SAİT FAİK’İN HİÇBİR KİTABINA GİRMEMİŞ ÖYKÜSÜ: “MESUT KİMDİR?”*

    Sokağa tasasız, genç, renkli, sıhhatli, neş’eli bir yüz görürüm diye çıktı. Böyle bir insan yüzüne rastlamakla kendi tasası, ihtiyarlığı, sarılığı, hastalığı ve neş’esizliği geçecek değildi. Belki büsbütün ye’ise, umutsuzluğa düşecekti. Amma istiyordu. Hem de bulamayacağını umarak dolaşıyordu. Kararı, kitabı açmadan kitap hakkında hükmünü vermiş münekkit fikri idi. Hiçbir münekkit elleri titriyerek, zevkten bayılırcasına bir kitap açamaz. Bu zevk yalnız okuyucu kalanlarda vardır. İşte o sokağa çıkarken sokak kütüphanesinin her kitabında bir kusur bulacağını biliyordu. Hiçbir genç insan bir yaşında bir tay gibi güzel olamaz, bir yaşında bir tay gibi kişneyemez, hiçbir tasasız sahibini görmüş bir köpek gibi sevinemezdi dünya yüzünde. Bu kaytan bıyıklı, saçları pırıl pırıl, üstü başı tertemiz, cebinde kendine âşık yedi kız resmi gezdiren Üniversitelinin bir tasası vardı. İnanamıyordu. Ne sağa, sola, ne şarka, garba, ne imana, imansızlığa, ne sulha, ne harbe… Tasaların en büyüğü onda idi.

    Şoför Hasan’a rastladı.

    – Dün akşam hiç uyumadım, dedi, kafam kazan gibi. Radyoyu açmağa canım çekmiyor. Günde 15, 20 kazanıyorum. Su gibi gidiyor. İçmeden edemiyorum.

    Bir sokak çocuğu çiklet satıyordu. Neşeliydi arkadaşiyle. Hafiye ile hırsızın Alkazar sinemasındaki döğüş sahnesini arkadaşına anlatırken gözünün altı seğriyordu. Mavi ve kırmızı gözlerinin altında bir düziye uykusuzluk çırpınıyordu.

    Şu güzel kadın aldatılmış, bu yakışıklı adam parasızdı. Bu zengin böbreklerinden hasta idi. Bu kocası zengin, her şeysi tamam kadının içine bir koca aldatmak deliliği düşmüştü. Bunu yapamıyordu da…

    Kahvede oturmuş, insanlara neş’esizlikler, tasalar uydururken yanındaki masadan birisi arkadaşına:

    – Şu adamı görüyor musun? dedi.

    – Hangisi.

    – Şu başı açık. Sinemanın önünde. Şimdi önümüzde olacak.

    – E ne var!.

    – Bir milyonu var.

    – Vay enayi vay. Otomobilsiz geziyor.

    – Var, otomobili de var.

    – Kimbilir ne dertsizdir.

    – Var birader, onun da bir derdi vardır elbet.

    – Ne derdi olacak yahu? Genç, yakışıklı…

    Öteki sıraladı:

    – Güzel bir karısı var. Rus metresi var, şeker mi şeker, sıhhatli, nüfuzlu…

    – E?…

    – Ama bir derdi var.

    – Nedir?

    – Ben, benim gibi birkaç kişi.

    – Amma yaptın ha?

    – Elbet, cemaziyülevvelini biliriz. Bizi görünce end bend olur.

    – Bak şu herife dünya umurunda değil.

    Onu da ben tanıyordum. Gülüp güldüren bir sahne artistiydi. Hem de çok iyi bir artistti. Verem ciğerlerini kemiriyordu ama yine şendi. Para ve zaman kazanmıştı. Onun derdi de arkadaşlarıydı. Kıskanırlardı. Kulağına gidecek, onu küçük düşürecek lâflar ederlerdi. Çok hassastı. Bu sözler ciğerine veremden çok işlerdi.

    Öğle yemeğini neş’e içinde yedim. Bugün insanlar dertli idi Dertsize öğleden sonra rastladım.

    Bu genç bir şairdi. Bir şiiri metelik etmezdi. Kendine Allaha inanan bir mümin gibi inanmıştı. Günde 700 mısra yazıyordu. Meteliksizdi. Muhayyel sevgilileri vardı. Muhayyel saraylarda otururdu. Muhayyel sofralarda yemek yerdi.

    – Nasılsın büyük şair? dedim.

    Koluma girdi. Ezberden yetmiş mısra okudu. Bir tek beytinde bir tek şiir kıvılcımı yoktu.

    – Mesutsun şair, dedim.

    Bana bakarken gözleri pırıl pırıl yanıyordu. Birden ona acır gibi oldum. Sonra o ilâve etti:

    – Bir de, dedi, şu siyatiğim olmasa…

    O zaman anladım ki hepimiz, Üniversiteli, şoför, garson, milyoner, çikletçi, müteahhit, yazıcı, iyi şair, kötü şair hepimiz içimizde bir kötü mesut şair taşıyorduk. Muhayyel soflarda muhayyel şaraplar, muhayyel topraklarda muhayyel çiftlikler, hep muhayyel şıkır şıkır altınlarla hepimiz, hepimiz mesuttuk.


    *Muhteşem bir finali olan hikâye “Mes’ut Kimdir?”, 12 Haziran 1948’de Yedigün’de (sene 16, No 13) yayınlanmış. Bu dönemde yazdığı başka metinleri de başka araştırmacılar bulursa hiç şaşmam. Zira o sıralarda zaten hep belli bir geleneği olmuş bu tür “edebiyatlı magazin” dergilerinde (bunu özel bir tür adı olarak teklif etmek isterim) bir tür patlama yaşanmıştı ve her daim para ihtiyacı duyan Sait Faik de araştırmacıların bakmayı akıl edemediği ama rekabet aşkıyla daha çok para verebilecek bu cins dergilerde de yazmış olabilir. Tuncay Birkan (T24, 14 Ocak 2016)

    Yorum Yok

    Cevap Ver

    Lütfen yorumunuzu giriniz!
    Lütfen isminizi buraya giriniz

    Exit mobile version