MİLAN KUNDERA: ANA-BABA, SEVGİLİ, ÜLKE VE AŞK ELDEN GİDİNCE İHANET EDİLECEK NE KALIYORDU GERİYE?

    Yaşamımızdaki sarsıcı durumları dile getirmek istediğimizde, ağırlık belirten eğretilemelere başvurmak eğilimindeyizdir. Bir şeyin bizim için büyük bir yük olduğunu söyleriz. Ya taşırız bu yükü ya da beceremez, okkanın altına gideriz, bu yükle didişir, kazanır ya da kaybederiz.

    YANLIŞ ANLAŞILAN SÖZCÜKLER

    Cenevre’de dört yıl oturduktan sonra Sabina, Paris’e yerleşti, ama orada da melankoliden kurtulamadı. Ona ne olduğunu soracak olsalar, kendisi de cevap vermekte güçlük çekerdi.

    Yaşamımızdaki sarsıcı durumları dile getirmek istediğimizde, ağırlık belirten eğretilemelere başvurmak eğilimindeyizdir. Bir şeyin bizim için büyük bir yük olduğunu söyleriz. Ya taşırız bu yükü ya da beceremez, okkanın altına gideriz, bu yükle didişir, kazanır ya da kaybederiz. Ya Sabina -sahi ne olmuştu ona? Hiç. İçinden terk etmek geldiği için bir erkeği terk etmişti. Erkek onun peşinden mi gelmişti? Ondan intikam almaya mı çalışmıştı? Hayır. Sabina’nın dramı ağırlığın değil hafifliğin dramıydı. Onun payına düşen yük değil, varolmanın dayanılmaz hafifliğiydi.

    O zamana kadar ihanetleri heyecan ve neşeyle doldurmuştu içini. Çünkü yeni ihanet serüvenlerinin yolunu açıyordu önünde. Peki, ya bütün bu yolların bir sonu varsa? İnsan ana-babasına, sevgilisine, ülkesine, aşkına ihanet edebilirdi ama ana-baba, sevgili, ülke ve aşk elden gidince -ihanet edilecek ne kalıyordu geriye?

    Sabina çevresinde bir boşluk hissediyordu. Ya bu boşluk, bütün ihanetlerinin varacağı yerse?

    Doğal olarak bunun farkına varmamıştı şimdiye kadar. Nasıl varabilirdi ki? Peşine düştüğümüz hedefler hep bir parça sislerle örtülüdür. Evliliği özleyen genç kız bilmediği bir şeyi özler. Ün peşinde koşan gencin ün denen şey hakkında en ufak bir bilgisi yoktur. Attığımız her adıma anlamını veren şey o adım hakkında hiçbir şey bilmememiz gerçeğidir. Sabina ihanet etmeye duyduğu isteğin ardında yatan hedefin farkında değildi. Varolmanın dayanılmaz hafifliği -hedef bu muydu? Cenevre’den ayrılması onu bu hedefe iyice yaklaştırmıştı.

    Paris’e yerleştikten üç yıl sonra Prag’dan bir mektup aldı. Mektup Tomas’ın oğlundandı. Nasıl olmuşsa olmuş, Sabina’nın kim olduğunu öğrenmiş, adresini bir yerlerden bulmuş, ‘babasının en yakın dostu’na yazmaya karar vermişti.

    Ona Tomas’la Tereza’nın ölümlerini haber veriyordu. Son iki-üç yıllarını bir köyde geçirmişlerdi, Tomas oradaki devlet çiftliğinde şoförlük yapıyordu. Zaman zaman arabayla komşu kasabaya inip geceyi ucuz bir otelde geçirdikleri oluyordu. Yol inişli çıkışlıydı, bindikleri kamyonet bir yere çarpmış ve dik bir yokuştan aşağı yuvarlanmıştı. Cesetleri tanınmaz haldeydi. Polis kazadan sonra frenlerin son derece aşınmış olduğunu saptamıştı.

    Haberin etkisinden bir türlü kurtulamıyordu Sabina. Geçmişiyle arasındaki son bağ da kopmuştu.

    Eski alışkanlığı uyarınca, bir mezarlık gezintisi yaparak sakinleşmeye karar verdi. En yakını Montparnasse Mezarlığı’ydı. Her bir mezarın başucunda küçük evler, minyatür şapeller duruyordu bu mezarlıkta. Sabina, ölüler başuçlarına saray taklitleri kondurulmasından neden hoşlansınlar ki, diye düşündü. Mezarlık, kendini beğenmişliğin taşa dönüşmüş haliydi. Ölünce akıllanacaklarına, mezarlık sakinleri yaşadıkları zamankinden daha da ahmaklaşmışlardı. Anıtları ne kadar önemli kişiler olduklarını belirtmek için dikilmişti. Burada gömülü olanlar babalar, kardeşler, oğullar ya da nineler değil, yalnızca kamusal önemi olan kişiler; unvanları, dereceleri, nişanları olan kişilerdi; şuradaki postacı bile seçtiği meslekle, toplumsal yeriyle -saygınlığıyla- gösteriş yapıyor, övünüyordu.

    Bir mezar sırası boyunca yürürken, bir gömme töreni için toplanan kişileri fark etti. Cenaze yöneticisinin eli kolu çiçek doluydu, cenazeye katılan herkese bu çiçeklerden veriyordu. Sabina’ya da bir tane uzattı. Sabina cenazecilere katıldı. Bir sürü anıtın yanından dolaşıp geçerek henüz üzerine mezartaşı konmamış mezarın yanına vardılar. Sabina çukurun üzerine eğildi. Çukur son derece derindi. Çiçeği içine attı. Zarif taklalar atarak süzüldü indi, tabutun üzerine kondu çiçek. Bohemya’da mezarlar bu kadar derin değildi. Paris’te yapılar nasıl daha yüksekse, mezarlar da daha derindi. Gözü mezarın yanıbaşmda duran taşa ilişti. Tüyleri ürperdi ve aceleyle eve döndü.

    Bütün gün o taşı düşündü. Onu neden bu kadar ürkütmüştü o taş?

    Cevabını kendisi verdi: Mezarların üstü taşla örtüldüğünde, ölüler bir daha dışarı çıkamazlar artık.

    Ama ölüler zaten dışan çıkamazlar ki! Ha toprakla örtülmüşler, ha taşla, ne fark eder?

    Fark şu; mezarın üzeri taşla örtülmüşse bu, ölmüş kişinin bir daha dönüp gelmesini istemiyoruz anlamına gelir. O ağır mezartaşı ölüye: “Olduğun yerde kal!” der.

    Bunun üzerine babasının mezarını düşündü Sabina. Mezarın üzeri toprakla örtülüydü, topraktan çiçekler, hafifçe mezarın üzerine doğru eğilen bir akağaç çıkıyordu. Köklerle çiçekler babasının ölüsüne mezardan kaçış yolu sağlıyorlardı. Babasının üzeri taşla örtülmüş olsa, öldükten sonra onunla hiç konuşamayacak, ağaçlarda kendisini bağışlayan sesini hiç duyamayacaktı Sabina.

    Tomas’la Tereza’nın gömüldükleri mezarlık nasıl bir yerdi acaba?

    Gene onları düşünmeye koyuldu. Zaman zaman arabayla komşu kasabaya gidip, geceyi ucuz bir otelde geçiriyorlardı. Mektubun burası dikkatini çekmişti. Mutluydular demek ki. Tomas’ı yaptığı tablolardan biri olarak gözünün önüne getirdi bir kere daha; önde Don Juan, naif bir ressamın elinden çıkma geniş bir sahne dekoru ve dekordaki bir çatlağın ardından görünen şey, Tristan. Tristan olarak ölmüştü, Don Juan olarak değil. Sabina’nın ana-babası aynı hafta ölmüşlerdi. Tomas ile Tereza aynı saniye. Birden müthiş özledi Franz’ı Sabina.

    Ona mezarlık gezintilerinden sözettiğinde, Franz tiksintiyle ürpermiş, mezarlıkların kemik ve taş yığınları olduklarını söylemişti. Aralarında hemen o an bir anlaşamama uçurumu açılmıştı. Montparnasse Mezarlığı’nı gezdiği güne kadar Franz’ın demek istediğini anlayamadı Sabina. Ona karşı bu kadar sabırsız davrandığı için pişmandı. Belki de daha uzun süre birlikte olsalar, kullandıkları sözcükleri anlamaya başlarlardı Sabina’yla Franz. Sözcük dağarları yavaş yavaş, ürkek ürkek, utangaç aşıklar gibi birbirine yaklaşır, birinin müziği ötekinin müziğiyle kaynaşmaya başlardı: Ama artık çok geçti.

    Evet, çok geçti ve Sabina Paris’ten ayrılacağını, yeniden oradan oraya gezeceğini biliyordu; çünkü burada ölecek olsa üstüne bir taş örteceklerdi ve hiçbir yeri kendine yuva bellemeyen bir kadın için bütün alıp başını gitmelerin sonuna geldiğini düşünmek dayanılmazdı.

    ***

    Franz’ın bütün dostları Marie-Claude’u tanıyorlardı; kocaman gözlüklü kızı da tanıyorlardı. Ama hiçbiri Sabina’yı bilmiyordu. Franz, karısının, dostlarına Sabina’dan sözettiğini sanmakla yanılmıştı. Sabina güzel bir kadındı, Marie-Claude herkesin onları birbirleriyle karşılaştırıp durmalarını istemiyordu.

    Franz ilişkisinin anlaşılmasından korktuğu için, Sabina’dan ne bir resim, ne bir desen, ne de onun bir fotoğrafını istemişti. Sonuçta, Sabina yaşamından tek bir iz bile bırakmadan çıkıp gitmişti. Yaşamının en harikulade yılını onunla birlikte geçirdiğini gösterecek elle tutulur en ufak bir kanıt parçası bile yoktu.

    Ona sadık kalma isteğini daha da güçlendiriyordu bu yalnızca.

    Bazen apartman dairesinde birlikte otururlarken, kız gözlerini okuduğu kitaptan kaldırır, ona soran bir bakış fırlatır: “Ne düşünüyorsun?” diye sorardı.

    Koltuğunda oturmuş, gözlerini tavana dikmiş bakarken akla uygun bir cevap bulurdu Franz, ama aslında Sabina’yı düşünüyordu.

    Bilimsel bir dergide ne zaman makalesi çıkacak olsa, bunu ilk okuyup onunla tartışan kız olurdu. Ama Franz’ın tek düşündüğü Sabina’nın makale konusunda neler söyleyeceği idi. Her yaptığını Sabina için, Sabina’nın yapılmasını isteyeceği biçimde yapıyordu.

    Son derece masum bir aldatma biçimiydi bu ve gözlüklü öğrenci sevgilisine en ufak bir kötülük etmeyecek olan Franz’ın da çok işine geliyordu. Sabina kültünü aşktan çok din olarak besliyor, pekiştiriyordu.

    Hatta, o dinin teolojisine bakacak olursanız, kızı ona yollayan da Sabina’ydı. Dünyevi aşkıyla dünyevi olmayan aşkı arasında eksiksiz bir uyum vardı demek ki. Üstelik, eğer dünyevi olmayan aşkı (teolojik nedenlerle) yüksek dozda anlaşılmazlık ve kavranamazlık içerecekse (sadece yanlış anlaşılan sözcükler sözlüğünü ve uzanıp giden ters anlamalar dizinini hatırlamamız yeter), dünyevi aşkı gerçek bir karşılıklı birbirini anlama üzerine kuruluydu.

    Öğrenci sevgili Sabina’dan çok daha gençti ve yaşamının müzikal örgüsü ancak kaba çizgileriyle belli olmuştu henüz; Franz’ın kendisine sağladığı her ezgi parçasına dört elle sarılıyordu. Franz’ın Büyük Marş’ı onun da imanıydı artık. Şimdi müzik onun için yeni bir Dionizyak esrimeydi. Sık sık birlikte dans etmeye gidiyorlardı. ‘Gerçek yaşıyorlardı’ ve yaptıkları hiçbir şey gizli değildi. Dostları, meslektaşları, öğrencileri ve tanımadıkları kişilerle birlikte olmaya özen gösteriyorlar, onlarla oturmayı, içmeyi, sohbet etmeyi seviyorlardı. Sık sık Alp Dağlarına geziye çıkıyorlardı. Franz eğilir, kız sırtına atlayıp çıkar, Franz çocukluğunda annesinin öğrettiği uzun Almanca şiiri bağıra bağıra söylerken kırlarda koşarlardı. Kız neşeyle kahkahalar atar, Franz’ın boynuna yapışırken bir yandan da onun bacaklarına, omuzlarına, ciğerlerinin gücüne hayran olurdu.

    Tek anlam veremediği şey onun Rus imparatorluğunun işgali altındaki ülkelere beslediği garip sempatiydi. İşgalin yıldönümünde, Cenevre’deki bir Çek grubunun düzenlediği anma toplantısına katıldılar. Oda hemen hemen boştu. Konuşmacının yapay dalgalı kırlaşmış saçları vardı. Dinlemeye gelmiş birkaç hevesliyi bile sıkan uzun bir konuşma yaptı. Fransızcayı doğru ama oldukça aksanlı konuşuyordu. Zaman zaman bir noktayı vurgulamak için dinleyenleri tehdit edercesine, işaret parmağını havaya kaldırıyordu.

    Gözlüklü kız esnemesini zor tutarken Franz onun yanında mutluluktan kendinden geçmiş gülümsüyordu. Franz kır saçlı işaret parmağıyla hayranlık uyandıran zarif adama baktıkça onu gitgide daha çok bir haberci, kendisiyle tapındığı tanrıça arasında bir aracı gibi görüyordu. Gözlerini, on beş Avrupa ve bir tane de Amerikan otelinde, Sabina’nın üzerindeyken kapadığı gibi kapadı.

    Milan Kundera
    Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

    Yorum Yok

    Cevap Ver

    Lütfen yorumunuzu giriniz!
    Lütfen isminizi buraya giriniz

    Exit mobile version