Ana Sayfa Güncel Hayat ve Siyaset MUSA ANTER: “BİZİM MÜCADELEMİZ AYRILMAK İÇİN DEĞİL, BİRLİKTE YAŞAMANIN YOLUNU BULMAK İÇİNDİR”

MUSA ANTER: “BİZİM MÜCADELEMİZ AYRILMAK İÇİN DEĞİL, BİRLİKTE YAŞAMANIN YOLUNU BULMAK İÇİNDİR”

Anadolu insanlarının, özellikle Türk ve Kürt’ün zararına olacak bir görüş ileri sürmüyoruz. Ama Kürt, bugünkü devletin kurulu­şundaki bu anlayışı benimsememiş. Ne var ki, kimileri bu benimsemeyişi aksine çevirerek kötü anlamlara yönelmiş, bun­dan ters sonuçlar çıkarmışlardır. Kürtlerse büyük felaketlere, sürgünlere rağmen düşüncelerinden dönmemişlerdir. Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne kadar kaç tane kanlı olay oldu. Örneğin Şeyh Sait olayı, Zilan olayı, Ağrı olayı, daha önce Koçgiri olayları ve şimdi de Güneydoğu’da yıllardan beri süren şu iki yanlı kanlı vuruşmalar hep bu anlayışa karşı tepki­lerdir. Kürt’ün Türkten ayrılması, bağımsız, ayrı bir devletin kurulması filan kesinlikle söz konusu değildir. Zaten bugünkü yüzyılda, bugünkü dünyanın gidişinde milletleri birbirinden ayırmak değil, aksine onları birleştirmek fikri egemendir.

Kürt’le Türk’ü Kaynaştıracak Bir Formül Gerek

—      Sayın Anter, Kürtler ve Kürt sorunu ile ilgili olarak açıkladığınız görüşler nedeniyle uğradığınız yasal ve yönetimsel kovuşturma zincirinin ellinci yıldönümüne vardınız. ‘ Bugüne kadar o konuda kaç kez yasal ve yasa dışı soruşturma,kovuşturma geçirdiniz?

—      Aslında Kürt sorunu nedir, önce onu izah edeyim: Kanımca “Kürt sorunu” bizim polisiye kafalı yöneticilerimizin anladığı şekilde bir konu değildir. Ne demek istiyorum? Ben Kürtler konusunda “insancıl” bir yaklaşımı kabul ediyorum. Çünkü Ortadoğu’da kökü çok eskilere uzanan bir kavim vardı, ona Kürt diyorlar. Beşyüz altıyüz yıldan beri çevredeki ülkeler anlaşmış, yani bir anlamda sözleşmiş ve onların insan­lık haklarına ambargo koymuşlar. Ben Türk’e zulmü yakıştırmıyorum. Hiçbir milleti hakir ve zalim görmek istemem. Hiçbir millet zalim değildir. Bugün bir Konya köylüsüyle, bir Mardin ya da Diyarbakır köylüsünün birbirleriyle hiçbir davası yoktur.

—   Anladığım kadarıyla siz, kurulmuş olan bir devlete veri­len adın ırka dayalı bir anlam taşımasından yana değilsiniz.

—     Tabii. Ben bunu bir yazımda da anlatmıştım. Lisede bir matematik hocamız vardı. Derdi ki: “Matematikte bir denklem  yanlış kurulursa sonucu yanlış çıkar.” inanıyorum ki, bugünkü Türkiye devletinin isminde ve yapılanışında yanlış­lık var. Çünkü Türkiye, Germen, Latin ya da Slav kavimlerin­den oluşmuş homojen yani aynı soydan gelme bir millet değil­dir ve bu da bir kusur değil. Onun için bu topluluğa oluşumundaki karmalığa uygun bir ad takmak gerekir,

—      Benzetme yapmak için konuşayım: Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda nasıl Rumeli ve Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti denmiş ve bunun üzerine Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle Anadolu’da ve Trakya’da yaşayan bütün insanlar topluca koşuşup bir Ulusal Savaş’a gönül vermiş, baş koymuş­larsa, aynı şekilde siz de bir anlamda böylesine bir coğrafi isimle bu ülkenin adlandırılmasını düşünüyorsunuz.

— Evet. Biz bu oluşumu düşünürken de Anadolu insanlarının, özellikle Türk ve Kürt’ün zararına olacak bir görüş ileri sürmüyoruz. Ama Kürt, bugünkü devletin kurulu­şundaki bu anlayışı benimsememiş. Ne var ki, kimileri bu benimsemeyişi aksine çevirerek kötü anlamlara yönelmiş, bun­dan ters sonuçlar çıkarmışlardır. Kürtlerse büyük felaketlere, sürgünlere rağmen düşüncelerinden dönmemişlerdir. Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne kadar kaç tane kanlı olay oldu. Örneğin Şeyh Sait olayı, Zilan olayı, Ağrı olayı, daha önce Koçgiri olayları ve şimdi de Güneydoğu’da yıllardan beri süren şu iki yanlı kanlı vuruşmalar hep bu anlayışa karşı tepki­lerdir. Kürt’ün Türkten ayrılması, bağımsız, ayrı bir devletin kurulması filan kesinlikle söz konusu değildir. Zaten bugünkü yüzyılda, bugünkü dünyanın gidişinde milletleri birbirinden ayırmak değil, aksine onları birleştirmek fikri egemendir. Kal­dı ki ne Türk ve ne de Kürt ayrı ayrı bolluk içinde yüzen birer devlet kurmak durumunda değillerdir. Bugün Kürt’ün denizi yok, havzası yok, endüstrisi yok. Bütün yatırımlar Batıya ya­pılıyor. Topkapı ve İstanbul saraylarındaki servet, Kürtlerin yerleşim bölgelerindeki servetin topuna bedeldir. Ama Kürt’ün de toprağı var, suyu var, madenleri var. Ancak bunlar birbirine katışırsa, yani anlaşmazlık biter, herkes samimi şekilde işbir­liği yaparsa, o birlikten kuvvet doğar. Yoksa şimdiki gibi genel valilerle, vur-yakala-öldür’lerle, dağlan taşlan ülkenin askeriyle doldurmakla bir yere varılamaz, işte durum ortada: Altmış yıldır ileri gitmiyoruz, daha geriye, daha kötüye gidiy­oruz. Artık bu tutumdan vazgeçmek, olanlardan ders almak gerekir, inanıyorum ki, yirminci yüzyıl bir sivil uygarlık dev­ridir. Askeri yönetimlerle işi yürütme anlayışı gerilerde kaldı.

Askerlik mesleği öldürme sanatıdır. Kime karşı? Düşmana karşı olması akla yakın gelir. Biz ne yapıyoruz? Düşmanla uğ­raşmayıp hıncımızı, gücümüzü içeride harcıyoruz. Bu toprak­ların üstündeki insanların yapısına uygun davranmak zorunlu­luğunu duyan yönetici kafa başarıya ulaşabilir. Örneğin tarım yapıyoruz, tarlamızın birçok yerinden toprak alıp tahlil ediyo­ruz, buralarda hangi bitkiler yetişir, nasıl bir sulama politikası izlemeli diye araştırıyor ve bu gerçeklere uygun bir tarımsal görüşü benimsiyoruz. Peki, bir tarla için bu kadar emek har­cıyoruz da niçin toplumun çeşitli kesim ve yörelerindeki in­sanlar konusunda o denli dikkatli olmuyoruz? İnsan durup du­rurken “ben burada kabak ya da mısır yetiştireceğim” diye inat eder mi? Ben elli yıldır bu işlerin içindeyim, hükümetle­rin uyguladığı yöntemlerin yanlışlığı yüzünden her gün daha kötüye gidildiğini gözlerimle görüyor, yüreğimde duyuyorum.

—Söyleşimizin başına dönüp, bir noktaya aydınlık getirsek. Soruşturmaların, kovuşturmaların ellinci yılını yaşıyoruz. Bu dönem içinde kaç kez hapse girdiniz? Kaç kez işkence gördünüz ve hapiste ne kadar yattınız?

—’Şimdi iyi hatırlamıyorum, çocuktuk, ilk tutuklanmam Adana Lisesi’nde yani 1937’de biz birinci sınıftayken oldu. O sıralarda gündemde bulunan Dersim olayları üzerinde yanlış bilgilerden kaynaklanan bazı laflar ettim. Arkadaşlarımın ara­sında bir başkomserin oğlu vardı. Gitti beni ihbar etti. Tutuk­landım. “Atatürk’e hakaret etti, şudur budur” dediler. Ama sonra Atatürk’ten, beni affettiğine dair talimat geldi ve salıve­rildim.

O günden beri tutuklanmalarım çok oldu. Hele gözaltına alınmalarımın sayısını bile çıkaramam. Anımsadığım kadarıy­la ilkinden sonra gelen tutuklanmam 57’dedir. Sonra 59’da bir daha içeri alındım. Ardından 63’teki gelir. 70’de, 72’de de tu­tuklandım. 1959’da başımıza gelenler başlı başına bir macera­dır. O zaman Demokrat Parti iktidardaydı. Bizi tutup Harbiye’deki Eylül Hücreleri’ne koydular. Kırk tane mezar yap­mışlardı. Aslında elli kişinin tutuklanması planlanmıştı. Me­zar sayısı kırk olunca on kişinin tutuksuz olarak yargılanması yoluna gidiliyor. Güdülen ana hedef de ellişer kişilik gruplar halinde toplam bin sakıncalı Kürdü yargı yoluyla idam etmek, böylece Kürt sorununu otüz kırk yıl ileriye atmakmış. Konu bize böyle anlatıldı. Vallahi biz çok komik insanlarız. (Gülüşmeler).

İşte ondan sonra bizi Osmanlılardan kalma Harbiye bina­sında öğrencilerin kışın spor yaptıkları yere koydular. Çevresi açık bir hangar, üstündeki kiremitleri kargalar kırmış, onun al­tında tabuta benzer ama normal boydan daha kısa hücreler ya­pılmış. Uzanamıyorduk bile. O yüzden tam beş ay dizlerim kıvrık yattım. Üstümüze su akıyor, soba yok, kar yağıyor, fareler bizim postacılığımızı yapıyordu. Aramızda konuşma­mız yasak olduğu için bulabildiğimiz kağıt parçacıklarına yaz­dığımız mektupları farelerin üstüne iliştirdiğimiz zaman hay­van hücreleri dolaşırken yazdıklarımız yerine ulaşıyordu. Yani fareler bize posta dağıtıcılığı görevi yapıyordu.

—Sayın Anter, bütün bu çileli yaşam serüveni sonunda şu yaşa geldiniz. Mücadelenizin bugünkü noktasında Türkiye ve dünya koşullarını gözöniine alarak vardığınız sonuç nedir?

—Bu sorunuzun yanıtını çıkan son yazımda belirtmiştim. Yine söyleyeyim: Biliyorsunuz ki, ondokuzuncu yüzyılda dünyada milliyetçilik hareketi başladı. Bir erkek “erkeklik iyi­dir” derse kadının hoşuna gitmez. Bir kadın da kadınlığı övse erkeğe ters gelir. Aynı şekilde bir Türk üstünlüğünden söz etse, bu davranış Kürtün hoşuna gitmez. Kürt’ün bu tür bir davranışı da Türk’e batar. Bugün Anadolu’da hem Türk, hem de Kürt soyundan yurttaşlar var. Öyle bir formül bulmamız gerekir ki, her ikisini de içersin. Herkesi kardeşlik içinde kay­naştıracak bir yol bulmak zorundayız. Yoksa “Ne mutlu Türküm diyene” demekle bir çözüme varılamaz. “Türkiye Türklerindir” denince Kürt kendini dışlanmış hissediyor. Bunların yararı yok.

Türkiye, bu topraklar üstünde yaşayan bütün insanların va­tanıdır. Hepimizin de içtenlikle bu toprağa bağlanmamız gerekir. ille de “Kürt yoktur” demenin yararı ne? Kürt vardır bira­der. “Yok” demekle yok olmuyor. “Yok” diyerek ya da konuyu yasaklayarak iş çözülseydi, altmış yıl içinde o sorun çoktan kapanmış olurdu. Aslında zor kullanarak bu problemi hallet­mek için her şey yapıldı. Ama soruna çözüm getirilemedi. Bir zamanlar Mardin’de Kürtçe konuşmak yasaklanmıştı. O dilde kullanılan bir kelimeden alınan para cezası, günün telgraf ta­rifesindeki bir kelime ücretinin çok daha üstündeydi. Ama ol­madı. “önlem” diye konulan bu yasak sizin de bildiğiniz gibi geri tepti.

Şunu demek istiyorum: Bir devletin topraklan üstünde ayrı soylar, apayrı unsurlar yaşarsa, bu onun için bir felaket değil, aksine nimettir. Ülkenin kültürü ve olanakları zenginleşir.

—Siz olaya insan hakları açısından bakıyorsunuz, o gözle görüyorsunuz. Yanlış mı anlıyorum acaba?

— Hayır, doğru söylüyorsunuz. Aslına bakarsanız, Türkler, Orta doğu’ya ve bu bölgeye Orta asya’dan akınla, kı­lıçla geldiler. Bunlar birer tarihi gerçek. Ayrıca kusur da değil. O zamanlar akınlar böyle oluyordu. Iran, Arap ve Bizans devletlerinin yıkıntıları üzerinde önce Selçuklular, sonra da Osmanlılar devlet kurdu. Bu devletlerin vatandaşları genel­likle kendilerinden olmayan, ama eski birer uygarlığa sahip bulunan topluluklardı. Bunlar yeni gelenin emri altına girdiler. Böylesine bir yönetimse, ancak zor yoluyla yürür. Sonuçta Osmanlı imparatorluğu olsun, Türkiye olsun bu anlayıştaki bir yönetimle ayakta durmuşlardır. Ama artık devir değişti. Son bir kozumuz kaldı: Bizim uygarca yöntemlere başvurma­mız, demokratik yönetim biçimini yerleştirmemiz ve geliştir­memiz gerekiyor.

Bölgede yaşayan çeşitli kavimler Türklerden bin yıl önce uygarlığa girmişler. Daha sonra Orta Asya’dan gelenler onlar üzerinde egemenlik kurmuşlar. Şimdi korkuyu bir yana bırakır­sak dernek gerekir ki: “Arkadaş, ben Kürt’üm, Kardaklıların, Medya’nın torunuyum ben İraniyan’ım. Çünkü kendi vatanım­da ikibin, üçbin, yedibin yıldan beri yaşıyorum. Babil’in ça­mur tabletlerinde benden söz ediliyor. Sonra sen gelmiş, bizi Abbasi alçak’larından devralıp başımıza oturmuşsun.” Bu söz­lerle Türk’ü küçümsemek aklımdan geçmez. Ama tarihi bir ge­rçeği dile getiriyorum. Biz kardeşliği, birlikte yaşamayı kabul ediyoruz.

— Efendim, olay çok açık: Gerek Abdülhamit devri Meclisi Meb’usan’ının, gerekse Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı yürüten Bi­rinci Büyük Millet Meclisi’nin tutanaklarına baktığımız zaman görüyoruz ki “Kürdistan mebusu, Lazistan mebusu, Çerkeş mebusu” diyor. Yani kişiyi asıl soyuyla belirtiyor ve bölgenin temsilcisi olduğunu vurgulayarak altını çiziyor. Ama bunu “birlik” anlayışı içinde görerek toparlıyor. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntısı üzerinde kuruldu. Bu yeni devletin içinde ayrı soylardan gelme insanla­rın bulunduğu tarihi bir gerçek.

—Evet. Bakın, Kanuni Sultan Süleyman bile böyle davra­nıyor: “Ben ki Kanuni Süleymanım. Mısır ve Hicaz ve Kürdistan ve şuraların, buraların Padişahı Süleyman Han’ım” diye yazıyor. Atatürk de: “Kürtler kardeşimizdir, onlarla bir­likte çalıştık, birlikte savaşıp kazandık” diyor. Efendim, Atatürk‘ün idamına karar verenler Türk soylu olanlardı. Onu tutan Kürtler oldu. Erzurum Kongresi’nde, Sivas Kongresi’nde çevresinde kaç tane Türk vardı? Bürokrat birkaç subayın dı­şında gerisi hep bizim ağa ve şeyhlerdi. Günü geldi mi biz Türklük Kürtlük ayrımı bilmeyiz. Bu anlattıklarımı birçok il­giliye söyledim. Biz bugün Türkiye’den ayrılmak istemiyo­ruz. Bizim bugünkü mücadelemiz ayrılmak için değil, tam ak­sine ayrılmamak içindir.

Burası ne kadar Türklerin toprağıysa bizim de ülkemiz. Son Balkan Harbi’nde Edirne’yi kurtaran Türkler değil, Hamidiye Alayları’dır, yani bizim babalarımızdır. Gerçek bu kadar açık. Çanakkale’de şehit olanların listesine bakın. Acaba kaçı Kastamonulu, kaçı Diyarbakırlı, Tuncelili, kaçı Vanlıdır? Kı­sacası bu ayrılık lafları aptalca söyletilerdir.

—    Çok teşekkür ederim.

—     Estağfurullah. Özetle diyeceğim şu: Ben epey yaşlan­dım, yakında giderim. Bu ülkede Türk’den de Kürt’den de ge­linlerim, torunlarım, akrabalarım, hatta damadım, arkadaşla­rım var. İstanbul’da, Adana’da yaşadım; Kürt’en çok Türk ahbaplarım var. Düşüncelerimi şu ülkede yaşayan Türk’ün de Kürt’ün de iyiliği için dile getiriyorum.

13 .8.1989
2000’E DOĞRU Şahap Balcıoğlu ile Röportaj

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version