MURATHAN MUNGAN: İNSANIN HER ZAMAN KENDİSİNE YÖN VERECEK BİR İÇ SESİ OLMALIDIR

    Kalbe yakışan

    Boğumlanmış karaçalı, kamış köklerinin kaya çatlaklarının arasına girerek tutunduğu, çatlak aralarını dolduran çamur harçlarının doğal basamaklarla eşik yaptığı nehir kıyısındaydılar. Önlerine çıkan çağla yeşili renginde akan bol köpüklü nehri sal ile geçeceklerini öğrenmek, Zeey ile Tagan’a yepyeni bir macera çağrısı gibi geldi. Nehrin adı Anydra imiş. Kıyıda durup karşı yakaya, nehrin üstünde gidip gelen, üzeri insan, hayvan ve çeşitli eşya yüklü farklı boylardaki rengarenk sallara heyecanla bakıyorlar. Nehrin genişliğinin üzerine köprü kurmaya izin vermediğini söylüyor Moottah. Bulundukları yakaya doğru gelen en yakındaki salın üzerinde, ön tarafta ayakta duran iri kıyım genç adamın ne yaptığını merak ediyorlar. Birer pençeyi andıran kaba eldivenleriyle iki yakayı birbirine bağlayan makaraların üzerine gerilen tele tutunarak salın akıntıya kapılmasını önlediğini, iki yana bağlı kürekleri çeken diğerlerinin yardımıyla da sala yol aldırdığım öğreniyorlar. Karşıya geçmek için ötekilere göre biraz daha büyük görünen bu salın kıyıya ulaşmasını, yükünü tamamen indirmesini sabırsız gözlerle bekliyorlar.

    Önce karşı kıyıdan getirdiği yolcularını ve yükünü boşaltıp bu tarafta yeniden yüklenen sal, bu kez karşı tarafa doğru yol almaya başladığında, çocukların kabına sığmayan coşkulu hallerini seyretmek Moottalı’ı neşelendiriyor. Dalmış, sevecen gözlerle onları izliyor bir süre, ardından yeri geldiğini düşünerek ip ve tekerleğin insanlığı uygarlaştıran en önemli iki buluş olduğundan söz açıyor.

    O saydıkça bir bir öğreniyorlar: Şu gördükleri sallara suya karşı koyma ve manevra gücünü kazandıran şey, tomrukları birbirine bağlayıp onlara yekpare gövde kazandıran iplerin sağlamlığıymış meğer.

    Bitkilerin doğal liflerinden yapılırmış bu ipler. Hem nehir sallarıyla deniz salları da farklıymış. Örneğin muz, palmiye ve uzak karacevizi ağaçlarının lifleri tuzlu suya dayanıklı olduğu için özellikle deniz sallarında kullanılırmış. Kaba ve sert olmalarına karşın daha hafif oldukları, suda daha kolay manevra yapabildikleri için tercih edilirmiş bunlar. Zeey ile Tagan, anlatılanları dikkatle dinlemeye çalışsalar da bir süre sonra bakışları, köpürüp duran suda dalgınlaşıyor, nehrin akıntısında çalkalanan salın ninnisine kapılıp adeta gözleri açık uyumaya başlıyorlar. Ustalarının sesi uzaklardan geliyormuş gibi giderek buğulanıyor.

    Karşı yakaya geçtikten sonra bindikleri, üzerine nakşedilmiş resimlerden Serehudra kentine ait olduğu anlaşılan posta arabalarının birinde, tentesi sonuna dek açık pencerenin iki yanında karşılıklı oturmuş dışarıyı seyrediyor, üzeri pamuklanmış ovalardan ağaçtaki her dala, gökte uçan her kuşa varasıya gördükleri hemen her şey hakkında ileri geri yorum yapıyorlar. Yüksek vadilerde birbirlerinden bağımsız nice küçük kasabanın, köyün, irili ufaklı yerleşim bölgesinin olduğunu görüp oralarda yaşanan hayatlar hakkında hayaller kurup, hikayeler uyduruyorlar.

    Bir süre sessiz yol aldıktan sonra önlerini kesercesine birdenbire karşılarına çıkan ve hemen ardından dirsek yapıp yanı başlarında kendilerine eşlik eden ikinci bir yol gibi akmaya başlayan akarsuyu soruyorlar Moottah’a. Rengi hep bulanık aktığı, tepelerden bakıldığında güneşte kurumuş bir kemiği andırdığı için “Kemik Nehri” denirmiş bu suya. Az ileride karşılarına çıkacak olan, bu nehrin üzerine kurulmuş Tereddüt Köprüsü’nden geçerek gireceklermiş varmak istedikleri Udbera kentine …

    “On yetenek yedi sanat okulları” adı altında insan zihninin ve yaratıcılığının çeşitli yönlerinin sınandığı okullarıyla ünlü Udbera’da, kentin konuk evlerinden ya da hanlarından birinde değil, Moottah’ın nicedir görmediği eski bir arkadaşının evinde kalacaklarmış. Ustalarının bu arkadaşını özlediği ve buraya gelmekten ötürü sevindiği her halinden belli oluyor. Onun terzi olduğunu söylediğinde Zeey ile Tagan ustalarının bir terziyi niye bu kadar önemsediğini anlamıyor, bu terzinin belki de görünmez pelerinler, insanı havada uçuran yelekler, gerektiğinde ceplerinden sihirli nesneler çıkan giysiler dikebilen biri olduğunu düşünüyor, daha doğrusu öyle olmasını ümit ediyorlar.

    Zeey ile Tagan, az ilerideki yüksek sarısabır ağaçlarına tünemiş şu kısa kanatlı kuşları ilk kez gördüklerini söylüyorlar Moottah’a. ”
    İyi ki gösterdiniz, bir tek bu bölgeye özgü gölge kuşlarıdır bunlar,” diyor gülümseyerek. “Sayıları azdır, ama uzun yaşarlar. Bunların en genci bile atalarınızın atalarının atasını tanır. Sabırlı, sakin, bilgedir Gölge Kuşu. Anakara’da çok kimse bilmez, hakkında yazılanlara bakarak kimileri onu şairlerin uydurduğu hayali bir kuş sanır. Neden ‘Gölge Kuşu’ dendiğine gelince, kanatlarının gölgesi toprağa düştüğünde hiçbir insan o gölgeye basamazmış. Gölgeleri tabiatın bilinmez güçleri tarafından kutsanmıştır onların, güneş üstlerine vurduğunda elbet toprağa düşer gölgeleri, ama hiçbir insan ayağı çiğneyemez! En atik ayak, en çevik adım bile gölge kuşunun kanadının toprağa benekler gibi düşen kutlu gölgesine basamamıştır bugüne dek. Gölge kuşlarının gölgesine basacağım diye uğraşıp kendi etrafında çırpına çırpma dönerek çıldıranlar olmuştur.”

    Sarısabır ağaçlarının sağlam dallarında dalgın bir huzur içinde umursamadıkları zamanı seyreden gölge kuşlarını geride bırakıp yollarına devam ediyorlar.
    İlkin, yüksek bir dağın üzerinde adeta bıçakla kesilmiş gibi biçimli, oranlı bir düzlüğün üzerine kurulmuş Udbera kentinin masalsı uzun kuleleri görünüyor, ardından onları nehrin öte yakasına geçirecek olan Tereddüt Köprüsü … Adının, Udbera’ya doğru yola çıkanların bir
    daha geri dönmeyeceğine inanılan zamanlardan kalma eski bir hikayesi varmış. Zamanla ölenler, unutanlar ve buraları terk edip gidenlerle birlikte hikayeyi birbirine bağlayan parçalar kaybolmuş, şimdi kimse hikayenin tamamını bilmiyor, vaktiyle bilenler de artık hatırlamıyormuş.
    “Udbera öteden beri sırtoplayıcılarının kenti diye bilinir,” diye anlatmaya başlıyor Moottah: “Eskiden köy köy gezen sırtoplayıcıları varmış, nedense çoğu cüce olurmuş bunların, gezdikleri yerlerdeki insanların sırlarım toplayıp kaim defterlere yazar, sonra sırtlayıp Udbera’ya getirirlermiş. Yazılı sırların bazısı bu köprüden geçerken tereddüte düşer kendiliğinden silinirmiş yazılı olduğu defterin sayfalarından. Kasreina Yolu’nu tırmanıp Udbera’ya varan defterlerin çoğu sayfası boş çıkarmış bu yüzden. Bu, Tereddüt Köprüsü’nün adına ilişkin anlatılan rivayetlerden yalnızca biridir,” diye bağlıyor sözünü.

    “Buranın ahalisinin, insanoğlunun unutma gücünü ‘kasreina’ diye adlandırması bu yüzdendir. Kederlerini geride bırakmak, yaşamını kaldığı yerden sürdürmek isteyen insanlara öteden beri Kasreina Yolu’nu tırmanması söylenir.”
    Onca kayıp parçayla hikayesi hiçbir yere bağlanmayan bu yedi gözlü köprüyü geçtikten bir süre sonra Udbera’ya çıkan, iki yanını görkemli kaya bahçelerinin süslediği Kasreina Yolu’nu tırmanıyorlar.

    Zeey’in dişleri kamaşarak “Aa, bakın incir çıkmış!” demesi üzerine,
    “Güneşin kayalıklardaki sert yansımasından ötürü burada incirler erken olur,” diyor Moottah, “Tıpkı güney rüzgarı alan adaların üzümlerinin erken dolgunlaşması gibi,” diye ilintilendiriyor sözünü. Çocukların taqiatın nabzını dinlemeye yatkın oluşları, buna gösterdikleri özel dikkat hoşnut ediyor onu.
    “Gözleriniz yeryüzünün yemişleri üstünde olsun çocuklar,” diyor.
    “Tabiattaki her şeyi onlar bilir. Topraktan yetişenlere her şeyi sorabilirsiniz.”
    Yüksek çatılan dimdik göğe yükselen bitişik düzen evleri, her biri ayrı renge boyanmış duvarları, pencereleri ve kapılarıyla adeta göze görülmeyip varlığı hissedilen büyülü bir kalkan bütün kenti kuşatıyor sanki. Udbera’nın kesme taş döşeli dar sokaklarından geçip Terzi Liuv’un altıgen zemin planında inşa edilmiş, nerdeyse bir han büyüklüğündeki evine varıyorlar.

    Onları kapıda karşılayanlar önce elleriyle havaya tuhaf bir şekil çiziyorlar, bu onların selamlama biçimleriymiş. “Seni tanıdım, seni kabul ettim, seni hayat dairemin içine alıyorum, kendimi senin yerine koymaya hazırım” anlamlarına geliyormuş. “Eski bir gelenekten kısaltılarak alınmış bir selamlaşma biçimidir bu,” diyor Moottah. “Şu gördüğünüz kısaltılmış hali, tamamını yapmaya kalksalar sabaha kadar kapıda dikiliyor olurduk.” Gelen konuklan içeri alırken, gene adet olduğu üzre tütsü kaplan içinde civanperçemi yakıp etraflarında gezdiriyorlar.

    Bu büyük evin yüksek tavanlı girişinin iki yanında işlikler var, içerideki raflarda üst üste dizilmiş top top kumaşlar, çeşitli dikiş ve biçki gereçleri gözüküyor. Topuklarını tıkırdatarak yürüyen iki kadın gülüşerek çıkıyorlar içeriden. Girişteki orta masasının üzerinde bekletilmiş kiraz ağacının tahtasında pişirilmiş taze çörekler ve içinde mevsim meyvelerinden yapılmış şerbetler olan buğusu üstünde testiler duruyor. İşliğin bir kenarında Zeey ile Tagan yaşında çocuklar yağbalığından elde edildiği ve uzun ömürlü olduğu bilinen ağır kıvamlı bir yağı kandil haznelerine boşaltıyorlar. Yeni gelenlere bakmak için başlarını kaldırdıklarında merak dolu gözleri iri, kara, sakin.

    Buyur edildikleri üst katın sahanlığında, kerevetin üzerinde oynarken yere düşürdüğü güvercin kanı gibi kıpkırmızı bir ibrişim yumağının peşinden atlayıp onu ortalara kadar patileriyle yuvarladıktan sonra hızla içeri kaçan karbeyazı bir kedi en sevimli haliyle karşılıyor onları. Tepesindeki üçgen alınlığı altınsuyu rengine boyalı bir kapının açılmasıyla ortaya çıkan Terzi Liuv, kollarını iki yana coşkuyla açarak karşılıyor kaç gündür heyecanla beklediği konuklarım; Moottah’la hasret giderircesine uzun uzun kucaklaşıyorlar. Ardından vitraylı camların renk eleğinden geçen ışığın, geniş duvarlarım desenlediği konuklar için ayrılmış ışık salonuna geçiyorlar. Zeey ile Tagan kendilerine gösterilen Darokran hasırından yapılma iskemlelere bacaklarım ayak bileklerinde çaprazlayarak oturup konuşulanlara kulak kesiliyorlar.

    Zeey ile Tagan’ın sohbet ilerledikçe fark edecekleri gibi, geçmiş pişmanlıklarından söz ederken sık sık “Bir daha yaparsam gök beni terk etsin!” diye yemin ediyor Terzi Liuv. Karısı da “Gök seninle uğraşmaz, onun çok işi var,” diyerek her seferinde sözünü boşa çıkarıyor onun. Yüzünün insanda güven uyandıran ışıltıh bir dolgunluğu var Liuv’un; Zeey ile Tagan görür görmez sevmeye karar veriyorlar onu. Sonraki günlerde onun “Gök beni terk etsin,” diye başlayan yeminini dillerine pelesenk ediyorlar.
    Öncelikle Moottah’ın tutulmuş boynu, ağrıyan omuzlan için taze yabani mercanköşkten lapa yaptırıyor Liuv. İçlerini ferahlatsın diye soğutulmuş testilerde ikram ettikleri üzümsuyuna burada “kütüksuyu” denmesi Zeey ile Tagan’m dikkatini çekiyor. Az sonra konuklara hoş geldin delicesine, evin her bir köşesinden ayn sevimlilikte meraklı kediler tek tek çıkmaya başlıyor. Arka avludaki taraçası mimozalarla kaplı bahçede tembel tembel gezinen yelpaze kanatlı adakkuşları ikisine de Cadebra’yı hatırlatıyor. Orayı her hatırladığında Tagan’ın eli, kendiliğinden pelerininin tokasına gidiyor.

    Odalarına dinlenmeye çekildiklerinde, Terzi Liuv’dan, onunla yeniyetmelik yıllarına dayanan arkadaşlığından söz ediyor Moottah. Yıllar boyunca Anakara’nın çeşitli bölgelerinde yaşayıp birbirinden farklı işlerde çalıştıktan sonra buraya yerleşmeye karar vermiş olan Liuv, kendisini şair olarak yetiştirmek için yıllarca uğraşıp onca emek verdikten sonra bir gün her şeyi bırakıp terzi olmuş.
    “Bazılarının bunca yıl ısrarla şiir yazabiliyor olmasında, şair tabiatlarının gereğinden ve yeteneklerinin dayatmasından çok inat, hırs ve hayatla didişme gücü vardır. Benim ne o kadar inadım, ne de didişecek gücüm vardı,” diyecekti Moottah’a o gece yemek sonrasında
    bir köşeye çekildiklerinde… “Eski bir sözdür, bilirsin. ‘Kendilerini hayal etmeye, kim olduklarını bilmeye ve buna karar vermeye cüret ettiler,’ denmiştir. Ben de bunu yaptım. Bıraktım. Tuhaftır yıllardır aradığım huzuru şiiri bırakınca buldum. Kendim oldum çünkü, ben şair değildim. Kendime zorla bir şair elbisesi dikmeye çalışıyordum.

    Kumaşı kötü bir şiire makastarlık yapmaktansa, halis bir terzi olmayı seçtim.”
    Moottah’a göre, yanıldığını görmüş birinin hayata karşı edindiği kuşkulu ve hoşgörülü tutum kendiliğinden yerleşmişti ona. Yumuşamıştı. Eskiden tanıdığı Liuv’a göre biraz başka, ama daha hoş bir insan olmuştu. Yanlış konuda inat etmekte ısrarcı olan insanların, yalnızca zaman değil, anlam harcadığını da bilirdi Moottah, var olmanın ve yaşamanın başka fırsatlara açılan anlamlarını …
    “Hayatın sıradan rastlantıları bazen kaderin yerine karar verir,”
    diyecekti o gece Liuv. “Bir gün yolda giderken yerde bulduğum bir terzi yüksüğü bütün hayatımı değiştirdi. Yerde, çamur içinde, efsanelerden kalma sihirli bir güç yüzüğü gibi pırıl pırıl parlıyor, sanki bütün gücüyle ışıyarak bana bir şey söylemeye çalışıyordu. Çocukken terzi yamaklığı yapmıştım, birden orada yarım bıraktığım bir kaderin beni beklediğini anladım. Bilirsin insan hakikatlerinin geleneği vardır, faydasız hatıralar vardır, zamanın cömertliği vardır. ”
    Moottah’ın, ona bu konudaki hırsıyla nasıl baş ettiğini sorması üzerine, “Hırslarımıza bilim olmak konusunda bizi iki şey eğitir,”
    demişti Liuv. “Yaş ve yenilgi … ama bunların gene de herkese değil, öğrenmeye açık insanlara yararı vardır, yoksa kimilerine ne yaşadığı yılların, ne uğradığı yenilgilerin bir şey öğretemediğini sen benden daha iyi bilirsin … Bir de sır vereyim sana,” dedi. “Şiiri bırakınca daha iyi bir şiir okuru, şiir dinleyicisi oldum.”
    Bunun üzerine uzun uzun gülüşüyorlar.
    Moottah geçmişten tanıdıkları birilerini soruyordu Liuv’a, “Kendi demesiyle dağ kahvelerinde şiir okumak için fazla yaşlıymış artık, hayvan sırtlarında yol tepeceği yılları da geride bırakmış, köşesine çekilip mevsimlerin değişimini seyrediyormuş.” Karşılarında geçmekte olan bir mevsim varmış gibi her ikisi de iç çekiyorlar.

    Sonra bir başkasından söz açılıyor. Liuv’un bu kişiyi sevmediği hem sesinin değişen tınısından, hem sözlerinden belli oluyor: “Onun yaşındaki bir şairin en çok gereksindiği şeye, belirsizliğin bilgeliğine sahip değildi,” diyor. “Hayatı öylesine çiğ bir ışıkta görüyor, onu kavramak için öyle katı sözcükler kullanıyordu ki şiirin ana kapısının ona hiç açılmayacağı ta başından belliydi. Üstelik yazık ki o kendi sığlığını, yaşama özgü yalınlık, sadelik, doğallık sanıyordu.”
    Onlar çekildikleri köşede baş başa verip hasret giderirken az ötelerinde oturan Zeey ile Tagan da gece boyu konuştuklarına kulak kabartmışlardı. Genç yaşta ölen eski bir arkadaşlarından hala kanayan ortak bir acıyla söz ettikleri gözlerinden kaçmamıştı. Serhenas adlı bu arkadaşlarının erken ölümünün her ikisini de ne denli yaralamış olduğu belliydi. Sonra Moottah, evinden hiç çıkmadığı yıllarda doldurduğu sayısız defterden söz açmış, “Bütün Anakara’yı, hatta yerküreyi oturduğum yerden gezmiş gibiyim,” dedikten sonra Sözlükçü Tarkusyu ile Dohanara’daki karşılaşmalarından söz etmiş, onunla konuştuklarını aktarmıştı. Liuv, “Kendini kapatmanın tek bir çeşidi yoktur,” diyerek kesmişti sözünü onun, ardından Tarkusyu için nedense hüzünlü bir sesle, “Acısının hapishanesine kapatmış kendini bir kez, diyar diyar gezse ne çıkar?” diye eklemişti. “Sürekli bir şeyleri tasnif etmenin de bir çeşit hapishane olduğu düşünülebilir, değil mi?”
    Liuv bir ara Moottah’ı bırakıp çocuklarla ilgilenmiş, Zeey ile Tagan’ın bir sorusu Üzerine “Çocuklukta yaşadığı her şeyin nedenini bilmez insan, örneğin biz çocukken büyüklerimiz yüzümüze tarhun otu sürerlerdi, nedenini, niyesini bilmezdik. Diğer öğrenmelerimiz gibi bu da kendiliğindendir, yalnızca kabullenirsin,” demişti. “Yıllarca her kış yüzüme tarhun otu sürdüm, meğer soğuk algınlığına karşı birebirmiş,” dedikten sonra ekliyor: “Ama onlardan öğrenip yüzümüze sürdüğümüz her şey doğru olmayabilir. Yüzümüze ve aklımıza sürdüklerimize dikkat etmeliyiz.”
    Çocukları sevecen gözlerle bir süre süzdükten sonra Moattah’a dönen Liuv, “İnsan yetiştirmek ne kadar kıymetli bir şey değil mi,”
    diyor. “Dilerim kaybolmazlar. ”
    Liuv’un yemek yapmaya meraklı karısı, akşam yemeğine hem Moottah’ın sevdiğini söylediği, içine kuru bakla, ağaçsoğanı, kereviz, pirinç, yeşil zeytin ve ince kıyılmış cereseh otu katılmış sebze yemekleri yapmış, hem de Zeey ile Tagan’ı sevindirecek tatlı, tuzlu şeyler hazırlamıştı.
    Moottah önceki kentlerde olduğu gibi halka açık bir mekanda tek bir konuşma yapmayacaktı Udbera’da; burada “Açık ev toplantısı” dedikleri tarzda olacaktı insanlarla buluşması; Liuv’un evine gün boyu gelip gidenler ona merak ettikleri, konuşmak, tartışmak istedikleri şeyleri soracaklardı. Liuv’un “Kış odalarından yaz odalarına geçilir burada,” dediği, ince kanatlı kapıları iç avluya açılan, evin yüksek tavanlı geniş salonunu hazırlamışlardı bu iş için. Nitekim ertesi gün gelip gidenlerin çokluğu nedeniyle Liuv’un karısı, elinde sukabağından yapılmış bir kepçeyle çukur tabaklara dağıttığı sulu yulaf lapasına sürekli biraz daha su ekleyerek çoğaltmak zorunda kalacaktı.

    O gün konuşmasına gene çömlek ile şiir ilişkisinden söz ederek başladığında, Moottah’ın aynı şeyleri söyleyeceğini sanan Zeey ile Tagan, konuşma ilerledikçe ustalarının benzer konular, izlekler, eğretilemeler etrafında gezse de anlattıklarını her seferinde çeşitlendirip zenginleştirdiğini fark ettiler. Bu konuyu sonradan ona açtıklarında, “Benim sürekli dinleyicilerim olarak sizin sıkılmanızı hiç istemem doğrusu,” diyecekti. “Çünkü benim için siz bir ölçüsünüz. Gittiği her yerde hep aynı şeyleri anlatan biri olmak tehlikesine karşı, sis çanlarımsınız benim. Unutmayın, bizi diri tutacak şeylerden biri de, varlığını hep üzerimizde hissedeceğimiz gözlerin esenleyici dikkatidir.

    Onlar bizi takip ettikçe kendimizi yenileme ihtiyacı duyarız.” Zeey ile Tagan’ın ilgisini çeken, Moottah’ın Dohanara’daki konuşmasında olmayan birkaç önemli ayrıntının Udbera’da anlattıklarına eklenmiş olmasıydı:
    “Eskinin büyük çömlek ustaları, kusursuz bir iş çıkardıkları halde, belleğin ve yaratıcılığın çömlekte tutsak kalmasını engellemek için en sonunda kesik bir çizgi bırakırlarmış çömleğin üstünde. Bazen devamlılığımızı sağlayan şey kusurdur. Yahut kusuru göze almak,” demiş, sonra da aynı hammaddeden üretildikleri halde fırınlandıkları sırada bazı çömleklerin kırmızı, bazılarının siyah olabilmesindeki sırra dikkat çekmişti. “Tabiat, aynı topraktan, aynı ateşten, aynı anda iki ayrı renkte çömlek armağan ederken insana, bize bütün sırlarının henüz ele geçirilemediğini söyler.”
    Yollarının bundan sonrasında ne zaman, tezgahının başında istediği rengi elde etmek için ezip toz haline getirdiği taşları, mineralleri parlatılmış porselenlere süren bir çömlekçi görseler Moottah’ın sözlerini hatırlayacaklardı.
    Evin sokulgan kedileri için gün doğmuştu, her biri Moottah’ı dinlemeye gelenlerden birinin kucağına çöreklenip akşama dek kendilerini okşatmış, Moottah’ın sesinin ritmine göre bir sağa bir sola kuyruk oynatmış, sıkıldıkça da birbirleriyle yer değiştirip durmuşlardı.
    Moottah, Udbera’da öğrenmeye, bilmeye, anlamaya susamış insanlar, kendilerini bir an önce gerçekleştirme tutkusuyla kıvranan gençler arasında bulmuştu kendini. Çoğu “On yetenek yedi sanat okulları “nın öğrencileriydi. Kuşluk vaktinden başlayıp gecenin geç saatlerine dek tüm gün bıkmadan, yorulmadan bir sohbet havasında sorularını yanıtlamıştı gelip gidenlerin. Sonralan derlenip toplanıp bir araya getirilecek ve bir kitapta yer alacak sözlerini, o sırada herkes hani harıl defterlerine kaydediyordu:
    “Yalnızca şairler için değil, bütün yaratıcı sanatçılar için dürüstlük, zeka ve enerji gerekir, eğer ilkine sahip değilsen, diğer ikisi seni yok eder, ” diye yanıtlamıştı sorulardan birini.
    “İşin güç yanlarından biri, kendi yarattıklarmızı yönetmektir,” demişti bir diğerine.
    “Örneğin, okyanusun fırtınasını, fırtınaya tutulmuş gibi değil de durulukla anlatırsan, okyanus da, fırtına da senin olur. Çalkalanması gereken, betimlediğin okyanus olmalı, kalemin değil.”
    Şiire devam edip etmemek konusunda kararsızlık çekenlere ne gibi bir öğüdü olabileceğini soran birini, “Tabiatın koruyucusu olan şairler evrensel bellekle yaşayan kişilerdir, algıları yalnızca kendi zamanlarına kilitli olanların şairliği sadece bir çalışkanlıktır; verimleri kısa ömürlü olacak, sahibini ödülsüz koyacak bir çalışkanlık,” diye yanıtlamıştı.
    Şiirin herkese ulaşma gücü hakkındaki bir soru üzerine, “Ne kadar iyi şair olursanız olun, şiirinizin herkesin ruhuna, aklına, kalbine dokunmayabileceğini baştan kabul etmelisiniz. Hem bu, her zaman şiirinizin suçu olmayabilir. Kendilerine ait hayali olmayanlar, sizinkileri de göremeyebilirler. Her şeyi kendinizden bilmeyin,” demişti.

    İnsanın her zaman kendisine yön verecek bir iç sesi olmalıdır. Güçlü değerler sisteminden kaynaklanan iç ses, insanın davranışları zamanla değişse de mizacının değişmesine izin vermez, onu hep dik ve sağlam tutar.”
    “Mayası şair olarak doğmuş birinin kelimeleri uzun süre karanlıkta kalamaz. Hiçbir güç kelimelerini uzun süre bağlayamaz onların.”
    “Kullandıkları kelimeler aynı da olsa şairler, onlara kendi zamanlarını verirler.”
    “Sadece erdem sahibi olmak yetmez, erdeminde ustalaşmak gerekir.”
    Ara verip iki yanı yasemin çiçekli taş saksılarla çevrili iç avluya dinlenmeye çekildiği sırada yanına gelen Liuv, “Akışı hiç değişmeyen güçlü ve sakin bir nehir gibisin Moottah,” dedi. “Her zaman iyi bir konuşmacı olduğunu biliyordum elbet; sözcükler senin dilinde görünmez güçleri biçimlendiren sıcak lavlar gibi akıyor. Ama bugün başka bir şey daha gördüm. Şefkatle yanıtlıyorsun herkesi. Toyluklarını, bazen çiğliklerini, hatta yordam bilmezliklerini bile kolluyorsun. Yanıtlarında bilgiçlik değil, şefkat olduğunu görmek eski bir dostun olarak gönendirdi beni. Her zaman olduğu gibi gene kalbine yakışanı yapıyorsun.”

    Murathan Mungan
    Kitap: Şairin Romanı
    Metis Yayınları

    Cevap Ver

    Lütfen yorumunuzu giriniz!
    Lütfen isminizi buraya giriniz