Ana Sayfa Felsefe Özerklikten ve Kendine Ait Bir Kendiliğe Sahip Olma Özgürlüğünden Korkmak – Arno...

Özerklikten ve Kendine Ait Bir Kendiliğe Sahip Olma Özgürlüğünden Korkmak – Arno Gruen

Hepimiz özgürlük istediğimiz halde, saygısını ve övgüsünü beklediğimiz güce çeşitli şekillerde bağlıyız. Bu, bizi sonsuz bir tasvip edilme ihtiyacına mahkûm eder, hem de gerçek isteklerimizi reddedenlerin tasvibine.
“Sevgilerine” bağımlı olduğumuz insanların isteklerine taviz vermeyi çok küçük yaşlarda öğrendik. Üzerinde fazla kafa dahi yormadan, özgürlüğü itaatsizlikle eş tutmayı öğrendik. Bunun sonucu olarak, sözünü ettiğim oturumun da gösterdiği gibi, özgürlüğü korku ve endişe duygularıyla beraber hissetmekteyiz.

Kendiliğimiz, düşmanımız haline gelmiştir

Özerkliğin geniş çaptaki parçalanmasına ve buna eşlik eden bilinçdışına örnek olarak koşmayı, yürümeyi ve durmayı, yani günlük hayattaki bedensel faaliyetlerimizi gösterebiliriz. (Bu anlamda birçok şizofrenin bedensel hareketi bize gülünç gelir, çünkü onlar beden duruşları üzerindeki toplumsal kuralları reddeder.) 1973 yılı Nobel ödülü töreninde yaptığı konuşmada Nikolas Tinbergen (1974) beden duruşumuz ve hareketlerimizle ilgili bir analiz yaptı. Çoğumuzun nasıl gerilmiş ense kasları, yukarı kaldırılmış omuzlar ve gergin kalça kaslarıyla gezindiğimizi anlattı. Sırtımızı ya fazla öne ya da fazla geriye doğru yaslayarak kamburlaştırmaktayız. Oturmak, durmak ve yürümekle ilgili kesin fikirlerimiz vardır ve bunlara uymak isteriz. Duruş ve hareketle ilgili bilinçli fikirlerimiz, dengenin asıl dinamik özelliğinden çok statik bir kavramı yansıtmaktadır.

Eğer ahenkli bir beden hissine sahipseniz, duruşlar arasındaki geçişler akıcıdır; ister oturun, ister ayakta durun veya yürüyün. Hareketimizin bilincine varmayı dener denemez ise çoğumuz, bir hareketten diğerine geçmek için kendimizi içsel olarak hazırlamamız gerektiğini fark edecektir.

Tinbergen, bedensel bir rehabilitasyon yöntemini denediğinde (söz konusu olan Alexander yöntemiydi)9 onu etkileyen, beden hâkimiyeti üzerindeki hızlı gelişme olmuştur. Görünüşe bakılırsa, doğru yöntemle geçmişimizdeki zorunluluklardan çabucak kurtulabilmekteyiz.

Uzun bir süre insanın bedensel hareketlerini inceleyen Moshe Feldenkrais (1949,1972,1977) beyin kabuğu ile ilgili benzer gözlemler yapmıştır. (Beyin kabuğu bedensel tavrımızı yönlendiren organdır.) Feldenkrais’ın bulgularına göre bilgilerimizi hızla değiştirebiliyoruz, yani yeni tecrübeler edinme olanağımız olduğu sürece, yanlış hareketlerin yerine, daha uyumlu hareketler koyabilmekteyiz.

“Bütün psikosomatik veya somatopsişik sonuçlarıyla birlikte bedenin yanlış kullanılması, temelinde kültürel nedenler olan bir stresin sonucu olarak görülmelidir”, diye belirten Tinbergen. E. von Holst ve H. Mittelstaedt (1950), beynimizin “doğru” hareketi hayal ederek işlediğini göstermişlerdir. Tahminlerine göre beden hareketlerimizin sonuçları bir resim şeklinde beyine geri gönderilerek beyin kabuğundaki hazır kalıplarla kıyaslanmaktadır. Tinbergen ve Feldenkrais, bu kalıpların temellerinin genetik değil, fenotipik olduğunu, yani erken öğrenme ve sosyalleşme süreçleri tarafından belirlendiklerini önemle vurgulamaktadır.

Bu konulara değinmemin nedeni, benim, burada söz konusu olanın sadece yanlış öğrenilmiş hareket kalıpları olmadığını düşünmemdir. Yanlış kültürel etkiler sonucu oluşan yürüme ve duruş tarzımız, çok daha geniş çaplı bir olayın sadece bir bölümüdür: öz iradenin yerine yabancı bir iradenin konması. Kısaca özerklik işlevinin kaybı. Bir iş toplantısı sırasında yaşadığım kişisel bir tecrübe, böyle bir evrensel takasın sonuçlarını çok iyi ortaya sermektedir. O gün, bu durumun sadece bilincimizden nasıl uzaklaştırıldığını görmekle kalmadım, bunun farkına varmaya nasıl çekindiğimizi de anladım.

1979 yılında, Münih Üniversitesi kliniğinin çocuk merkezinde, Feldenkrais yönetiminde işlevsel terapiyle ilgili bir oturum yapılmaktaydı (Gruen, 1980). Bedensel hareketlerle ilgili yaptığı çalışmalar sayesinde Feldenkrais, sosyalleşme zorunluluğunun öğrenme yetimiz üzerinde yavaşlatıcı ve kısıtlayıcı bir etkisi olduğunu önceden tespit etti. Beyin felci, multipl skleroz ve buna benzer rahatsızlıkları olan hastaların rehabilitasyonu sırasında, çoğunlukla belirli düşünce kalıplarının ve bedenimizle ilgili yanlış tecrübelerin işlev kaybına neden olduğu anlaşıldı. Bedenimizle ilgili bu düşünce kalıplarını, sosyalleşme süreci vasıtasıyla ediniriz. Bu kalıpların temelinde uyum vardır, çünkü uyum, sosyal ve böylece duygusal güvenlik vaat eder. Bu düşünce şekli kaçınılmaz olarak bizi bedensel duyularımızdan uzaklaştırır, diğer yandan bu durum, duygulardan kopmayı da beraberinde getirir. Kendiliğimizi kendi tecrübelerimiz üzerine kurmak böylece zorlaşmış olur. Sözü edilen oturumun amacı, katılımcılara yeni bedensel tecrübeler üzerine inşa edilmiş bir entegrasyonu tanıtmaktı.

İki gün sonra Feldenkrais, yaklaşık yüz kişiden oluşan uzmanlar grubundan (doktorlar, psikologlar ve psikoterapistler) yere oturmalarını, kendi eksenleri etrafında dönerek, etraflarını üç yüz altmış derecelik bir açıyla görecek şekilde hareket kabiliyetlerini kullanmalarını istedi. Feldenkrais, ayrılmış olan bedenimiz ile kendiliğimiz bir araya gelir gelmez, bizim için mümkün olan eylemlerin soyut fikirleri üzerine kurulu olan hareketlerimizi nasıl değiştirdiğimizi ve bedenimizle nasıl tam bir bütünlük sağlayabildiğimizi göstermek istemişti.

Bu tecrübeye ve N. Tinbergen’in fikrine değinmemin nedeni, sözü geçen grupta bu bedensel kurtuluştan sonra genel bir huzursuzluğun çıkmış olmasıdır. Katılımcılar Feldenkrais’a kızdılar, öfkelendiler ve onu eleştirdiler. Sanki bu ani özgürlük tecrübesi, huzursuzluk ve korkuya neden olmuştu.

Toplumsal uysallığımız konusunda düşündürücü tek şey, hepimizin belli bir dereceye kadar, istemeden de olsa başkalarının isteklerine göre yaşamamız değildir. Daha tehlikelisi, bedenselliğimizin bir anlamda dışına çıktığımız anda, esas kendilik duygularımızın aniden uyanmasıyla ortaya çıkan özgürlükten korkmaya başlamamızdır. Hepimiz özgürlük istediğimiz halde, saygısını ve övgüsünü beklediğimiz güce çeşitli şekillerde bağlıyız. Bu, bizi sonsuz bir tasvip edilme ihtiyacına mahkûm eder, hem de gerçek isteklerimizi reddedenlerin tasvibine.

Daha önce de söylediğim gibi, “sevgilerine” bağımlı olduğumuz insanların isteklerine taviz vermeyi çok küçük yaşlarda öğrendik. Üzerinde fazla kafa dahi yormadan, özgürlüğü itaatsizlikle eş tutmayı öğrendik. Bunun sonucu olarak, sözünü ettiğim oturumun da gösterdiği gibi, özgürlüğü korku ve endişe duygularıyla beraber hissetmekteyiz. Proust’un gözlediği, insanın acısının kendisine acı veren tarafından dindirilmesine duyduğu ihtiyacın daha derin nedenleri burada yatıyor olmalı. Anne ve baba, çocuğun canlılığını ve yaşama şevkini rahatsız edici ve hatta tehlikeli olarak algılarsa, çocuk çok geçmeden huzursuzluk ve korkuyla dolacaktır.

Erich Fromm (1941) siyasi alandaki özgürlük kaçışını yazmıştı, çünkü özgürlük insanın kaçmak istediği sorumluluğu da beraberinde getirmekteydi. Ama görünüşe bakılırsa, canlılığımızı ve yaşama şevkimizi düşmanımız haline getiren, korkunun ve huzursuzluğun etkisi altında geçen çocukluk yıllarımız yüzünden özgürlüğün değerini anlayamamaktayız. Yani kendiliğimiz, düşmanımız haline gelmiştir. Sorumluluktan kaçınmanın temeline inildiğinde, kendiliğine sahip olma korkusuyla karşılaşılır. Korkulan, soyut bir sorumluluk değildir, bizi tedirgin eden kendimizi gerçekleştirmenin sorumluluğudur. Kendi canlılığımız ve karşımızdakinin canlılığı bizi korkutmaktadır. Ama bu yaşama arzusu bir kere ortaya çıkmayagörsün, öfkemiz kabarır ve kendi özgürlüğümüze sırtımızı döneriz. Arkamızı döndüğümüz aynı zamanda canlılığın ta kendisidir.

Çocukluğumuzdan aldığımız ilk ders, anne baba aracılığıyla tanıştığımız gücün, hor görülen çaresizlikten çıkış yolunu vaat ettiğidir. Güç, yetersizlikten sıyrılmanın çaresi haline gelir. Ama bu düşünce, özgürlüğe tamamen farklı ve sözü edilmeyen bir anlam kazandırır: kendi gereksinimlerinle bağı kopartmak, onlardan kurtulmak. Böylece özgürlük güç hırsı tarafından saptırılır, yani reddedilmiş kendilik haricindeki her şeyin fethine yönlendirilir. Kültürümüzün düşünme tarzına göre birtakım nesnelere ve canlılara sahip olmak bize güvenlik getirmektedir. Ama bu düşünceden doğan sayısız yapay gereksinim, bizi gerçekte gitgide kendimizden uzaklaştırmaktadır.

Ne yazık ki başkaldırı, bu dersin etkisini sürdürmeyeceğine dair bir garanti değildir. Kurtarıcı olarak güçle özdeşleşmemiz bizi, ezenlerle aynı prensibe götürür.10 Görmüş olduğumuz zarar, daha önce anne babamızın görmüş olduğu ve savaştığımız toplumun zararıyla aynıdır: gerçek gereksinimler reddedilir, kendi kendiliğimizden korkarız. Böylece de düşmanla sıkı sıkı bağlı kalmaya devam ederiz. Henry Miller, Rimbaud’nun büyüklüğü ile başarısızlığı üzerine kaleme aldığı “Rimbaud ya da Büyük İsyan” adlı eserinde (1956), Rimbaud’nun aradığı özgürlüğün aslında kendi benliğinin tasvip edilmesi arzusundan doğduğunu anlatmıştı. Bu ısrarlı kendilik tasvibi, daha önce hepimizin maruz kaldığı, özerklik eğilimlerinin düşüncesiz güç kullanımı tarafından reddedilmesinin bozuk yansımasıdır. Başka insanların hakları ve bireysellikleri bu defa özgürlük maskesi altında ihlal edilir. Miller şöyle yazmıştı: “Bu özgürlük değildir. Ve asla insanlıkla herhangi bir bağlantısı veya ortak yönü olmayacaktır.” Nedeni de, insanın duygu zenginliğinin zarar görmüş olmasıdır. Rimbaud, cani ve soğuk bir annenin çocuğuydu ve annesi onun varlığını onaylamak istemiyordu. Çocukken onun canlılığından ve sıcaklığından korkuyordu ve Rimbaud’nun, “her şeyi görmek, hissetmek, incelemek, keşfetmek ve söylemek” istediği halde, sonunda tek özlemi annesi tarafından onaylanmak oldu. İsyanına rağmen, onun soğukluğunun ve canlılık korkusunun boyunduruğu altına girdi.

Bizim neslimizin asıl yarası da budur: Daha iyisini, daha insancıl olanını istiyoruz, ama bu hedefe engel olanın, kendi kırılgan insanlığımız olduğunu anlayamıyoruz. Miller şöyle devam eder: “Bütün bunların benim için tek bir anlamı var; daima annemize bağımlı kalacağız. O isyan da sadece bu köleliği örtbas etmek için yapılan çaresiz bir denemeydi.”11 Gerçek gereksinimlerinden kopmuş insan, her şeyle savaşmak zorundadır. Onunla diğer insanlar arasında bağ kurabilecek her şeyden korkar. Bu yüzden ardındaki gizli bağımlılığı fark etmeden, ona verebilecek hiçbir şeyi olmayan in^ sanlardan isteklerde bulunur. Aynı şekilde, aynen mücadele ettiğimiz insanların yaptığı gibi, insanlara karşı sayısız şekliyle uyguladığımız şiddet de varlığımızın anlamı haline gelir.

Bommie Baumann, terörizmin sevgi gereksiniminden bir kaçış olduğunu anladığında, Alman terörizm sahnesinden çekilmişti (V\lie alles anfing, 1975). Arkadaşlarının aksine, o bir işçi ailesinden gelmekteydi. Belki duygularından, orta sınıftan gelen yoldaşları kadar kopmamış olmasının nedeni buydu. Ama Baumann ve arkadaşları, bilinçsiz bir bağımlılık ile sevgiyi karıştırmışlardı. Bundan dolayı anne babalarına duydukları üstü kapalı bağımlılıklarını her gün inkâr etmek zorundaydılar. “İstiyorum, hemen şimdi!” şeklindeki sabırsız yaklaşımları onlara bağımlılıklarını görmezden gelme olanağı tanımaktaydı. Kızlarına ve oğullarına ihtiyaç duydukları sevgiden başka her şeyi vermiş olan anne ve babalarından intikam alma sabırsızlıklarına12 başka bir kılıf uydurmak için ideolojilerini kullanmışlardı.

Çocuklar, sahte bir ebeveyn saygısına hizmet etsinler diye şımartılmıştı. İsyancı sabırsızlıkları, farkında olmadan kendilerinin de itiraf edemediği bir koşuldan çıkan bir bağımlılığı yansıtmaktaydı; dünyanın onlara hiç bitmeyen, değişmeyen, ama ifade edilemeyen bir isteğin yerine getirilmesi borcu vardı. Böylece, sert biçimde karşı koydukları kişilerle kendilerini bağlayan bağı göremiyorlardı: gizli ve ortak bir bağımlılık. Bu yüzden gücün diktasına sadık kalarak ona itaat ettiler. (Burada sözünü ettiğim, elbette ki otoriteyle olan bağını ve başkalarına hükmetme arzusunu aşan devrimci değildir, genel olarak isyancı kişiliğin özellikleridir.)

Arno Gruen
Kendine İhanet

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version