde köylü devrimiydi ve bu; Çin, Vietnam ve Küba için de geçerli -o ünlü ifadede olduğu gibi ‘Proletarya Diktatörlüğü’ buralarda söz konusu değildi-. Tüm bu durumlarda esas olan, kendisine eşlik edecek Marxist bir retorikle olağanüstü bir dinamizm kazanacak geç sanayileşme sürecinin telafisiydi. Çekoslovakya’daki gibi Sosyalizmin kök saldığı gelişmiş kapitalist ülkeler ise Sovyet süngülerine havale edildi.

Tüm zaafiyetine ve hatalı tahminlerine rağmen bugün hala okuyucuyu büyülemeye devam eden Komünist Manifesto, Marx’ın ilk biyografçısı Franz Mehring’in dediği gibi ‘hatalarıyla bile aydınlatıcı’. O, büyük bir tasarı olarak orta yerde duruyor. Onun tartışmasız gücü, sunduğu (devrimde) çözümlerde değil, sosyal ve ekonomik ilişkilerin analizinde saklı. Hans Magnus Enzensberger’in birkaç yıl önce Los Angeles Times’da yazdığı gibi: “Eski ve yeni solun kaybının sebebi, Marxistlerin kendilerini eserin babalarının, olumlayıcı, ütopik tarafıyla -sonradan anlaşıldığı gibi trajik sonuçlarıyla birlikte -, hipnotize etmeleridir.” Ben her zaman, Marxizm’in gücünü, onun varolana karşı yaptığı radikal eleştirisinde, riayetsiz olumsuzlamasında gördüm. Bana bu anlamda o, önceden olduğu gibi bugün de vazgeçilmesi mümkün olmayan bir araç olarak görünüyor. Amerikalı Filozof Richard Rorty, Manifestonun 150. yılı vesilesiyle şunları ifade edecekti: “Bugün Burjuvazi ve Proletarya arasındaki ayrım, Hıristiyanlık ve Paganizm arasındaki ayırım kadar eskimiş gözüküyor lakin Burjuvazi için ‘zengin %20′ ve Proletarya için ‘fakir %80′ ifadeleri kullanıldığında, Manifestonun büyük bölümü geçerliliğini korumaya devam ediyor.”

1850′li yıllarından itibaren Londra’da serbest yazar olarak yaşayan Marx, David Ricardo’nun ‘Politik Ekonominin Prensipleri ve Vergilendirme’ (1817/21) metinlerinden haberdar olduğundan beri denilebilir ki yalnızca ‘Politik Ekonomin Sorunları’ ile uğraştı. Marx’ın Ricardo’ya ne kadar çok önem atfettiği, daha 1847 yılında Proudhon’a karşı giriştiği olağanüstü polemikte (Felsefenin Sefaleti eserinde), ‘Ütopik Sosyalizmden’ ayrılıp ödünsüzce Ricardo’nun makul realizminin etkisine bırakmasında kendisini gösteriyor. Kapital’in ilk cildinin yayımlandığı 1850 ile 1867 yılları arasında Marx, öncelikle kendi meramı için yayımlanmaya uygun olmayan ve bu amacı gütmeyen bir yığın politik-ekonomik metin kaleme aldı. On yılı bulan bir emeğin ürünü, binlerce sayfalık tomar kağıttan oluşan bu özetler, eskizler ve ham metinlerden sadece iki eser basılacak bir yeterliliğe ulaştı: 1859 yılında ek bir metin ‘Politik Ekonominin Eleştirisi’. İlk broşür ve Kapital’in ilk cildi (2. ve 3. cildi Engels tarafından tamamlanıp, 1885 ve 1889 tarihlerinde yayımlandı). Bütünüyle bakıldığında Marx’ın ekonomik metinleri aslında devasa bir Torso[10]. Ana eseri tümüyle olmasa da bir yönüyle tamamlayan bölümler Marx-Engels Toplu Eserleri’nde (Marx/Engels Gesamtausgabe-MEGA) bulanabilir.

Tamamlanmamış haliyle de olsa Kapital, bütün ehliyetiyle Marx’ın başeseri. Ama eser, okunamazlığıyla da ilk sırada yer alıyor. Çünkü bu büyük ve zor eserin içeriğine dair ne açıklamalarda bulunabiliriz ne de anlaşılmasını sağlayacak kolay tezler oluşturabiliriz. Komünist Manifesto gibi Kapital de gücünü son kertede acımasız olumsuzlamasından alıyor. Esasında Marx, -kapitalist üretim sürecindeki artı değerin büyüklüğü ve kaynağının belirlenmesi ve buna bağlı olarak ücretli işçinin sömürülmesi olgusunun yanısıra- kelime anlamıyla tersine dönmüş bir dünyanın resminden hareket ediyor. Marx, Kapital’in ilk kısmında, para ve metanın özü üzerine konuştuğunda, fetiş özelliği, transsubstantiation[11], metafiziksel kılı kırk yarma, teolojik süsler, duyusal üstü nesnenin duyusu gibi dini gizemlere işaret eder görüntüsü veren bir dil kullanıyor. Gerçekte Marx, kapitalist ekonominin -şeylerin işleyişini düzenleyen bilinmeyen bir tanrı olarak -, kolektif bir şuur yarattığını, bu şuurun bireylere onların kendi faaliyetini (zor ile ortaya çıkan) cevherli sonuç olarak geri yansıttığını, bu yolla göstermek istiyor. “İnsanların kendi toplumsal devinimi, yine kendileri için kontrol etmek yerine, kontrolü altında bulundukları şeylerin devinim formu olarak görünüyor.” Marx’a göre bu terslik, kapitalizmin doğasında mevcut. Şeylere – meta, para, sermaye – hayat şansı tanınıp özerk, adeta tanrısal bir varoluş atfederken, hayatı -insanı ve onun toplumsal ilişkisini- nesneleştirerek yok ediyor. Toplumsal koşulların tepetaklak edildiği böylesi bir dünya ise Marx’a göre tam manasıyla delilikti. Marx’ın biyografçısı Francis Wheen’in, ‘Marx’ı eleştirenlerin her defasında Kapital’de bulunan basit/gülünç yanlışlara dayanmaları noktasında, „Gerçekte bu durum, yazarların değil, şeylerin deliliğini yansıtıyor” düşüncesi akıllıca bir buluştan daha fazlasına işaret ediyor.

Bu deliliğe biraz daha yakından bakmak için bir örneğe gereksinim var ve bu örnek gerçek. Amerikalı edebiyat eleştirmeni Edmund Wilson, Kapital’e dayanarak, Karl Marx’ın Jonathan Swift’ten sonra en büyük ironikçi olduğunu söylüyor.

XX. yylın en büyük yanlış anlaşılmalarından biri de, komünist öncüler ve onların liderlerinin – Lenin ve Stalin’den Mao ve Fidel Castro’ya kadar -, geri tarım toplumlarını modern sanayi toplumuna dönüştürmek için verdikleri tüm çabaların, tamamıyla Marx’a/Marxizm’e dayandırılmasıdır. 20.yyda Marxizm adı altında devlet doktrini, çare bilimi olarak yapılandırılan şey, entelektüel bir marka korsanlığı/ürün piratlığı formundan başka bir şey değildi (Rolf Peter Sieferlel). Bunların Marx ve eserleriyle olan ilişkisi olsa olsa köşeden kıyıdandı. Şöyle ki, sonradan Engels tarafından nakledilen Marx’ın kendisiyle dalga geçen sözü, ‘kendisinin marxist olmadığı’ „Tout ce que je sais, c’est que je ne suis pas Marxiste[12]“, zeki ve öngörülü bir ifade olarak belirmiş oldu. Öncelikle, ilk ve son defalığına şunu saptamakta yarar var: Marx, Anti-Emperyalizm teorisyeni değildi, daha çok gelişmiş endüstri uluslarının sömürgeciliğini bir yönüyle ilerici, modern bir eğilim olarak gördü. Sosyalizmin müspet bir teorisini de çok fazla yapmadı. „Geleceği tasarlama bizim meselemiz“ olmamalı. Marx protoekolojizm ile ilişkilendirilmesinde de tümüyle susmalı – (Kapitalist) gelişmenin boyutları ve çevre faktörlerini Marx birbiriyle ilişkilendirmemişti. Ama Marx ile ve Marx’tan sonra, ‘Sistemin’ nasıl işlediğini, ne tür bir iç mantığa hizmet ettiğinin ve toplumu nasıl çürüttüğünün farkındayız artık. Walter Benjamin’in bir keresinde, “Kapitalizm bir din ise, Marx, Kapitalizmi Protestan ahlakının ürünü olduğunu varsayan Weber, Emile Durkheim ile beraber en önemli din sosyoloğudur belki de“ şeklindeki belirlemesine katılmak zorundayız.

Ama atlatılmaması gereken bir başka şeyse, Marx’ın sadece parlak bir teorisyen ve yazar değil, aynı zamanda aktif bir politikacı olduğudur. 1840′lı yıllardan 1883 yılındaki ölümüne kadar, genç sosyalistler hareketinin hiç durmadan çalışan propagandacısı ve örgütleyicisiydi. Önderlik iddiası pek seyrek rastlanır bir durum değildi ve bundan dolayı pek sevmediği rakiplerini, Alman Genel İşçi Derneğinin lideri Ferdinand Lasalle ve Rus Anarşist Michail Bakunin’i alt etmek için bugün rahatlıkla diyebiliriz ki grubun lideri (Alphatier) Marx, ortalama nazik bir kişilikten çok daha başka davranıyordu. Mektuplarında oldukça otoriter ve despotik sözler kullanmaktan sakınmıyordu. Londra’da kaldığı sürgün zamanlarında üstün entelektüel yeteneği ve tartışılmaz konumuyla, 1864 yılında kurulan Uluslararası İşçi Birliği’nin mühim bir teorisyeni olarak zamanla resmi olmayan lideri oldu. Yaşamının sonlarına doğru da dünyanın tüm ülkelerinden sosyalistler onun önerilerini dinlemeye devam ettiler. Zamanın iz bırakan ve yaralayan hadiselerinden sayılan 1871 yılındaki birkaç haftalık ‘Paris Komünü’nün, kaderini ve geleceğini Marx, ‘Fransa’da İç Savaş’ adlı parlak eserinde gelecek kuşaklar için şöyle yazıya döküyordu:

“İşçilerin Paris’i ve onun Komünü, yeni bir toplumun müjdecisi olarak ebediyen anılacaktır. Komün, İşçi Sınıfının kalbinde saygın bir yere sahiptir. O’nu yıkanların kutsallarına ettikleri tüm dualar tarihin sanık sandalyesinden kurtulmalarına yetmeyecektir.”

Taraftarların sevgi ve nefreti Marx’ın tarihteki portresinin yalpalamasına yol açtı hep. Zihinler bugüne kadar Marx sebebiyle birbirinden sürekli ayrıştı. Her şeyden önce XX.yy Almanya’sında tarihin yönü – Weimar Cumhuriyeti, Nasyonal Sosyalizm, Soğuk Savaş – Marx’ı daha büyük bir kutuplaştırıcı öğe haline getirdi. Büyük bir saygı gördüğü gibi reddedildi ve nefrete maruz kaldı. Ama bugün Eric Voegelin’nin, “Marx, Friedrich Nietzsche, Sigmund Freud ve Max Weber gibi burjuva çağı Avrupa’sının en önemli düşünürlerindendir”, düşüncesine benzer ve Marx’a karşı artık daha normal bir yaklaşımın zamanı gelse hiç de fena olmayacak.

Çeviri: Ali Haydar Gündoğdu

[*] Makale iki yıl öncesine ait. Orijinal Metin: http://faustkultur.de/1331-0-Hans-Martin-Lohmann-Marx-lesen.html#.UkwbhBbIdVo
[2] Kocayan kurt köpeklere maskara olur babında bir söz. Almanca’da, geçmişteki önemini yitiren insanlara dair pek sık kullanılan bir söz. Birebir anlamı ‘ölü köpek’
[3] asıl içeriğinin bilinmesi, esas maksadının anlaşılmasını
[4] Kelimenin kökeni, yahudi soyismi olan Jitzchak tan geliyor (İsaak/İshak). Yiddiş dilinde gündelik kullanımı itzik şeklinde. Daha çok Yahudileri aşağılamak anlamında kullanılan sözcük, aptal, tembel, işe yaramaz anlamına geliyor. Sözcük tipik antisemit bir karakter taşıyor.
[5]Şirpençe/Carbuncle: Deri altı hücre dokusunun ve yağ bezlerinin iltihaplanmasından oluşan, genişlediğinde çok tehlikeli olabilen, stafilokokların sebep olduğu bir kan çıbanı, kızılyara, aslanpençesi
[6] emmek/içine çekmek
[7] Yazar burda CDU/CSU 2008 den itibaren uygulamaya koyduğu ‘’Wohlstand und Bildung für alle’’ programına gönderme yapıyor.
[8] Kavram, Mart 1848 devrimi öncesi yıllara atıfta bulunuyor
[9] aşırı üretimin sakatlığı/epidemisi
[10] tamamlanmamış eser
[11] katolik inanışında kudas ayininde şarabın Hz. İsa‘nın kanına dönüşmesi
[12] bildiğim şey, benim bir Marxist olmadığım.

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version