Ana Sayfa Edebiyat Sadık Hidayet: Yaşam ve ölüm üzerine düşünmeye hayatını harcayan “Garip” bir İranlı

Sadık Hidayet: Yaşam ve ölüm üzerine düşünmeye hayatını harcayan “Garip” bir İranlı

Sâdık Hidâyet, özellikle başyapıtı Kör Baykuş’la ve öyküleriyle, modern İran edebiyatının kurucularından biri. Çoğu yazar gibi onun yaşamı da çelişkilerle dolu. Düşünceleri, sözleri ve yaptıkları üzerine giderek artan yorumlar, yaşamına retrospektif bir bakışı özellikle karmaşıklaştırıyor.

Bu yazının (başlığını Hidayet’in “Kafka’nın Mesajı”nın hemen başında onun için sorduğu sorulardan alan) ilk bölümünde yazarın -hem yaşama hem de yaratma bağlamlarında- “İran-Avrupa-Hindistan” üçgeninde geçen yaşamına ve yazısına bakılıyor. İkinci bölümde ise Türkçede Sadık Hidayet ele alınıyor.

Kimdi Hidâyet? Nerden Gelmişti?
Hidayet 17 Şubat 1903’te (1905’te başlayıp 1911’e kadar süren “Meşrutiyet Devrimi”nden iki yıl önce: Ülkede Batılılaşmanın başlangıcını oluşturan bu dönem, bütün akranları gibi onun üzerinde de belirleyici bir etkide bulunacaktı) Tahran’da doğdu. Kuzey İran’dan gelmiş soylu bir ailenin çocuğuydu. Ağabeyi Mahmud Hidayet’e göre çocukluğu boyunca ailenin ilgi odağıymış. Çocukça tuhaflıkları ve şirin konuşmalarıyla onları eğlendirirmiş. Ama beş altı yaşlarındayken, beklenen zamandan önce, sakinleşmiş ve içine kapanık bir çocuk olmuş.

Altı yaşında İlmiye okuluna gönderilen Hidâyet ilkokulu orada bitirdi. 1915’te Darü’l-Fünun’da Avrupalı öğretmenlerin gözetiminde Batılı bir eğitim almaya başladıysa da çok geçmeden matematik ve benzeri derslerden sıkıldı. Fransızca öğrenmek istiyordu. Bunun üzerine ailesi onu Saint Louis Akademisi’ne yazdırdı.

Hidâyet, yirmi yaşına doğru ailesiyle bağlantılarını kopardı; hayatının geri kalan bölümünde, baba evinde bir odası olmasına karşın, İran’da kaldığı zamanlarda ailesinin sosyal yaşamına katılmadı. Okul günlerinde de sonraki dönemlerde de, kendisine sağlam bir sosyal konum sağlamak için ailesinin nüfuzunu kullanma yoluna da gitmedi.

Akademideki yeni yaşamında bir yandan eskinin büyük adamlarını tanıyıp İngilizce ve Fransızca öğrenirken, bir yandan da dönemin Avrupa edebiyat çevreleriyle yazışmaya başladı. Bu dönemde başlıca ilgi alanının “Bilinmeyenin Bilgisi” olduğu anlaşılıyor: Usturlap ve büyü gibi konular üzerine kitaplar okuyordu. Yazıyordu da. Örneğin, okulun gazetesini tek başına yazıyor, basıyor, dağıtıyordu. Bu gazeteye yazdıkları arasında, (“Bir Eşeğin Ölüm Vakti Hal Diliyle Söyledikleri” başlıklı çevirisini elinizdeki derlemede bulacağınız) “Zebân-i hâl-i yek olag der vakt-i merg” gibi, sonradan geliştireceği hayvansever görüşlerinin çekirdeği olacak öykü/denemeler de vardı.

İlk kitabı Rubaiyyât-ı Hakim Ömer Hayyâm’ı (“Filozof Ömer Hayyam’ın Rubaileri”) yirmi yaşındayken (1923) yayımlayan Sâdık Hidâyet, Saint Louis Akademisi’ni 1925-26 yılında bitirdi.

Hayyam araştırmaları onu başka iki Ari düşünürü (Zerdüşt ve Buda) incelemeye yöneltti. Bu konudaki ilk izlenimlerini 1924’te İnsan ü Hayvan (“İnsan ve Hayvan”) başlıklı kısa bir çalışmada topladı. Hayatının sonuna kadar vejetaryen olarak kalan Hidâyet’in vejetaryenliği ele aldığı bu çalışmasının da, önceki Hayyam kitabının da üslup ve benzersizlik konularında bir iddiaları yoktu.

Hidâyet, 1925-26 yıllarında Rıza Şah’ın öğretmen olarak yetişsinler diye Avrupa’ya gönderdiği bir grup gencin içinde yer aldı. Belçika’da mühendislik okuyacaktı, ama vazgeçti. Mühendislik okumak için Paris’e geçti. Orada da diş hekimliği okumaya kalktı. Bu meslek yönelimlerinden hiçbirinin onu sanat okumak kadar ateşleyemeyeceğini anlaması uzun sürmedi. Ardından, vaktini gezip görmeye ayırabilmek için bütün çalışmalarını bıraktı. Sonraki dört yıl boyunca kendini sanatsal ve edebi çalışmalara ve yazmaya adayacaktı. O sıralarda Besançon’a taşındı. 1927’de Paris’e döndü, ertesi yıl, olasılıkla Nisan sonunda, ilk intihar girişimini gerçekleştirdi: Marne Nehri’ne atladı, ama köprünün altındaki bir kayıkta sevişen bir çift onu gördü, erkek nehre atlayıp onu kurtardı. Hidayet bu olayı 3 Mayıs 1928’de ağabeyi Mahmud’a gönderdiği bir kartpostalda üstü kapalı olarak dile getirdi: “Bir delilik ettim; ucuz atlattım.”

Avrupa’da vaktinin büyük bölümünü hayat ve ölüm sorunu üzerinde çalışmaya ayırıyor, Rainer Maria Rilke’nin yapıtlarını, özellikle de Malte Laurids Brigge’nin Notlart’nı (Die Aufseichnungen des Malte Laurids Brigge, Leipzig, 1910) okuyordu. Hidayet araştırmacılarından Iraj Bashiri, Hedayat’s Ivory Tower: Structural Analysis o/The Blind Owl (“Hidayet’in Fildişi Kulesi: Kör Baykuş’un Yapısal Analizi”, Manor House, Minneapolis, Minnesota, 1975) adlı kitabında, “Merg” (1926; çevirisi “Ölüm” elimizdeki derlemede yer alıyor) başlıklı denemede “Hidayet’in, Fransa’da [bin dokuz yüz] yirmilerde etkisi konuşulan, Rainer Maria Rilke’nin yapıtlarıyla yakınlığının başlangıcı[nı]” (s. 40) görür. Sadeq Hedayat: The Life and Legend of an Iranian Writer (“Sadık Hidayet: İranlı Bir Yazarın Yaşamı ve Efsanesi”, I.B. Tauris, Londra, 2002, 2. basım) kitabında onu alıntılayan Homa Katouzian ise, Hidayet’in bu denemeyi Paris’te değil de Avrupa’ya ilk gidişinde Belçika’nın küçük bir şehrinde (Gent) yazdığım, o güne kadar Rilke’yi okuduğuna ilişkin bilgi bulunmadığını, yazıdaki yaklaşımın ve deyiş özelliklerinin Rilke’nin kitabındakilere benzemediğini ve açıkça însân ü Hayvân’ın ve Rubaiyyât-ı Hakim Ömer Hayyâm’ın yazarının damgasını taşıdığını belirterek bu görüşe katılmaz (s. 39-40). (Hidayet üzerindeki Rilke etkisi, bu kadar erken başlamamış bile olsa, ilerde üzerinde durulacağı gibi özellikle Kör Baykuş’ta alabildiğine belirgindir.)

1927’de, İnsan ve Hayvan’ın genişletilmiş şekli olan Fevâid-i giyahhârî (Vejetaryenliğin Yararları) yayımlanır. Hidayet, Hazret-i Ali’nin “Midelerinizi hayvan mezarlığı yapmayın” sözüyle başladığı bu kitapta vejetaryenliği bütün boyutlarıyla ve nerdeyse bir dünya görüşü düzeyinde incelemektedir.

Sadık Hidayet’in 1927’den Tahran’a döndüğü yıl olan 1930’a kadarki yaşamı ve etkinlikleri üzerine çok fazla bilgimiz yok. Sadece devlet bursu aldığını, geçinmek için bir iş yapmadığını, vaktinin çoğunu gene düşünmeye ve herhalde yazmaya ayırdığını biliyoruz.

1930’da Tahran’a döndüğünde, ilk öykü kitabı Zinde begûr’u (Diri Gömülen) ve ilk oyunu Pervin Duhter-i Sâsân’ı (çevirisi Sâsân Kızı Pervin elinizdeki derlemede yer alıyor) yayımladı.

O sırada, aldığı devlet bursu kesilmişti. Baba evinde parasız kalacak bir odası vardı, ama geçinmek için bir iş bulmak zorundaydı. O yılların İran’ında, yazmak geçinilebilecek bir meslek değildi. Hidayet de İran Merkez Bankası’nda bir iş buldu kendine. 1933’e kadar orda çalıştı.

Tahran’da kendisi gibi Avrupa’dan dönmüş olan ve düzene yönelik eleştirileri yüzünden baskı, sansür ve hapis tehditleriyle karşılaşan öğrenciler arasına katıldı. Aralarında Hidayet’in şahlık karşıtı ve ilerici görüşlerini paylaşıp destekleyenler de vardı. Üç genç yazar, Mücteba Minovî, Mesud Ferzad ve Bozorg Alevî, onu görüşlerini yansıtacak bir grup kurmaya ikna ettiler. Böylece tutucu yazarların görüşleriyle alay eden Rab’e (Dörtlü) adında bir grup kurdular. Tabii ki tutucular onlara “aşırılar” adını takmakta gecikmeyecekti. Ama, tutucularla birlikte düşünülmek istemeyen müzisyenler, yazarlar ve ressamlar, ayrıca görüşlerini dile getirecek platform arayan politikacılar giderek artan sayılarda gruba katılıyorlardı.

Sadık Hidayet, 1930-37 arası üç gruba ayrılabilecek çalışmalar yaptı: Rab’e grubuyla birlikte reformcu edebiyat çalışmaları; kurmacalar: öncelikle öyküler, ayrıca kısa romanlar ve bir roman; İran tarihi ve edebiyatçıları üzerine araştırmalar.

İkinci ve üçüncü öykü derlemelerini bu sıralarda çıkardı: Se katre hûn (1932, Üç Damla Kan) ve Sâyerûşen (1933, Alacakaranlık). Üç Damla Kan’da, Kafka gibi modernlerin izinde bir yazar kimliğiyle, bunaltılı, karabasanlı bir dünya çiziyor; yalnızlık, gerçek dünyadan kaçış, boşluk duygusu ve ölüm gibi temel izleklerini sürdürüyordu. Alacakaranlık’ta, öteki öykülerinde de olduğu gibi, yine İran’ın geri kalmışlık ve yönetim sorunlarını dile getiriyordu. Jules Verne, Hayyam ve Freud gibi farklı yazarların etkilerinin açıkça görüldüğü bu öykülerde, bugün bile Doğu toplumlarında güncelliğini koruyan dayak, çokeşlilik, sevgisizlik, vefasızlık, kötü arkadaş, hurafeler, sıtma ve uyuşturucu bağımlılığı gibi konuları ele alıyor; değişmez izlekleri olan ölüm, ruh ve öbür dünya üzerine tartışıyor; Fars kültür ve medeniyetinin Arap kültür ve medeniyetinden üstün olduğunu kanıtlamaya çalışırken Budist felsefe ışığında hayatı ve ölümü işliyordu.

İki kitap da ilgi çekmedi: dönemin gazete ve dergilerinde Hidâyet ya da bu kitaplara ilişkin bir şey görünmüyor.

1934’te çıkan kısa romanı Aleviye Hânum (“Aleviye Hanım”) ise, kurmaca olarak değil de Hidâyet’in dile egemenliğinin bir örneği olarak, biraz ilgi gördü. Nerdeyse beş yıllık yazma ve üslup deneylerinden kaynaklanan bu olumlu gelişme Hidâyet’in kariyerinde önemli bir atılım sağladı.

Hidâyet’in, Rab’e grubu içinde yürüttüğü, İran’ın geçmişine ve edebiyatçılarına yönelik araştırmalarının bir sonucu da, ilk kitabının konusu olan Ömer Hayyam’ı tekrar ve bu kez daha geniş ele aldığı Terânehâ-yi Hayyâm (1934, Hayyam’ın Teraneleri) oldu. Kitapta Hayyam’ın rubaileri incelenip ona ait olmayanlar ayırt ediliyor, ayrıca Hayyam’ın İran’ın Ari geçmişi ve Budizm ile bağlantıları irdeleniyordu. (Buda ve Budizm, bu dönemde Hidâyet’in üzerinde en çok çalıştığı konulardan biriydi: Alacakaranlıkta yer alan “Son Gülüş” öyküsü bu açıdan ilginç bir örnektir; ayrıca elinizdeki derlemede bulacağınız -ikisi de Kör Baykuş’tan hemen sonra ve Fransızca yazılmış olan- “Aysar” [“Lunatique”, 1936] ve “Sampinge” [“Sampinguee”, 1936] öyküleri de aynı bağlamda ele alınabilir.)

1932’de İsfahan’a yaptığı bir gezi sırasında (Mehmet Kanarın sözleriyle) “Tahran’dan İsfahan’a kadar yolda gördüklerini, güzel sanatlarıyla, mimarisiyle İran’ın bu tarihi şehrini büyük bir coşku ile anlat[tığı], öte yandan ulusal değerlerin kıymetinin bilinmediğini ve bunların iyi korunmadığını, yeterince sahip çıkılmadığını üzülerek dile getir[diği]” bir seyahatname, daha doğrusu “seyahatname tarzında yazılmış, antropoloji ve sanat tarihi ağırlıklı güzel bir edebi inceleme” olan İsfahan: Nısf-i Cihân (1932, İsfahan: Yarım Cihan) ile İran halk inançları üzerine bir çalışma olan Nîrengistân (1933) kitapları da bu yılların ürünleridir. (lsfahan’ın tamamı, Nîrengistân’ın ise bir kısmı elinizdeki derlemede yer almaktadır.)

Şahlık ve İslam karşıtı bir grup olarak Rab’e’nin ve ününün yavaş yavaş yükselişi hükümeti korkuttu. 1936’da, dünya yeni bir savaşın eşiğindeyken, Rab’e yok edilmesi gereken bir hedef haline geldi. Aynı yıl, tamamen politik nedenlerle, topluluk resmen yasaklandı. Minovi bir yıl önce Londra’ya gitmişti. Hidâyet de Ağustos 1936’da Hindistan’a gitti; ertesi yılın Eylül’ünde döndüğünde Alevi hapisteydi, Ferzâd da bir süre sonra Londra’ya Minovî’nin yanına gitti. 1941’den sonra, Alevi serbest kalmıştı ama artık Hidâyet’in arkadaş grubuna dahil değildi. Bu arada Minovi ile Ferzâd Londra’da birbirlerinden kopmuşlardı. Rab’e’nin kuruluşundan 25 yıl sonra Ferzâd, Homa Katouzian’ın Londra’da kendisiyle yaptığı söyleşide topluluk üyeleri için şu “mezartaşı yazıtı”nı söyleyecekti: “Hidâyet öldü, Ferzâd harcandı, / Alevi sola gitti ve tutuklandı, / Minovi doğru yolu tuttu ve zengin oldu.” (Homa Katouzian, agy, s. 53)

Hidâyet kendisine seçtiği yeni forum olan Hindistan’da Pehlevicesini (Orta Farsça) geliştirmeyi ve Pehlevice kimi belgeleri ilk elden okuyup İran’ın geçmişinin anlaşılmasına daha iyi bir katkıda bulunmayı umuyordu. Her şeyden çok, genellikle “İslami” adı verilen kültürel karışımın İranlı ve Arap öğelerini birbirinden ayırmayı istiyordu. İran’da sansür korkusuyla yayımlayamadığı kimi çalışmalarını da yayımlayabilirdi Hindistan’da.

Hidayet, Hindistan’da 1938-39 yıllarına kadar kaldı. Başyapıtı Bûf-i kûr’u (1937, Kör Baykuş) orada yayımladı. Yazarın elyazısından teksir makinesiyle 50 nüsha çoğaltılan kitabın üzerinde “İran’da Yayımı ve Satışı yasaktır” ibaresi vardı. (Kimi yazarlar Hidayet’in bu romanı 1930’da yazıp bitirdiğini ama sansürden ve kendisine ve ailesine yönelik eylemlerden korkarak İran’da yayımlamadığını öne sürmektedirler. Ancak, “Hidayet başyapıtını yazarlık yaşamının bu kadar başlarında yazmış olabilir mi?” sorusu bu görüşün geçerliliğini azaltıyor.)

Kör Baykuş, yazarının bir söyleşi dizisindeki deyişleriyle “özenle hesaplanmış, net, bilinçli etkilerle dolu” ve “her sayfası bir partisyon gibi düzenlenmiş” bir kitaptı (Rencontres avec Sadegh Hedayat, le parcours d’une initiation [“Sadık Hidayet ile Görüşmeler: Bir Erginlenmenin Evreleri], M.F. Farzaneh, Jose Corti, 1999, s. 123 ve 157; alıntıları çeviren: Ersel Topraktepe). Philippe Soupault’nun “Yirminci yüzyılın imgelemsel edebiyatında bir başyapıt”, Andre Breton’un ise “Başyapıt diye bir şey varsa o da budur” sözleriyle nitelediği bu kült roman, pek çok dile çevrilmiş, öncelikle Fransa’da (Andre Rousseaux, “Bu roman bence ülkemizin edebiyat tarihinde özel bir etki bırakmıştı” demiştir) ama sadece orada değil pek çok ülkede pek çok yazarı etkilemiştir.

Hidayet’in yazdıklarında Rilke etkisinden yukarda kısaca söz edilmişti. Bu konuyu biraz daha açmak için, Manoutcher Mohandessi’nin iki kitap arasında nerdeyse bire bir denebilecek dil, ton ve deyiş benzerlikleri saptadığı aktarılabilir (“Hedayat and Rilke” [“Hidayet ve Rilke”], Comparative Literature, Cilt 23, Sayı 3, Yaz 1971, s. 209-216).

Öte yandan, Kör Baykuş’taki Budizm etkisi de Hidayet araştırmacılaRInın özellikle üzerinde durduklan noktalardan biridir. En çarpıcı örnek olarak Iraj Bashiri’nin Hedayat’s Ivory Tower: Structural Analysis of The Blind Owl (“Hidayet’in Fildişi Kulesi:

Kör Baykuş’un Yapısal Analizi) kitabı anılabilir. Bashiri bu çalışmasında Hidayet’in “Asvaghosha’nın Buddha-carita kitabında anlatıldığı şekliyle Buda’nın hayat hikayesini Kör Baykuş’un yapısal çerçevesi olarak kullan[dığını], Buddha-carita’ daki bütün olayların özü[nün1 ve bu olayların dizilişi[nin] döngüsel bir üslupla Kör Baykuş’a dikkatle işlen[diğini]” ve romanın “Tibet Ölüler Kitabı” Bardo Todol’da anlatılan “ölünün Parlak Işık’a ulaşma yolculuğu”nun bire bir simgesel anlatımı olduğunu öne sürer.

Hidayet Hindistan’dan İran’a döndüğünde, ülkesinde durumun daha da kötüleştiğini gördü. Tekrar Merkez Bankası’na girdi. 1942’de İkinci Dünya Savaşı’nın şok dalgaları İran’a da ulaştı. Rıza Şah tahtı oğlu ve şehzadesi Muhammed Rıza’ya bıraktı. Bu değişiklik, başkentteki sanatçılara ve yazarlara yeniden toplanıp günün sosyo-politik ve edebi eğilimleri üzerine görüşlerini açıklayabilecekleri geçici bir rahatlama sağladı. Hidayet de bu fırsatı değerlendirdi ve bir gazetede Kör Baykuş’u parça parça yayımlamaya başladı.

Sosyo-politik ve giderek edebi alanda başka bir yenilik de Hizb-i Tûde’nin (Halk Partisi) partisinin ortaya çıkışıydı. Hidayet’in dostu Bozorg Alevi gibi önde gelen kimi aydınların da desteklediği parti kısa zamanda gelişerek kuzey kentlerine de yayıldı. Hidayet partiye resmen katılmadıysa da Alevi ve başkaları aracılığıyla üst yöneticilerle bağlantısını sürdürdü. İran’ın toplumsal sorunlarıyla derinden ilgilendikçe daha da karamsarlaştı, kötümserleşti, uyuşturucu ve içkiye düştü. Toplumdaki çürümeyi açığa vurmak için daha az simgesel, ama alegorik, bir yazı tarzını seçti: Gerçekçi Hidayet doğmuştu.

Son öykü kitabı 1942’de çıkan Seg-i vilgerd (Aylak Köpek) oldu. Hidayet, yaşam ve toplum görüşünün İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkımla çok olumsuz bir havaya büründüğü, inziva ve intiharın kaçış yolu olarak gösterildiği, mutluluğu bu dünyadd bulmanın mümkün olmadığının ele alındığı bu öykülerde, geniş ölçüde Freud’dan yararlanarak, insanın “doğal ihtiyaçlar”ı ile “insani ve mantıki ihtiyaçlar”ının çeliştiğini gösteriyor, bütün yazdıklarında yaptığı gibi, bir bakıma kendini anlatıyordu. 1944’te Velingâri (“Zevzeklikler”) başlıklı bir eleştirel taşlama ve “Âb-i zindegi” (“Hayat Suyu”) başlıklı kısa ama sert bir öykü yayınladı. (Hizb-i Tûde’nin yayın organı Merdüm’de [“İnsanlar”] çıkan ve partiyle olası bir yakın ilişkiyle bağlantılı sayılabilecek olan bu öykünün Türkçesi Diri Gömülen’de bulunabilir.) Eski Rab’e üyesi Alevi o yıllarda partinin önemli bir figürüydü, ama Hidayet’in Tûde’yle gerçek ilişkisi hala bilinmemektedir.

“Hayat Suyu”nu 1945’te zirveye başka bir doğrudan saldırı izledi. Haci Aga (Hacı Aga) başlıklı bu taşlama politik cüret bakımından “Hayat Suyu”nu aşıyordu: Hidayet, adının bir anagramı olan “Hadi Sadakat” imzasıyla yayımladığı bu kısa romanda 1940’lı yılların İranı’nda sermaye çevrelerinin ve dini bile çıkarlarına alet etmekten çekinmeyen yüzsüz politikacıların ipliğini pazara çıkarıyor, Rıza Şah’ı İran’ın kaynaklarını yerli ve yabancı “müşteriler”e satan bir satıcı olarak çiziyordu.

Yapısı gevşek kurulmuş Hacı Aga ile, Hidayet’in öykü yazarlığı çemberi tamamlanıyordu. Diri Gömülen’de yumuşak bir eleştiriyle başlamış, Kör Baykuş’ta benlik çözümlemesinin ve sanatsal eleştirinin doruğuna ulaşmış, Hacı Aga’da saldırgan bir eleştiriyle sona varmıştı. Kör Baykuş’u üreten sanatsal ve yaratıcı güçten Hacı Aga’ya çok az şey kalmıştı ve herkesten çok Hidayet farkındaydı bunun. Daha Kör Baykuş’ta görevini yerine getirmek için gereken yetenekten yoksun olduğundan yakınan Hidayet, şimdi bir ikilem içindeydi. Bir yanda Kör Baykuş’un Fransızcaya çevrilmesi ona uluslararası bir ün getirmişti, öte yanda uyuşturucu ve içki alışkanlığı Kör Baykuş’la hatta “Aylak Köpek” öyküsüyle karşılaştırılabilecek yapıtlar üretmesini sağlayacak yeteneğini köreltiyordu.

1930’larda Rab’e ile çalışmaktan ve günün gençliğinin kendisini ifade etmesi için bir forum oluşturmaktan mutlu olan, 1940’larda ise kanal değiştirerek Tûde’ye yönelen Hidayet’in 1946’da yayımlanan son kurmaca yapıtı “Ferda” (“Yarın”), parti üyelerine karşı alışılmadık düzeyde bir sempatiyi sergiler.

Sadık Hidayet, 1947’de ilk İran Yazarlar Kongresi’ne katıldı. İran ve Rusya’nın kültürel çevrelerinin mali desteğiyle toplanan kongrede ağırlık tutucu yazarlardaydı. Her ne kadar Hidâyet yönetime girdiyse de o ve Alevi gibi eski Rab’e üyelerinin çok fazla bir etkinliği olamadı.

Hidayet’in son taşlaması “Tup-i Mürveri” (“İnci Top”) oldu. 1947’de yazdığı bu öykü 1979’daki İran Devrimi’nin ilk günlerine kadar yayımlanamadı. Yayımlandığında da hemen toplatıldı. Hidayet bu öyküde Hacı Aga’dakinden daha saldırgan bir tavır içindeydi. Ama, sadece saldırganlığın eleştirmenlerini ya da hayranlarını etkilemek için yeterli olmadığını biliyordu. Nihayet, 1948’de, bir kez daha patladı – ama son kez. Uzun zamandır dost olduğu Hasen-i Kaimiyan’ın Kafka’nın In der Strajkolonie’sinden (Ceza Sömürgesi) Gürûh-i mahkûmîn adıyla yaptığı çeviri için, insanın evrendeki yerini sorgulayan bir sunuş yazdı: “Peyam-i Kafka” (çevirisini elinizdeki derlemede bulabilirsiniz: “Kafka’nın Mesajı”). Bu, sağlığında yayımlanan son yazısı oldu.

Hidayet son yıllarında vaktinin çoğunu Kafka’nın ve başka Avrupalı yazarların yapıtlarını çevirmeye ayırdı. Yıllar hızla geçiyor, önemli bir şey üretemeyen Hidayet gitgide daha da huzursuzlaşıyordu. 1950’nin sonunda İran’dan ayrılıp Paris’e gitti. Orada dört ay kaldı. Gittikçe derinleşen bir bunalıma düştü. Ve son intihar girişiminde başarıya ulaştı: “Başbakan olan eniştesinin, Müslüman bir yobaz tarafından 7 Mart 195l’de katledilişi, kendi canına da kıyması için, bardağı taşıran son damla oldu. Paris’te günlerce havagazlı bir apartman aradı. Championnet caddesinde buldu aradığını; 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş, güzelce tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerinin kalıntıları, yanı başında, yerdeydi.” (Bozorg Alevî, “Sâdık Hidâyet’in Biyografyası”, Kör Baykuş içinde, Çeviren: Behçet Necatigil, YKY, 2001, s. 90) Homa Katouzian, yere saçılmış notların ve mektupların arasında “Kafka’nın Mesajı”nın şu bölümünün de bulunduğunu belirtiyor: “Sonunda en şiddetli cezaya çarptırılırız ve boğucu bir gün ortasında kanun adına bizi tutuklayan kişi bıçağını saplar kalbimize; köpek gibi geberir gideriz. Cellat da suskundur, kurban da.” (agy, s. 255)

Selahattin Özpalabıyıklar  
Hidayetname

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version