Ana Sayfa Edebiyat Metin Altıok: “Neden bu kadar çok acı var şiirlerinde?” diye soruyorlar bana…

Metin Altıok: “Neden bu kadar çok acı var şiirlerinde?” diye soruyorlar bana…

Doğulu insanı önceleri herkes gibi ben de duygusuz, ölüye ağlamaz, diriye gülmez biri olarak bilirdim. Ama güç de olsa anladım ki, Doğu’da duygu insanı beter eder, delirtir. Bunun için gem vurmak ve dizginlemek gerekir onu. Anladım ki, ancak böyle yaşanabilir ve ayakta kalınabilir. Acıya, kıtlığa, kırana karşı bir savunma gereğidir bu. Yaşama dönük bir davranış biçimidir yani.

Acı ve Eylem

Bir yanım göçük altında kalmış, çürüyor. Bir yanım son umuduyla 900’lü telefonlara sarılıyor. Bir yanım dağ başlarında kurşunlanmış yatıyor. Bir yanım çaresiz kendini satıyor. Bir yanım canına kıymanın uygun yollarım arıyor. Bir yanım avuç açmış dileniyor sokaklarda. Bir yanım seccadenin üstünde beş vakit namaz kılıp Tanrı’ya yakarıyor. Bir yanım şifa bekliyor hastane kapılarında. Bir yanım iş arıyor durmadan. Bir yanım hapiste gün sayıyor. Bir yanım karasevda ile için için yanıyor. Bir yanım ölesiye dayak yiyor gözaltında. Bir yanım kayıp ilanlarıyla aranıyor insanlık namına. Bir yanım can veriyor faili meçhul cinayetlerle. Bir yanım başkaldırırken, yaltaklanıyor bir yanım ve kanatıyor kendini geriye kalanım.

“Neden bu kadar çok acı var şiirlerinde?” diye soruyorlar bana. Bu sorudan da anlaşılacağı gibi fazla ve gereksiz buluyorlar şiirlerimdeki acıyı. Bense acımın yurdumuzda var olan so-mutlaşmış acıyla tam olarak örtüşmediğine inanıyorum. Çünkü bırakın insan olmayı, şair olarak bile yetişemiyorum bütün acılara. Eğer yetişseydim belki de yaşayamazdım. Dostoyevski “Acı, insanı olgunlaştırır” diyor. Üstat dalından düşmeyi de düşündü mü acaba bunu söylerken! Yani ne kadar acı, ne kadar olgunluk? Galiba bir dozaj söz konusu burada. İşte bunun için bendeki, herkesin fazla bulduğu acı aslında küçültülmüş bir acıdır. İyi ki böyledir. Kaldırabileceğim kadardır yani. Zaman zaman bunun böyle olmasında bir savunma işlerliğinin rol oynadığını sezmişimdir kendimde. Eh, her şeye karşın yaşamak bir ödev olduğuna göre doğal karşılanmalıdır bu da.

Aslına bakarsanız ömrümün on yılını geçirdiğim Bingöl ilinde kazandım ben bu savunma bilincini. Doğulu insanı önceleri herkes gibi ben de duygusuz, ölüye ağlamaz, diriye gülmez biri olarak bilirdim. Ama güç de olsa anladım ki, Doğu’da duygu insanı beter eder, delirtir. Bunun için gem vurmak ve dizginlemek gerekir onu. Anladım ki, ancak böyle yaşanabilir ve ayakta kalınabilir. Acıya, kıtlığa, kırana karşı bir savunma gereğidir bu. Yaşama dönük bir davranış biçimidir yani. Çünkü bütün canlılar gibi insan da yaşama koşullandırılmıştır. Çevresel ve toplumsal zorluklar bunu daha da pekiştirir. Bunun için ölümden korkmaz Doğulu insan. Onun korkusu daha çok yaşama karşıdır. Önlemini de ölüme değil, yaşama karşı alır.
Şimdi yukarıdaki soruya dönecek olursak, bu soruyu soranlar, benim gem vurup dizginlediğim küçültülmüş acıyı çok gördüklerine göre, kendileri acı duymuyorlar ve acı duymanın anlamını bilmiyorlar demektir. Oysa acı, duyarlı insan için çağdaş bir gereklilik olarak çıkmaktadır karşımıza. Sorumlu ve duyarlı insan, içinde yaşadığı olumsuzlukları bir basma ortadan kaldırmak elinden gelmediğine göre, olup biten karşısında hiç olmazsa acı duymak zorundadır. Bu onun payına düşen bir kefaret ödemedir. Yeterli değildir ama gereklidir. Hem bunca olumsuzluk içinde iyimser ve umutlu olmak da aslında temelsiz ve metafizik bir konumdur. Dahası bir çeşit kirliliktir. Ne yazık ki acının namus olduğu günlere gelinmiştir.
Acı gereklidir ama yeterli değildir demiştim. Yeterli değildir, çünkü sadece duygusal zeminde kalan açılımsız acı giderek bir marazi duyguya dönüşür. Aslolan, bu acıyı bir sıçrama tahtasına; bir eylem zembereğine dönüştürebilmektir. Yani kişi kendisine acı veren olumsuzluklara başkaldırabilmelidir.

İçinde duyduğu acı ancak böyle anlamlanır ve bir değer kazanır. İşte bu noktada örgütlü ve bilinçli bir mücadele sorunu çıkmaktadır ortaya. Bu soruna çözüm getirmek, her insan için bir sorumluluk olduğu kadar, insanı insanla ve kendisiyle barıştıran bir gerekliliktir. Çünkü insan; tarihten gelen yapıcı, değiştirici ve dönüştürücü konumunda ancak böyle kalabilir. Geleceğe umutla bakabilmek de sanırım bu konuma ve bu konumdaki insanların çoğalmasına bağlıdır.
Gün, bir ipin ucundan tutma günüdür. Bu çağrı benim…

21 Haziran 1993
Kaynak: Şiirin İlk Atlası (Kırmızı Kedi Yayınevi)

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version