Ana Sayfa Edebiyat Maksim Gorki’den bir öykü: “İnsanların kendileri de gülünç ve zavallıydılar”

Maksim Gorki’den bir öykü: “İnsanların kendileri de gülünç ve zavallıydılar”

Limandan yükselen toz bulutu güneyin mavi göğünü karartmıştı. Güneşin kızgın ışınları yeşilimtrak denize ince, boz renkli bir tül perde arkasından geliyor gibiydiler. Deniz de bulanık bir renk almıştı. Kürek vuruşları, vapur çarkları, sağa sola hareket eden Türk filikalarıyla diğer mavnaların keskin omurgaları, su yüzeyinde derin yarıklar açıyordu. Granit yığınlarını andıran dalgalar, üzerlerinde taşıdıkları ağırlığın altında ezilmişçesine inliyor, köpüre köpüre kabararak kıyıyı ve mavnaların bordasını dövüyorlardı. Denizin üstünde binbir türlü pislik yüzüyordu.
Zincir şakırtıları, birbirine çarpan yük vagonlarının çıkardığı gümbürtü, kaldırımın üzerine atılan demir tabakalarının madeni haykırışı, yük arabalarının zangırtısı; kimi zaman tiz bir çığlığı, kimi zaman böğürtüyü andıran vapur düdükleri; hamalların, tayfaların, gümrükçülerin bağırışları; bütün bu sesler tek bir ezgi, bir iş günü ezgisi olarak birleşiyor, kabarıp yükseliyor, limanla gökyüzü arasında bir yerde asılıp kalıyordu.
Kazanç Tanrısı Mercurius’un şerefineydi bütün bu uğultu.
Fakat gemilerden; granit ve demir yığınlarından yükselen sağırlaştırıcı gürültünün arasında insan sesleri güçlükle işitiliyor, cılız ve gülünç kalıyordu. İnsanların kendileri de gülünç ve zavallıydılar. Limandaki gürültünün asıl yaratıcıları onlardı. Ama çevrelerindeki demir yığınlarıyla, üst üste istif edilmiş yük sandıklarıyla, gümbür gümbür öten vagonlarla, yani kendi yarattıkları şeylerle karşılaştırıldıklarında; sırtlarındaki yükün ağırlığı altında iki büklüm, kan ter içinde sağa sola koşup duran bu varlıklar pek gülünç kalıyorlardı. Kendi ürünlerinin tutsağı olmuşlar, kişiliklerini yitirmişlerdi. Yüzleri gözleri kapkara, toz toprak içinde adamlar, iskeleye yanaşmış kocaman iki geminin ambarına yük taşıyorlardı. Motorları har har çalışan, düdükleri öten, pervaneleriyle suyu köpürten gemiler, hamalların haline gülüyor gibiydiler. Midelerine bir lokma ekmek sokabilmek için mavnaların demirden karınlarını binlerce kilo tahılla dolduran hamal dizileri, insanın içinde hem gülme, hem ağlama duygusu uyandırıyordu. Sıcaktan, gürültüden ve yorgunluktan bunalmış, sırtlarındaki paçavraları sürükleyerek sağa sola koşuşan insancıklarla, kocaman gövdeleri güneş altında parıl parıl parlayan makineler arasındaki fark korkunçtu. Oysa bu makineleri insanlar yaratmıştı. Üstelik onları harekete geçiren şey de motordan önce yine insan gücüydü. Gürültü, insanın kulaklarını sağır ediyor; toz, burun deliklerini, gözleri dolduruyor; sıcak, yakıp kavuruyordu. Her yanı öyle bir gerginlik kaplamıştı ki, sanki ansızın bir patlama olacak, hava temizlenecek, rahat soluk alınabilecek, gürültü dinecek, insanı umutsuz bir öfkeyle dolduran bu sinir bozucu kargaşalık yok olup her yerde sessizlik, rahatlık, güzellik egemen olacaktı.
Saat onikiyi vurdu. Son vuruşun titreşimleri de havada kaybolunca, gürültü biraz hafifledi; az sonra da boğuk bir homurtuya dönüştü. İnsan sesleriyle denizin şıpırtısı işitilmeye başlamıştı artık. Öğle paydosuydu.
I
Çalışmayı bırakan hamallar, gürültücü kümeler halinde sağa sola dağıldılar. Satıcı kadınlardan aldıkları öteberiyi yemek için gölgeli köşelere çekildiler. Grişka Çelkaş göründü bu sırada. Limanda tanımayan yoktu bu eski kurdu. Azılı bir ayyaş, becerikli, gözüpek bir hırsız olduğu herkesçe bilinirdi. Kaba kadifeden pantolonu adamakıllı aşınmıştı. Yalınayak ve şapkasızdı. Sırtındaki yırtık pırtık basma mintan; sivri, fırlak kemikleriyle, tunçlaşmış derisini açıkta bırakıyordu. Yer yer ağarmış saçlarının dağınıklığından, yabanıl bir hayvanınkini andıran sivri suratındaki bozuk ifadeden, az önce uyandığı anlaşılıyordu. Kır düşmüş bıyıklarında bir saman çöpü sallanıyordu. Bir başka saman çöpü de sol yanağının tüyleri arasındaydı. Az önce kopardığı küçük bir ıhlamur dalını kulağının arkasına iliştirmişti. Bu uzun boylu, fırlak kemikli adam, sırtını hafifçe eğmiş, limanın taşları üzerinde ağır ağır yürüyor; sivri, gaga burnunu sağa sola çevirerek külrengi gözlerinin soğuk bakışlarıyla hamalları süzüyordu. Arkasına bağladığı ellerinin uzun, eğri büğrü parmaklarını sinirli sinirli oğuşturuyor; burma bıyıkları bir kedininkiler gibi kıpırdıyordu. Burada, kendisi gibi yüzlerce serseri arasında da; bir şahini andıran yırtıcı görünüşüyle hemen göze çarpıyordu. Av arayan yırtıcı bir kuş gökyüzünde nasıl usul usul süzülürse, tıpkı onun gibi rahat, sakin bir tavırla yürüyor; fakat, içinde ne hainlikler kaynadığı ilk bakışta belli oluyordu.
Kömür sepetlerinin gölgesine oturmuş yemek yiyen bir hamal grubunun yanından geçerken; ablak suratındaki kırmızı lekelerden, boynundaki tırnak izlerinden, az önce dayak yediği anlaşılan tıknaz bir delikanlı kalktı; Çelkaş’ın yanısıra yürümeye başlayarak hafif bir sesle:
– İki sandık kumaş kaybolmuş… Gümrük Koruma Memurları arıyorlar, dedi. Çelkaş delikanlıyı kaygısızca süzerek:
– Eee? diye sordu.
– Esi, mesi yok. Arıyorlar işte. Gerisine aklım ermez.
– Kendilerine bir yardımım dokunur diye, beni mi arıyorlar yoksa?
Çelkaş bunu söylerken eşya ambarına doğru baktı, alaylı alaylı gülümsedi. Delikanlı:
– Ne halin varsa gör! deyip geri döndü.
– Hey, dur hele! Seni kim ıslattı böyle? Fena pataklamışlar ulan… Mişka’yı gördün mü buralarda?
Delikanlı:
– Çoktandır görmedim! diye bağırarak arkadaşlarının yanına gitti.
Çelkaş herkesle laflaşarak biraz daha yürüdü. Fakat her zamanki neşesi, hazırcevaplığı yoktu bugün. Canının sıkkın olduğu anlaşılıyordu. Sorulanlara kısa, kestirme karşılıklar verip geçiyordu.
Koyu yeşil üniforması toz toprak içinde bir Gümrük Koruma Memuru, ansızın bir eşya denginin arkasından çıktı, kasılarak Çelkaş’ın yolunu kesti. Bir eli kılıcının sapındaydı. Öteki eliyle serserinin yakasını tutmaya çalışarak:
– Dur! Nereye gidiyorsun? diye sordu.
Çelkaş bir adım geriledi. Gümrük Memuruna bakıp soğuk soğuk gülümsedi.
Serseriyi korkutmak isteyen memurun hileci, kırmızı suratı büsbütün kızardı; yusyuvarlak
oldu. Kaşlarını çatıyor, gözlerini faltaşı gibi açıyor, büsbütün gülünçleşiyordu.
Sonra kızgın bir sesle:
– Sana bir daha limana girme, yoksa kırarız kemiklerini denilmedi mi, diye bağırdı. Hangi cesaretle geliyorsun?
Çelkaş istifini bozmadan:
– Merbaha Semyonıç! Çoktandır görüşmedik, diyerek elini memura uzattı.
– Keşke bir daha hiç görüşmesek! Çek arabanı! Fakat Semyonıç da elini uzatmıştı.
Çelkaş kerpeten gibi parmaklarının arasına aldığı bu eli bırakmadan, ahbapça sallayarak:
– Ne diyecektim… diye mırıldandı. Mişka’yı gördün mü, Mişka’yı?
– Mişka da kim? Mişka’dan filan haberim yok benim! Çek arabanı hemşerim! Ambarcı görürse fena olur bak…
Çelkaş kendi bildiğini okuyordu:
– Canım, hani şu geçen sefer “Kostroma”da birlikte çalıştığım kızıl saçlı herif.
– Birlikte hırsızlık yaptığımız desene! Senin o Mişkan hastanede yatıyor şimdi. Ayağına demir çubuk düşmüş. İyilikle söylüyorum, çek arabanı, yoksa fena olacak!…
– Hele hele! Bir de Mişka’yı tanımadığını söylüyordun, bal gibi tanıyormuşsun işte! Bugün niye bu kadar öfkelisin Semyonıç?
– Benimle çene yarıştıracağına voltayı alsan daha iyi olur!
Memur öfkelenmeye, sağa sola bakınmaya başladı. Bir yandan da elini Çelkaş’ın çelik gibi pençesinden kurtarmaya çabalıyordu. Çelkaş gür kaşlarının altından sakin sakin bakıyor, adamın elini bırakmadan konuşmasını sürdürüyordu:
– Acele işe şeytan karışır. Biraz daha hoşbeş edelim de, sonra nasıl olsa gideceğim. Ee, ne var ne yok?.. Karın nasıl? Çocuklar ne âlemde? (Dişlerini göstererek sırıttı.) Bir boş zaman olsa da ziyaretinize gelsem diyorum, ama nerde… Kafayı çekmekten zaman mı kalıyor?
– Hadi, hadi, bırak zırvayı! Şakanın sırası mı şimdi, şeytan herif! Bana bak, ben… Hey, yoksa evlerde, sokaklarda mı soygunculuğa başlıyorsun artık?
– Niye? Buradaki mallar sana da, bana da ömrümüzün sonuna kadar yeter… Yeter de artar bile! İşittin mi, iki sandık kumaş yürütmüşler yine! Bana bak, Semyonıç, ayağını denk at! Yakalanayım deme!..
Gümrük Koruma Memuru öfkeden kıpkırmızı kesildi. Titredi, ağzı köpürdü, bir şeyler söylemek istedi. Çelkaş adamın elini bıraktı. İstifini bozmadan, uzun adımlarla gerisin geri liman kapısına doğru yürümeye başladı. Memur da sövüp sayarak onun arkasından gidiyordu.
Çelkaş’ın keyfi yerine gelmişti. Elleri pantolonunun ceplerinde, hafif bir ıslık tutturmuş, sağa sola laf atarak usul usul yürüyordu. Hamallar da onun şakalarına aynı şekilde karşılık veriyorlardı. Yemeklerini yiyip bitirmişler, sırtüstü yatmış dinleniyorlardı şimdi. İçlerinden biri:
– Hey, Grişa! diye bağırdı. Bakıyorum hükümet güvenliği altındasın! Çelkaş:
– Ayaklarım çıplak da, Semyonıç çöp batmasın diye peşimden geliyor, dedi.
Liman kapısına vardılar. İki asker Çelkaş’ın üstünü başını yoklayıp serseriyi yavaşça sokağa ittiler.
Çelkaş sokağı geçti, meyhanenin önündeki sekiye oturdu. Yüklü arabalar liman kapısından gürültülerle, birbiri arkasına çıkıyordu. Onların yerine de, arabacıları sarsıntıdan zangın zangır titreyen boş arabalar giriyordu. Limandan keskin bir toz bulutuyla, korkunç bir gürültü yükseliyordu…
Bu azgın kargaşalığın ortasında Çelkaş tam kıvamında hissediyordu kendini. Az emek, çok ustalık isteyen oldukça yüklü bir kazanç bekliyordu onu. Ustalığına güveni tamdı. Yarın cebi kâğıt paralarla doluyken nasıl şen şakrak dolaşacağını düşünerek gözlerini kırpıştırdı… Arkadaşı Mişka’yı anımsadı birden. Eğer ayağını yaralamamış olsaydı, çok işe yarayacaktı bu gece. İşi tek başına belki de kıvıramayacağını düşünerek kendi kendine sövüp saydı. Hava nasıl olacaktı acaba?.. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı, sonra yeniden sokağı gözetlemeye başladı.
Sırtında kaba ketenden mavi bir mintan, ayağında aynı cins ketenden bir pantolon, çarıklı, yırtık pırtık kasketli genç bir oğlan sırtını başka bir sekiye dayamış, kaldırımın üstünde oturuyordu. Yanında da küçük bir çıkınla, sapsız bir orak duruyordu. Orak kuru otla sarılmış, bir sicimle sıkıca bağlanmıştı. Geniş omuzlu, tıknaz yapılı; yüzü güneşten, rüzgârdan yanmış, sarışın bir delikanlıydı bu. Kocaman mavi gözleriyle saf saf Çelkaş’a bakıyordu.
Çelkaş dişlerini gösterdi, dilini çıkardı, gözlerini faltaşı gibi açıp suratını buruşturarak oğlanın yüzüne baktı.
Önce bir şey anlamayan delikanlı gözlerini kırpıştırdı. Sonra “Deliye bak!” diye bağırarak bir kahkaha attı, orağını taşlara çarpa çarpa, çıkınını toz toprak içinde sürükleyerek Çelkaş’ın sekisine yaklaştı. Serserinin paçasını çekiştirerek:
– Babalık, keyfin yerinde galiba!.. dedi. Çelkaş gülümseyerek:
– Öyle oldu evlat!.. diye karşılık verdi. (Bu çocuk bakışlı koca oğlan hoşuna gitmişti birdenbire.) Ne o, ekin biçmekten mi geliyorsun?
– Öyle!… Dönüm başına yarım kapik… İşler çok kesat! Kum gibi adam kaynıyor! Nereye baksan bir sürü aç var. Fiyatlar düşmüş. Kuban’da hektar başına altmış kapik alırdım. Gel keyfim gel!… Hele eskiden, dönüm başına üç ruble, dört ruble, hatta beş rubleye kadar verdikleri olurmuş!..
– Eskiden ha!.. Eskiden bir Rus delikanlısını görmek için üç ruble verirlerdi be! On yıl önce ben geçimimi öyle sağlardım işte. Kasabanın birine gidip “Hey!” diye bağırırdım, “Gözünüzü açın, bir Rus delikanlısı geldi!” Hemen koşup gelirler, acaba gerçek mi diye elleriyle yoklarlar, sonra da rubleleri sökülürlerdi! Üstelik yemen içmen de onlardan… Bey gibi yaşardın!..
Delikanlı, önce ağzı bir karış açık, Çelkaş’ı dinliyordu. Serserinin palavra sıktığını anlayınca katıla katıla gülmeye başladı. Çelkaş istifini bozmuyor, bıyık altından gülümsemekle yetiniyordu…
– Deli mi ne!.. Ben de oturmuş, saf saf dinliyorum… Yok, yok, eskiden her şey bambaşkaymış…
– İyi ya, biz ne diyoruz? Eskiden işler bambaşkaydı canım… Delikanlı elini sallayarak:
– Şakayı bırak! dedi. Ne iş yaparsın? Kunduracılık mı? Terziye de benziyorsun ya… Çelkaş:
– Ben mi? diye sordu. (Bir süre düşündükten sonra) Balıkçıyım, dedi.
– Balıkçı ha! Vay anasını! Demek balık avlıyorsun?
– Yoo! Buradaki balıkçılar sadece balık avlamakla yetinmezler. Boğulmuş adamlar, eski çapalar, batık tekneler de çıkarırlar denizden. Bunlar için de ayrıca oltaları vardır…
– Amma da atıyorsun ha! Sakın şu kendileri için: Biz ağlarımızı
Susuz kıyılara atarız
Ambarlarda, kilerlerde balık avlarız!..
diyen balıkçılardan olmayasın?
Çelkaş, oğlanın yüzüne alaycı bir gülümsemeyle bakarak:
– Sen öyle balıkçılara raslamadın mı hiç? diye sordu.
– Yoo, nerede raslayayım! İşittim…
– Nasıl? Hoşlanıyor musun onlardan?
– Hoşlanmaz olur muyum? Gözüpek, özgür adamlar…
– Sana ne özgürlükten? Sen özgürlüğü sever misin?
– Sevmez olur muyum? Kendi kendinin efendisi olmak fena mı? Canın istediği yere gider, canın çektiği gibi yaşarsın… İnsanın kendi başına buyruk olmasından daha iyi şey var mı? Gez, eğlen, yeter ki Tanrı’yı aklından çıkarma.
Çelkaş nefretle tükürerek sırtını delikanlıya döndü. Oğlan konuşmasını sürdürüyordu:
– Beni ele alalım… Babam öldü. Elde avuçta bir şeyimiz yok. Anam yaşlandı. Toprak desen, işlemek için para ister! Sen benim yerimde olsan ne yaparsın? Yaşamak gerek. Ama nasıl? Belli değil… Diyelim ki paralı bir eve içgüveyi girdin. Güzel… Fakat şeytan kaynata, kızın payını ayırır mı bakalım?.. Malını bölmek ister mi?.. Eh, işin yoksa arpacı kumrusu gibi düşün dur artık! Yıllarca kapısında kulluk et!.. Ah, elimde yüz elli ruble kadar bir para olsa, yapacağımı bilirdim ben!.. Kaynatanın karşısına dikilir: “Marfa’nın payını ayırıyor musun arkadaş?” derdim. “Ayırmıyorsun, öyle mi? Pekâlâ! Çok şükür, köyde, kız köküne kıran girmedi!” Kendi başıma buyruk olur, keyfimin çektiği gibi yaşardım… Ama nerde! Ah!.. (Delikanlı içini çekti.) Bu durumda içgüveyi girmekten başka çare yok. Kuban’a gidip iki yüz ruble kazanırım diye düşünüyordum, o iş de suya düştü! Irgatlıktan başka iş bulamıyorsun… Bu gidişle hiçbir zaman çift çubuk sahibi olamayacağım!. Eh, bizimki de böyle gelmiş…
Delikanlı içgüveyi girmekten nefret ediyordu. Bu düşünceyle yüzü kararmış, gözleri
buğulanmıştı. Sıkıntılı sıkıntılı kıpırdandı.
Çelkaş:
– Nereye gideceksin şimdi? diye sordu.
– Nereye mi gideceğim? Köyden başka nereye gidilir?
– Ne bileyim, belki Türkiye’ye filan gidersin diye düşündüm de… Delikanlı gözlerini faltaşı gibi açarak:
– Türkiye’ye mi dedin? diye bağırdı. Hıristiyanların ne işi var orada? Amma da laf ettin ha!…
Çelkaş:
– Ne salak oğlansın! diyerek sırtını dönüverdi yine.
Bu gürbüz köylü delikanlısı, geçmiş günleri anımsatan birtakım belli belirsiz duygular uyandırıyordu onda… İçinin bir köşesinde, yavaş yavaş olgunlaşan, bulanık, kederli birtakım duygular kaynaşıyor; gece yapacağı işi bir türlü toparlıyamıyordu kafasında. Hakarete uğrayan delikanlı kendi kendine bir şeyler mırıldanıyor, kaçamak bakışlar fırlatıyordu serseriye. Yanaklarını şişirmiş, dudaklarını küskün bir çocuk gibi sarkıtmıştı. İyice kıstığı gözlerini ikide bir kırpıştırıp duruyordu. Konuşmanın böyle birdenbire bitmesini beklemediği belliydi.
Çelkaş onunla ilgilenmiyordu artık. Düşünceli düşünceli ıslık çalıyor; kirli, çıplak topuklarıyla da sekinin üstünde tempo tutuyordu. Köylüoğlu ondan öç almak hevesine kapılarak:
– Hey, balıkçı! diye bağırdı. Kafayı biraz fazla çekiyorsun galiba? Fakat balıkçı da aynı anda ona dönerek:
– Bana bak, yavru! dedi. Bu gece benimle işe çıkmak ister misin? Ha? Hemen söyle! Oğlan kuşkuyla sordu:
– Ne işi?
– Seni ilgilendirmez!.. Ben ne emredersem onu yaparsın.. Balığa çıkacağız. Sen kürek çekeceksin…
– Şey… Ne bileyim? Çalışmaksa çalışmak. Fakat… Hani, bir belaya girmeyelim de… Seni… gözüm tutmadı pek…
Çelkaş’ın içinde bir öfke dalgası kabardı. Soğuk, kötücül bir sesle:
– Aklının ermediği konuda ağzını açma. Yoksa bir yumrukta beynini patlatırım… diyerek yerinden fırladı.
Sağ yumruğunu balyoz gibi sıkmıştı. Sol eliyle bıyıklarını çekiştiriyor, gözlerini kıvılcımlar saçıyordu.
Oğlanın ödü koptu. O da ayağa fırlamıştı. Sağa sola bakınıyor, gözlerini ürkek ürkek kırpıştırıyordu. Çıt çıkarmadan birbirlerini süzüyorlardı. Çelkaş sert bir sesle:
– Ee? Öt bakalım! dedi.
Öfkeden tir tir titriyordu. Bu köylüoğlunun kendisiyle böyle konuşabilmesi fena halde ağrına gitmişti. İçinde onun mavi gözlerine, gürbüz bedenine, tunçlaşmış yüzüne, küt parmaklı sağlam ellerine karşı bir nefret uyanmıştı. Demek bir köyü, bir evi vardı bu dananın! Ona kız vermek isteyen adamlar vardı! Üstelik bir de kalkmış, özgürlük sevgisinden söz ediyor, onun, Çelkaş’ın yanında bu sözü ağzına alabiliyordu… Kendimizden aşağı gördüğümüz kimselerin bizimle aynı şeyleri sevdiklerini ya da aynı şeylerden nefret ettiklerini görmek her zaman tatsız bir duygu uyandırır içimizde… Oğlan Çelkaş’a bakıyor, içten içe onun üstünlüğünü kabul ediyordu.
– Ben… demek istedim ki… diye mırıldandı. İş olsa çalışırım tabii. İster senin yanında çalışayım, ister başkasının; bana göre hava hoş. Hani… çalışan adama pek benzemiyorsun da… Üstün başın… Fakat, düşmez kalkmaz bir Allah… Sonra, sarhoş görmemiş adam mıyız yani! Ohoo!.. Sürüyle gördüm senin gibisini! Hem de sen onların yanında solda sıfır kalırsın…
Çelkaş sesini yumuşatarak:
– Anladık, anladık! dedi. Kabul ediyor musun? Sen ondan haber ver.
– Ben mi? Ohoo!.. Ben dünden kabul etmişim!… Kaç para vereceksin bakalım?
– Yapacağımız işe bağlı. Eğer iyi bir voli vurabilirsek… beş ruble filan alırsın. Tamam mı? İşin ucu paraya dokununca, köylü kılı kırk yarmak istiyor, patrondan da aynı titizliği bekliyordu. Oğlanın gözünde yeniden bir kuşku kıvılcımı çakmıştı.
– Bu iş beni açmadı kardeş! Çelkaş anlamazlıktan gelerek:
– Kes sesini! dedi. Meyhaneye gidiyoruz şimdi!
Sokak boyunca yan yana yürümeye başladılar. Çelkaş büyük bir patron tavrıyla bıyıklarını buruyordu. Köylüoğlu boynunu bükmüş, onun yanısıra yürüyordu ya, hem korktuğu, hem de hâlâ kuşkulandığı belliydi.
Çelkaş:
– Adın ne? diye sordu. Delikanlı:
– Gavrila! diye karşılık verdi.
Köhne, basık tavanlı meyhaneye geldiklerinde isli bir hava genizlerini yaktı. Çelkaş tezgaha yanaşarak devamlı müşterilerin alışkın tavrıyla bir şişe votka, lahana çorbası, kızarmış et ve çay ısmarlayıp kısaca: “Hepsi hesabıma yazılsın!” dedi. Garson başını sessizce eğdi, ısmarlananları getirmeye gitti. Kılıksızın biri olduğu halde Çelkaş’a gösterilen bu saygı Gavrila’yı etkilemişti. İçinde patronuna karşı derin bir saygı uyandı. Çelkaş:
– Ben gelene kadar sen burada otur, birazdan yiyip içerken her şeyi konuşacağız, diyerek çıktı. Gavrila çevresini gözetlemeye koyuldu. Bodrumdan bozma bir meyhaneydi burası, nemli ve karanlıktı. İspirtolu votka, tütün dumanı ve zift kokusu, daha keskin birtakım başka kokular insanın genzini yakıyordu. Gavrila’nın karşısındaki masada baştan aşağı kömür tozuna, zifte batmış, kızıl sakallı bir gemici oturuyordu. İyice kafayı tütsülediği belliydi. Sık sık hıçkırıklarla kesilen, tuhaf, uyumsuz bir şarkı söylüyor; sesi bir inceliyor, bir kalınlaşıyordu. Rus değildi besbelli.
Onun arkasındaki masaya iki Moldovalı yerleşmişti. Bu kara saçlı, yanık benizli hırpani kılıklı adamlar da yayvan bir sarhoş türküsü tutturmuşlardı.
Sonra paçavralar içinde, yarı sarhoş, yaygaracı, tedirgin birtakım başka görüntüler belirlemeye başladı karanlıkta…
Gavrila korkmaya, patronunun bir an önce dönmesi için sabırsızlanmaya başlamıştı. Meyhaneyi dolduran sesler tek bir ezgide birleşiyor, kocaman bir hayvanın böğürtüsünü andırıyordu. Dört duvar arasına kapatılmış bir canavar, umutsuz özgürlük çığlıkları atıyordu sanki… Gavrila’nın içi eziliyor, başı dönüyor, ürkek ürkek çevrede dolaştırdığı gözleri kararmaya başlıyordu…
Çelkaş geldi. Yiyip içmeye, çene çalmaya başladılar. Gavrila üçüncü kadehte sarhoş oldu. Bir ara coştu ve patronuna (bu yiğit adama), kendisini böylesine ağırladığı için güzel, övücü sözler söylemek istedi. Fakat gırtlağına doğru coşkun bir sel gibi yükselen sözcükler, dilinin ucuna gelince nedense ağırlaşıyor, birbirine karışıyordu. Çelkaş delikanlıya baktı, alaycı bir gülümsemeyle:
– Kafayı buldun!.. dedi. Seni gidi domuz yavrusu!.. Daha beşinci kadehi bile içmeden!.. Nasıl çalışacaksın şimdi?
Gavrila:
– Dostum!.. diye kekeledi. Korkma! Benim sana saygım var!.. Dur, seni bir öpeyim. Ha?
– Peki, peki!.. Hadi, çek bakalım!..
Gavrila kadehleri üstüste yuvarladı. Öyle ki, çevresindeki her şey dönmeye başladı. Midesi bulanıyor, alık alık gülümseyip duruyordu. Konuşmak istediğinde, birtakım anlaşılmaz mırıltılar dökülüyordu ağzından. Çelkaş bir şey anımsıyormuş gibi gözlerini köylüoğlunun yüzüne dikmiş dalgın dalgın gülümsüyor, bir yandan da bıyıklarını sıvazlıyordu.
Sarhoşlar yaygarayı arttırmıştı. Kızıl sakallı gemici kollarını masaya dayamış uyuyordu. Çelkaş kalkarak:
– Haydi gidiyoruz! dedi.
Gavrila doğrulmak istedi; beceremeyince bir küfür savurdu, bütün sarhoşlar aptal aptal sırıttı.
Çelkaş yeniden onun karşısına otururken:
– Zom olmuşsun! dedi.
Gavrila anlamsız gözlerle patronuna bakıyor, kahkahalarla gülüp duruyordu. Berikiyse düşünceli, keskin bakışlarla tarıyordu delikanlıyı. Şu karşısında oturan varlığın hayatı, onun yırtıcı pençeleri arasındaydı işte. İstese bu hayatı bir iskambil kağıdı gibi yırtıp atar ya da delikanlının köyde sağlam bir düzen kurmasına yardım edebilirdi. Kendini bir başkasının efendisi olarak hissediyor; bu köylüoğlunun alınyazısıyla kendi alınyazısı arasındaki farkı düşünüyordu… Olaylar ne kadar değişik yollara sürükleyebiliyordu insanları… Bu genç hayatı hem kıskanıyor, hem de acıyordu ona… Hattâ günün birinde yeniden kendisininki gibi kirli ellere düşebileceği aklına gelince, canı sıkıldı… Birtakım babaca duygular uyandı içinde. Delikanlıya acıyordu, ama yapacak işleri vardı onunla. Kalkıp Gavrila’nın koluna girdi. Dirseğiyle usul usul dürterek meyhanenin dışına çıkardı. Delikanlıyı orada bir kütük yığınının dibine yatırdı, kendisi de, yanıbaşına oturup çubuğunu ateşledi. Gavrila biraz sağa sola dönüp bir şeyler mırıldandıktan sonra uykuya daldı.
II
Çelkaş kürekleri takmaya çalışan Gavrila’ya hafif bir sesle:
– Ne oldu? Tamam mı? diye sordu.
– Bir dakka! Iskarmoz sallanıyor, kürekle bir kere vursam olmaz mı?
– Yok, yok! Gürültü etme sakın! Elinle sıkıca vur, o kendi kendine yerine oturur.
Büyük bir yelkenlinin kıçına bağlı sandalı çözmeye çalışıyorlardı. Yelkenli, meşe kütüğüyle doluydu. Palmiye ve mersin ağaçlarıyla yüklü Türk filikaları arasındaydılar. Karanlık bir geceydi. Gökyüzünde kocaman bulutlar ağır ağır kımıldanıyordu. Deniz, petrol gibi koyu, karanlık ve kıpırtısızdı. Kıyıya, mavnaların bordasına usul usul çarpan; Çelkaş’ın sandalını yavaşça sallayan küçücük dalgalar hoş bir fısıltı çıkarıyor, havayı tuzlu bir buhar kokusuyla dolduruyorlardı. Enginde, sivri direklerini gökyüzüne uzatmış karanlık gemi görüntüleri yükseliyordu. Tepelerinde parlayan renk renk fenerlerden, denize sarı ışık lekeleri dökülüyordu. Yumuşak, kara bir kadifeyi andıran denizin üzerinde bu ışık titreşimlerini görmek hoş bir şeydi. Deniz, bütün gün çalışmaktan bitkin düşmüş bir işçi gibi, derin bir uykuya dalmıştı. Gavrila kürekleri suya indirerek:
– Hazırım! dedi. Çelkaş:
– Tamam! diyerek dümeni sertçe kırdı; kaygan su yüzeyinde, öteki sandalların arasından, hızla ileriye fırladılar. Kürek vuruşlarının yarattığı bir yakamoz akıntısı, yanıp sönerek geriye doğru uzayıp gitti.
Çelkaş yumuşak bir sesle:
– Başın hâlâ ağrıyor mu? diye sordu.
– Ne diyorsun!.. Arı kovanı gibi uğulduyor. Şöyle suya sokup bir yıkasam…
– Nene gerek! Al şunu da, içini yıka! O saat aklın başına gelir. Çelkaş bunu söyleyerek Gavrila’ya bir şişe uzattı.
Gavrila şişeyi aldı:
– Allah razı olsun! deyip kafasına dikti. Lıkır lıkır içmeye başladı. Çelkaş:
– Hey! Dur bakalım! Yeter! diyerek durdurmasaydı, bütün şişeyi içip bitirecekti.
Sandal yeniden, mavnaların arasından kıvrıla kıvrıla, sessizce ilerlemeye başladı… Ansızın limanın kalabalığından kurtularak açık denize çıktılar… Orada, engin mavilikte, gökle denizin birleştiği yerde; uçları tiftik tiftik, leylak renkli bulutlarla; yoğun, can sıkıcı gölgeleri denize düşen külrengi bulutlar ağır ağır kımıldıyordu. Birleşiyor, ayrılıyor, biçimleriyle renkleri birbirine karışıyor, sonra yeniden insana ürküntü veren yücelikleriyle beliriyorlardı… Uğursuz bir şey vardı bu duygusuz yığınların kımıltısında. Sanki tükenmez bir kaynaktan çıkarak durmadan birikiyorlar; insanların içini umutla, esenlikle dolduran yıldızların bir daha doğmaması için gökyüzünü örtmeye çalışıyorlardı. Çelkaş:
– Nasıl? diye sordu; deniz çok güzel, değil mi? Gavrila:
– Neresi güzel! diye karşılık verdi. İnsan korkuyor…
Kürekleri kuvvetle, düzenle çekiyor; su usul usul hışırdıyor, yakamoz akıntısı uzayıp gidiyordu.
Çelkaş gülümseyerek:
– Korkuyormuş! diye homurdandı. Aptal!…
Hırsız Çelkaş denizi severdi. Bu uçsuz bucaksız, özgür ve güçlü karanlığa bakmaya doyamıyor, içi içine sığmıyordu. Gavrila’nın cevabı canını sıkmıştı. Gözlerini ötelere dikmiş, sessizce dümen tutuyor; denizin kadife gibi yumuşak bağrını yara yara, gittikçe daha ötelere, daha ötelere ulaşmak istiyordu…
Deniz her zaman büyük, güzel duygular uyandırırdı onda. İçini günün pisliklerinden az çok arındırırdı. Burada, gökyüzüyle dalgalar arasında, insanın yüreği hafifler, gönlü sevinçle dolardı. Kederli düşünceler uzaklaşır, yaşamak bile bir bakıma anlamsızlaşırdı… Bazı geceler yumuşak, uykulu bir fısıltı gelir denizden. Kötü düşünceleri silip süpürür; büyük, güzel hayallerle doldurur içimizi… Gavrila sandalı kuşkuyla gözden geçirerek, birdenbire:
– Ağ nerede? diye sordu. Göremiyorum. Çelkaş irkildi.
– Ağ mı? Burada, kıç altında.
Fakat bu bacak kadar oğlana yalan söylemek zorunda kalışı canını sıkmıştı. Bir yandan da düşüncelerinden koparılışına sinirlenmişti. Ansızın bir öfke dalgası kabardı içinde. Böyle zamanlarda göğsünden boğazına kadar yakıcı bir sıcaklığın yükseldiğini hissederdi hep. Yine öyle olmuştu. Vahşi bir sesle:
– Bana bak, dedi. Adam gibi otur oturduğun yerde!.. Üstüne görev olmayan şeye karışma. Seni kürek çekmek için tuttularsa, küreğini çek. Bir daha ağzını açarsan, beynini patlatırım! Tamam mı?
Sandal bir an için sarsılıp durdu. Kürekler suyu köpürterek öylece kaldılar. Gavrila oturduğu yerde sıkıntıyla kıpırdandı.
– Asıl küreklere!
Hava keskin bir küfürle sarsıldı. Gavrila kürekleri kaldırdı, sandal sanki bir şeyden ürküyormuş gibi, suyu gürültüyle hışırdatarak sarsıla sarsıla ilerlemeye başladı.
– Doğru çek!
Çelkaş dümeni bırakmadan kıç üstünde hafifçe dikilmiş, buz gibi gözlerini Gavrila’nın solgun yüzüne dikmişti. Kamburlaşmış sırtıyla, sıçramaya hazırlanan bir kediye benziyordu tıpkı. Dişlerinin kötü kötü gıcırdadığı, eklem yerlerinin çatırdadığı işitiliyordu.
Ansızın sert bir ses çınladı:
– Kim var orada? Çelkaş:
– Doğru çeksene!.. Şeytan!.. Bir, ki!.. Yavaş!.. Geberteceğim şimdi, köpek! Asıl küreklere!.. Karşı çıkmayı bilirsin!.. Hergele!.. diye kızgın kızgın homurdanıyordu. Gavrila elden ayaktan kesilmişti:
– Tanrım… Meryem Ana… diye mırıldanıp duruyordu…
Çelkaş limana doğru dümen kırdı. Fenerler yine renk renk ışıklarını saçıyor, direkler göğü delecekmiş gibi yükseliyordu. Ses yeniden çınladı:
– Hey! Kim var orada? Kim o bağıran?
Bu kez daha uzaktan geliyordu. Çelkaş’ın içi rahatladı. Sesin geldiği yöne dönerek:
– Sen kendin bağırıyorsun ya! dedi. (Sonra gözlerini hâlâ bir dua mırıldanmakta olan Gavrila’ya çevirerek) Şansın varmış evlat, diye ekledi. Eğer bu şeytanlar peşimize düşmüş olsalardı, işin bitikti. Anlıyor musun? Kaldırır denize atardım seni!.. Balıklara yem olurdun…
Çelkaş’ın öfkesi geçmişti. Yumuşak bir sesle konuşuyordu. Fakat Gavrila hâlâ korkudan tir tir titreyerek yalvarmaya başladı:
– Ne olur, bırak beni gideyim! İsa aşkına, bırak beni! (Bir yandan da ağlıyordu.) Ben artık mahvoldum!.. Sende Allah korkusu yok mu? Benden ne istiyorsun? Ben senin işine yaramam!.. Bu işlerden ne anlarım?.. Vay başıma gelenler… Allahım! Günahlarımı bağışla! Kardeş, ne istiyorsun benden? Günah değil mi… ? Niçin Allah yolundan uzaklaşıyorsun.. ? Bu gibi işler…
Çelkaş sert bir sesle:
– Hangi işler? diye sordu. Ha? Söyle bakayım, hangi işlerden söz ediyorsun?
Köylü delikanlısının korkusu, serserinin hoşuna gitmişti. Bir yandan da kendi kabadayılığını düşünerek keyifleniyordu. Gavrile titrek bir sesle:
– Karanlık işler, kardeş… diye mırıldandı. Allah aşkına bırak beni! Ben senin ne işine yararım.. ? Ha.. ? Ne olur…
– Hey, kes sesini! İşime yaramasan seni yanıma almazdım. Anladın mı? Bir daha ağzını açayım deme!
Gavrila:
– Allahım! diye inledi. Çelkaş:
– Yeter! diye tersledi. Şimdi tepeleyeceğim ha!..
Fakat Gavrila kendini tutamıyor, hıçkıra hıçkıra, burnunu çeke çeke ağlıyordu. Bir yandan da bütün gücüyle asılıyordu küreklere. Sandal hızla ilerliyordu. Yeniden mavna yığınları arasına girip kıvrıla kıvrıla ilerlemeye başladılar.
– Hey, bana bak! Kulağını aç, iyi dinle! Eğer ağzından bir şey kaçıracak olursan toz ederim seni! Anladın mı?
Gavrila:
– Allahım! Ben mahvoldum!.. diye inledi.
Çelkaş buz gibi gözlerini onun yüzüne dikerek ürkütücü bir tonla:
– Kes şu zırıltıyı dedim ulan! diye fısıldadı.
Gavrila’nın eli ayağı buz kesildi. Düşünme yeteneğini büsbütün yitirdi. Bir daha ne ağzını açtı, ne de Çelkaş’ın yüzüne bakmaya cesaret etti. Sadece, kurulmuş bir makina gibi kürek çekmekle yetindi.
Dalgalar ürkütücü bir sesle uğulduyordu. Limana girdiler… İnsan sesleri, dalgaların uğultusuna karışıyor; bir şarkı ve ince ıslık sesleri işitiliyordu. Limanla deniz arasındaki duvara yanaştılar. Çelkaş:
– Dur! diye fısıldadı. Kürekleri bırak! Ellerinle duvara dayan! Daha yavaş, hayvan!.. Gavrila kaygan taşlara abanarak sandalı yana doğru, duvar boyunca ilerletti. Taşlar bir yosun tabakasıyla kaplı olduğu için sandalın bordası sürünürken gürültü çıkarmıyordu.
– Dur!.. Kürekleri bana ver!.. Yol kâğıdın nerede? Çıkınında mı? Çıkınını da ver bakayım! Çabuk ol! Dostum, tüymeyesin diye yapıyorum bunu… Şimdi yerinden kımıldayamazsın işte… Kürekler olmadan da belki bir yolunu bulup kaçabilirdin ama, sıkıysa git şimdi… Ben gelene kadar buradasın… Tamam mı? Çıt çıkardığını duyarsam denizin dibini boylayacağını unutma!..
Çelkaş bunları söyledikten sonra elleriyle bir yerlere tutundu; ansızın, kedi gibi duvarın arkasında kayboldu.
Gavrila titredi… Bu pos bıyıklı, çökük avurtlu adam yanından ayrılır ayrılmaz üstünden sanki bir yük kalkmış, yüreği hafiflemişti… Şimdi kaçmalıydı işte!.. Rahat rahat nefes alarak çevresine bakındı. Solda kapkara, direksiz bir gemi iskeleti yükseliyordu. Kocaman bir tabutu andıran bu teknenin içinde insan olmadığı belliydi… Dalgalar, bordasına vurdukça boğuk bir uğultu çıkıyordu. Sağda, soğuk, ıslak bir yılana benzeyen dalgakıran uzayıp gidiyordu. Arkada yine birtakım gemi iskeletleri vardı. Deniz durgundu. Gökyüzünde kara kara bulutlar dolaşıyor; ağır ağır kımıldanarak insanı ağırlıklarıyla ezmek istiyorlardı sanki. Soğuk, karanlık, uğursuz bir şey vardı her yanda… Gavrila korkmaya başladı. Çelkaş’ın yanında duyduğu korkudan daha da beterdi bu. Bir el göğsünü eziyordu sanki. Oturduğu yerde büzüldükçe büzüldü… Denizin mırıltısından başka ses yoktu çevrede. Bulutlar yine ağır ağır gökyüzünde dolaşıyorlardı. Fakat daha yükseklere çıkmışlardı şimdi. Gökyüzü de tıpkı denize benzemişti. Ama daha dalgalı, daha hırçın bir denize. Bulutlar, yeryüzüne saldıran beyaz köpüklü dalgaları andırıyordu.
Gavrila bu korkunç sessizliğin, bu yüce güzelliğin ortasında ezildikçe eziliyor, Tanrı’dan patronunun bir an önce dönmesini diliyordu… Ya Çelkaş geri dönmezse..? Zaman gökyüzündeki bulutlardan daha ağır ilerliyordu… Sessizlik, gittikçe daha çok ürkütücü oluyordu… Ansızın dalyanın ordan bir şıpırdı, insan seslerine benzeyen birtakım gürültüler geldi. Gavrila korkudan az kalsın ölüyordu… Az sonra Çelkaş’ın boğuk bir sesle:
– Hey! Uyuyor musun? Tutsana şunu!.. Daha yavaş!.. diye homurdandığı işitildi.
Dört köşe, ağır bir sandık uzatmıştı duvardan. Sonra onun gibi bir tane daha uzattı. Gavrila sandıkları sandala yerleştirdi. Çelkaş Gavrila’nın çıkınıyla kürekleri de bir çırpıda uzattıktan sonra yine kedi gibi duvardan süzüldü; sandalın kıçındaki yerini aldı. Göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu. Gavrila ürkek ürkek gülümsedi; neşeli bir sesle:
– Yoruldun mu? diye sordu.
– Azıcık yoruldum, küçük dana! Haydi bakalım, yapış şimdi küreklere! Olanca gücünle çek! Kardeşlik, şansın yaver gitti! İşin yarısını başardık sayılır. Şimdi şeytanların gözüne görünmeden tüymek kaldı. Kıyıya varınca paralarını alıp doğru Maşka’nın yanına gidersin. Hey delikanlıcık! Senin Maşkan vardı, değil mi?
– Yo-ok!
Gavrila kürekleri çelik gibi pençeleriyle kavramış, olanca gücüyle çekiyordu. Göğsü körük gibi inip kalkıyordu. Deniz sandalın altında hışırdıyor, şimdi daha geniş bir yakamoz akıntısı bırakıyordu geride. Gavrila kan ter içinde kalmıştı. Ama yine de olanca gücüyle küreklere asılıyordu. İki kez korkudan ölecek gibi olmuştu bu gece. Aynı şeyi bir kez daha yaşamak istemiyordu. İstediği tek şey, bu uğursuz işten bir an önce kurtulmak, kıyıya varır varmaz da kaçıp gitmekti. Yoksa bu adam onu ya öldürecek, ya da hapishaneyi boylatacaktı. Ağzını açmamaya, Çelkaş’ın bütün buyruklarını yerine getirmeye karar vermişti. Aziz Nikola’ya adaklar adıyor, bildiği bütün duaları bir bir geçiriyordu içinden… Arada bir Çelkaş’a yan gözle bakarak buhar kazanı gibi oflayıp pufluyordu…
Çelkaş uçmaya hazırlanan bir şahin gibi dümenin başına çömelmiş, bir eliyle sandalı yönetiyor, öteki eliyle bıyıklarını sıvazlıyordu. Yine bir şahininkini andıran keskin gözlerini karanlığa dikmişti. Dudaklarında hafif bir gülümseyiş dolaşıyordu. İyi bir voli vurmuştu. Hayatından memnundu. Yırtınırcasına kürek çeken köylü oğluna karşı da içinde bir sıcaklık duyuyordu. Kendisinden nasıl korktuğunun farkındaydı onun. Bir şeyler söyleyerek gönlünü almak istedi. Gülümseyerek:
– Eey! dedi, söyle bakalım, çok mu korktun? Ha? Gavrila soluğunu verirken:
– Yo-ok!.. deyip yutkundu.
– O kadar hızlı çekme artık. Geçeceğimiz bir yer daha kaldı… Şimdi biraz dinlen… Gavrila durdu. Mintanının yeniyle yüzündeki terleri sildi. Sonra kürekleri yeniden suya daldırdı.
– Hişt, usul usul çek. Su hışırdamasın. Ses duyulabilir. Kardeş, buranın insanları çok serttir. Tüfekle oynamayı da çok severler… Alnında bir delik açarlar, neye uğradığını anlayamazsın…
Sandal denizin üzerinde çıt çıkarmadan kayıp gidiyordu şimdi. Küreklerin ucunda su damlaları birikiyor; düştükleri yerlerde beliren küçük lekecikler az sonra siliniyordu. Gece daha karanlık, daha sessiz olmuştu. Gökyüzü hırçın bir denizi andırmıyordu artık. Kapkara, kalın bir bulut tabakasıyla kaplanmıştı. Deniz de daha karanlık, daha kıpırtısızdı. Uzaklar iyice belirsizleşmişti. Hava sıcak, tuzlu bir bahar kokusuyla doluydu. Çelkaş:
– Ah, bir yağmur yağsa! diye fısıldadı. Tereyağdan kıl çeker gibi tehlikeyi atlatırdık. Sandal, kocaman, karanlık gövdeleri gökyüzüne uzanan mavna yığınları arasından geçiyordu şimdi. Mavnalardan birinde fenerli bir adamın kımıldadığı görüldü. Bordalara çarpan denizin, uğultulu, boğuk bir ses çıkardığı işitiliyordu.
Çelkaş, ancak duyulabilen bir sesle:
– Devriyeler!.. diye fısıldadı.
Kürekleri daha yavaş çekmesi söylendiğinden beri Gavrila korku içindeydi zaten. Gözlerini karanlığa dikmiş, kulak kesilmişti. Bedeninin bütün damarları, bütün sinirleri gerilmişti sanki. Başı çatlayacakmış gibi zonkluyor, sırtı ürperiyordu. Ayaklarına sivri uçlu, küçücük iğneler batıyordu durmadan. Gözleri karanlığa bakmaktan iyice yorulmuştu.
Kalbi küt küt atıyor, her an “Hırsızlar!.. Durun!..” diye bağrılmasını bekliyordu… Çelkaş, “Devriyeler!” diye fısıldadığında zavallı delikanlı büsbütün fenalaştı. Beyninden vurulmuşa döndü. Bağırmak, onları yardıma çağırmak istiyordu… Oturduğu yerden birazcık doğruldu, derin bir soluk aldı, bağırmak için ağzını açtı; fakat birdenbire müthiş bir korkuya kapılarak, suratına bir kamçı yemişçesine sandalın içine yuvarlanıverdi! …Işıl ışıl yanan kocaman bir kılıç gecenin karanlığını biçmiş, keskin dilini gökyüzünde gezdirmiş; şimdi geniş, mavi ışıklı bir yol açarak denizin üstünde uzanıyordu. Gecenin göz alıcı sisiyle örtülü dilsiz sandallar, mavnalar yığını belirmişti karanlıkta. Sanki uzun süredir deniz dibinde kalan bu sandallar ve mavnalar yığını, şimdi ansızın, denizin bağrından doğan o ateşli kılıcın buyruğuyla yeniden su üstüne çıkmışlar, dünyayı seyrediyorlardı… Mavnaların direkleriyle yelkenleri, kökleri derinlerde, tuhaf deniz bitkilerini andırıyordu. Bu korkunç, mavi ışıklı kılıç, pırıl pırıl parlayarak yeniden yükseldi, gecenin karanlığını biçti, bu kez başka bir yönde yeniden denizin bağrına uzandı. Başka sandallar, mavnalar yığını belirdi karanlıkta…
Çelkaş’ın sandalı durmuş, bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Gavrila yüzünü elleriyle örtmüş, sandalın dibinde yatıyor; Çelkaş onu ayağıyla dürterek, öfkeden kudurmuşçasına:
– Hayvan! diye homurdanıyordu kısık bir sesle. Gümrük kruvazörü dolaşıyor… Işıklarıyla denizi tarıyorlar. Kalksana, kütük!.. Şimdi görecekler bizi. Kendini de, beni de mahvedeceksin. Kalksana ulan!..
Sonunda, hızlıca bir tekme yiyen Gavrila sıçrayıp doğruldu, yerine oturdu, kürekleri el yordamıyla bulup çekmeye başladı..
– Yavaş çek! Geberteceğim ulan! Yavaş dedim!.. Allah belanı versin, salak herif!.. Niye korktun ulan? Ha? Şapşal!. Adam fenerden korkar mı.. ? Yavaş çek!.. Dangalak!.. Kaçakçı arıyorlar. Uzaklaştılar artık, bizi göremezler. Korkma, bizi göremezler artık. (Çelkaş tepeden bir bakışla çevresini süzdü.) Tamam, tehlike geçti!.. Of be!.. Hey, kütük, keyfin yerine geldi mi?
Gavrila ses çıkarmadan, soluk soluğa kürek çekiyor, hâlâ uzakta bir yerlerde denizle gökyüzünü tarayan o ateşli kılıca bakıyordu yan gözle. Çelkaş onun fener olduğunu söylemişti ya, Gavrila’nın aklı bir türlü yatmıyordu bu işe. Işıldağın soğuk, mavi ışığı denize gümüş renkli bir aydınlık saçıyor, köylü delikanlısının içini ürpertiyle dolduruyordu. Kurulmuş bir makine gibi kürek çekiyor, sanki ansızın gökten tepesine bir şey düşecekmişçesine büzüldükçe büzülüyordu. Hayvansal bir korkuydu bu. Olup bitenler, insansı hiçbir şey bırakmamıştı içinde.
Çelkaş’ınsa keyfi yerindeydi. Sinirleri iyice yatışmıştı. Bıyıkları kıpırdanıyor, gözleri sevinçle parlıyordu. Dişlerinin arasından bir ıslık tutturmuştu. Ciğerlerini nemli havayla dolduruyor, çevresine bakınıyor, gözleri Gavrila’ya ilişince tatlı tatlı gülümsüyordu. Serin bir esinti denizi dalgalandırdı. Bulutlar daha incelmiş, daha saydamlaşmışlardı şimdi. Fakat gökyüzü hâlâ kapanıktı. Denizi dalgalandıran esinti, bulutları kımıldatamamıştı.
– Hey, kardeşlik, kendine gel artık! Betin benzin kül gibi oldu be! Tamam, tehlike geçti artık. Hey, işitiyor musun beni?
Çelkaş’ın sesi de olsa, bir insan sesi duymak Gavrila’nın hoşuna gitmişti. Usulca:
– İşitiyorum, dedi.
– Yeter artık! Kendine gel… Haydi, biraz da dümene geç bakalım, kürek çekmekten yoruldun!
Yer değiştirdiler. Gavrila’nın bacakları titriyordu. Çelkaş bunu görünce daha çok acıdı oğlana. Omzuna vurarak:
– Haydi, haydi, korkma artık! dedi. İyi para kazandın! Kardeşlik, bir yirmi beş rubleliğe ne dersin, ha?
– Ben para istemiyorum… Kıyıya bir varabilseydik…
Çelkaş elini salladı, bir tükürük fırlattı, sonra küreklere yapışarak uzun kollarının geniş hareketiyle çekmeye başladı.
Deniz kıpırdanıyordu. Küçük, köpüklü dalgalar birbiri arkasına koşuyor, çarpışan suların zerrecikleri ince bir toz tabakası gibi yükselip dağılıyordu. Eriyen köpüklerin çıkardığı hışırtı havayı tatlı bir ezgiyle dolduruyordu. Karanlık daha bir canlanmış gibiydi.
Çelkaş:
– Ee… dedi. Demek köye gideceksin şimdi? Evlenecek, toprağı ekip biçmeye başlayacaksın. Karın, bir sürü çocuk doğuracak, nasıl besleyeceğini şaşıracaksın. Bütün bunlar için uğraşmaya değer mi?.. Ha, söyle bakayım? Ne zevk var bunda?
Gavrila titreyerek, ürkek bir sesle:
– Bundan zevkli ne olur!.. dedi.
Rüzgâr bulutları aralamaya başlamış, gökyüzü yer yer ortaya çıkmıştı. Yıldızlar da bir bir görünmeye başlamıştı. Işıltılar denize yansıyor, dalgaların üzerinde bir görünüp bir kayboluyordu. Çelkaş:
– Sağa dümen kır! dedi. Az sonra varıyoruz! Evet!.. Bu iş de böylece bitti. İyi voli vurduk doğrusu!.. Ne dersin, ha? Bir gecede beşyüz papel!.. Fena para sayılmaz, değil mi? Gavrila ağzı bir karış açık:
– Beşyüz papel ha?.. dedi. (Sonra korktu, ayağıyla sandıkılara dokunarak.) Ne var ki bunlarda? diye sordu.
– Çok değerli şeyler. Asıl fiyatlarına göre satsam, bin ruble de eder. Ama ben pahacı değilim… Anlıyorsun ya?
Gavrila şaşkın şaşkın:
– Vay be… dedi. Eğer bu para benim elime geçseydi!..
İçini çekti. Köyünü, yoksul evceğizini, anasını anımsamıştı ansızın. Onlar için çalışıyor, bunca çileyi onlar için çekiyordu. Yalçın bir tepenin yamacına kurulmuş evleri, içinden geçen küçük deresiyle, çevresindeki iğde, kayın ağaçlarıyla, köyü gözlerinin önünde canlandı. Bir daha içini çekti…
– Of!.. Çok iyi olurdu be!..
– Hele hele!.. Trene atladığın gibi köyün yolunu tuttuğunu görür gibi oluyorum… Kızlar çevrende fır fır dönerlerdi artık!.. Gönlünün çektiğini seç!.. Evi de yıktırır, yenisini yaptırırdın… Fakat ev yaptırmaya bu para yetmez belki…
– Öyle… Ev yaptırmaya yetmez. Bizim orada tahta pahalıdır.
– Ne olacak canım? Eskisini onartırdın sen de. Atın var mı, atın?
– At mı? Var ama, çok yaşlandı fukara.

– İyi ya… Sen de gü-zeel bir at çekersin altına!.. İnek…Koyun…Tavuk mavuk… Ne dersin, ha?
– Ne olur, sus!.. Oh, Tanrım! Ne güzel yaşayıp giderdim!
– Kardeş, keyfine diyecek olmazdı doğrusu… Ben de bu işlerden anlarım biraz. Bir zamanlar benim de yuvam vardı.. Babam köyün en zenginlerinden biriydi…
Çelkaş kürekleri ağır ağır çekiyor; sandal, bordasına neşeli şıpırtılarla çarpan dalgaların üzerinde beşik gibi sallana sallana ilerliyordu. Deniz, gitgide daha oynaklaşıyordu. Sandaldaki adamlar derin bir düşünceye dalmışlardı. Dalgın dalgın çevrelerini süzüyor, her biri kendi hayatını düşünüyordu. Çelkaş, Gavrila’yı biraz canlandırmak, neşelendirmek için köyden söz açmıştı. Konuşurken bıyık altından gülüyordu önceleri. Fakat delikanlıya köy hayatının mutluluklarını anlatırken, birdenbire kendi sözlerinin etkisi altında kalmış, geçmiş günler gözlerinin önünde canlanmıştı. Delikanlıyı konuşturmak isterken, kendisi sözü bırakmak istemiyordu şimdi:
– Kardeş, köy hayatı demek, özgürlük demektir! Kendi kendinin efendisidir insan. Belki yıkık döküktür ama, senin olan bir evceğizin vardır. Topu topu bir evleklik de olsa, toprak kendinindir! Bey de sensin, paşa da!.. Herkesten saygı beklemek hakkına sahipsindir… Öyle değil mi?..
Çelkaş heyecanlanmıştı. Gavrila da heyecanlanmış, karşısındaki adama merakla bakıyordu. O da kendisi gibi bir köylüydü demek. Bütün benliğiyle bağlı olduğu topraktan elinde olmaksızın ayrı düşmüş, bu ayrılığın acısını yaşıyordu şimdi.
– Haklısın kardeş, haklısın! Yerden göğe kadar haklısın! İşte, sözgelişi seni ele alalım: Topraksız bir adam neye yarar? Kardeş, toprak ana gibidir, ömür boyunca unutulmaz. Çelkaş düşünceye dalmıştı… Göğsünde bir öfke dalgasının kabardığını hissediyordu. O, gerçek bir kabadayıydı. Onuruna dil uzatıldığında, hele bunu yapmaya kalkanlar, beş paralık adamlar olursa, hep böyle bir öfke duyardı içinde. Ansızın, kudurmuşçasına:
– Kes sesini!.. diye bağırdı. Benim ciddi konuştuğumu mu sandın? Şaşarım aklına!
Gavrila yeniden ürkekleşerek:
– Amma da iş! dedi. Ben senden mi söz ediyorum sanki? Dünyada senin gibi çok adam var!.. Her yer mutsuz insanlarla dolu!.. Sendeleyip duruyorlar…
Çelkaş dilinin ucuna kadar gelen küfürleri nedense tuttu, kısaca:
– Ayıbalığı, geç bakalım küreklere! buyruğunu verdi.
Yeniden yer değiştirdiler. Çelkaş dümene geçerken, içinde Gavrila’yı bir tekmede suya yuvarlamak isteği uyandı.
Konuşmuyorlardı artık. Fakat, Gavrila’nın susuşu da Çelkaş’a köyü anımsatıyordu şimdi… Geçmiş günlere dalıp gitmiş, dümen tutmayı bile unutmuştu. Sandal denizin akıntısına kapılmış, bir yerlere doğru sürükleniyordu. Dalgalar da bunu anlamış gibi, bordasına daha serbest çarpıyorlardı artık. Mavi bir yakamoz akıntısı, küreklerin ucundan başlıyor, kıvrıla kıvrıla dibe doğru iniyordu. On bir yıllık serserilik hayatının kalın bir duvar gibi ayırdığı geçmiş günler canlanmıştı Çelkaş’ın gözlerinde. Çocukluk yıllarını; kırmızı yanaklı, sıcak bakışlı, tombul bir kadın olan anasını; sert bakışları, kızıl sakalıyla bir devi andıran babasını anımsadı. Sonra büyümüş, güvey olmuştu. Kara gözleri, uzun saç örgüleri, neşeli, yumuşak tavırlarıyla Anfisası gözlerinin önüne geldi. Kendisi de yakışıklı, kanlı canlı bir askerdi. Babası o sıralar yaşlı bir adamdı artık. Çift sürmekten iki büklüm olmuştu. Anasının yüzü de buruş buruştu. Askerden döndüğü günü anımsadı. Babası nasıl da övünmüştü onunla. Gür bıyıklı, aslan gibi bir yiğit olan oğluna, Grigorisine nasıl da bakmaya doyamamıştı… Geçmiş günleri anımsamak içimizde her zaman tatlı duygular uyandırır… Geçmişte içilen ağu bile, sonradan şerbetmiş gibi gelir insana…
Tanıdık, dost bir rüzgâr okşuyordu Çelkaş’ın yüzünü. Anacığının tatlı sözleri, gerçek bir köylü olan babasının sert sesi, geçmişte kalan, unutulmuş yığınla ses çınlıyordu kulağında. Buram buram bir toprak kokusu geliyordu burnuna… Çelkaş, bütün benliğiyle bağlı olduğu köy hayatından, bir daha dönmemecesine kopmuş olmanın acısını yaşıyor; yapayalnız, kimsesiz bir çocuk gibi hissediyordu kendini. Gavrila ansızın:
– Hey! Nereye gidiyoruz böyle? diye sordu.
Çelkaş irkildi. Yırtıcı bir kuş gibi çevresine bakındı.
– Vay canına, uzaklaşmışız!.. Kürekleri daha hızlı çek… Gavrila gülümseyerek:
– Dalmıştın galiba? diye sordu.
– Yorulmuşum…
Delikanlı, ayağıyla sandıklara dokunarak:
– Artık yakalanmayız, öyle mi? dedi.
– Yok… İçin rahat olsun. Birazdan malları satıp paramızı alacağız… Yaa!
– Beş yüz ruble?
– En azından.
– İyi para be! Eğer hepsi benim olsa!.. Neler yapmazdım ki…
– Köyde mi?
– Tabii. Başka nerde olacak?..
Gavrila hayale daldı. Çelkaş ise susuyordu. Bıyıkları sarkmış, gözleri sönükleşmişti. Kirli gömleğinin kıvrımlarına varıncaya kadar, bir gariplik çökmüştü üstüne… Sertçe dümen kırdı; sandal, suyun üzerinde kapkara görüntüsü yükselen bir mavnaya doğru yaklaşmaya başladı.
Gökyüzü bulutlarla kaplanmıştı yine. Usul usul serpiştirmeye başlayan ılık, ince bir yağmur,
tatlı bir şıpırtı çıkararak dalgalara karışıyordu.
Çelkaş:
– Dur! Yavaş ol! komutunu verdi.
Sandalın çengelini, mavnanın bordasına sarkan bir ipe bağlayarak:
– Şeytan herifler!.. Uyuyorlar mı yoksa?.. diye homurdandı. Hey! Merdiveni uzatın!.. Yağmur da daha önce yağamazdı sanki!.. Hey!.. Tanrının cezaları!.. Heeey!..
Uykulu bir ses duyuldu:
– Çelkaş, sen misin?
– Evet, evet, merdiveni sarkıtın.
– Çelkaş geldi, Kalimera! Çelkaş kızgın bir sesle:
– Şeytan herif, merdiveni sarkıtsana!.. diye gürledi.
– Oo, seninki kızgın gelmiş bugün… Çelkaş, arkadaşına dönerek:
– Gavrila, tırman! dedi.
Az sonra güvertedeydiler. Kendi aralarında tuhaf bir dille fısır fısır konuşan sakallı, karanlık bakışlı üç adam, Çelkaş’ın sandalını gözden geçiriyorlardı. Uzun bir tulum giyinmiş dördüncü bir adam Çelkaş’a yaklaştı, sessizce elini sıktı. Sonra kuşkulu bakışlarla Gavrila’yı süzdü. Çelkaş kısaca:
– Para sabaha hazır olsun, dedi. Ben yatmaya gidiyorum şimdi. Gavrila, haydi gidelim! Karnın aç mı?
Delikanlı:
– Uyusam iyi olur… diye karşılık verdi.
Beş dakika sonra da horul horul uyuyordu. Çelkaş ise onun yanına oturmuş, bir çizmeyi ayağına uydurmaya çalışıyor, ara sıra düşünceli bir tavırla tükürerek, dişlerinin arasından hüzünlü bir ıslık çalıyordu. Sonra ellerini başının altında kenetledi, o da Gavrila’nın yanına uzandı.
Mavna usul usul sallanıyor, hazin bir tahta gıcırtısı geliyordu bir yerlerden. Güverteye yumuşak bir yağmur yağıyor, dalgalar mavnanın bordasına çarpıyordu… Bütün bu kederli sesler, oğlunun geleceğinden umutlu olmayan bir ananın söylediği ninniyi andırıyordu…
Çelkaş dişlerini sıktı; başını kaldırıp çevresine bakındı; bir şeyler mırıldandı, sonra
yeniden uzandı… Yatarken açılmış bacaklarıyla büyük bir makası andırıyordu.
III
İlk uyanan Çelkaş oldu. Bir süre kaygıyla çevresine bakındıktan sonra yatıştı; henüz uyumakta olan Gavrila’ya göz attı. Beriki tatlı tatlı horluyor; güneş yanığı, sağlıklı, çocuk yüzü şirin bir gülümseyişle aydınlanıyordu. Çelkaş içini çekti; dar bir ip merdivenden tırmanarak yukarıya çıktı. Bulutlar dağılmıştı. Fakat sonbahar göğünün külrengi aydınlığı yine de hüzün vericiydi. İki saat sonra döndü. Yüzü pembeleşmiş, bıyıkları keyifle yukarı doğru kıvrılmıştı. Uzun, sağlam çizmeler vardı ayağında. Deri bir pantolon giymiş, sırtına güzel bir gocuk geçirmişti. Kullanılmış, fakat sağlam şeylerdi hepsi de. Bu kılık, Çelkaş’a çok yakışmıştı. İri yarı, güçlü kuvvetli bir adam olmuştu şimdi. Gavrila’yı ayağıyla dürterek:
– Hey, küçük dana, kalk artık! diye bağırdı.
Gavrila sıçradı, bir süre bulanık gözlerle ürkek ürkek Çelkaş’a baktı. Çelkaş kahkahalarla gülüyordu.
Gavrila onu neden sonra tanıyabildi.
– Vay anam vay!.. diye gülümsedi. Beyefendi olmuşsun!
– Ne sandın!.. Fakat amma da ödlek şeymişsin be!.. Dün gece kaç kere ölüp dirildin,
ha?..
– İnsaf et, sen benim yerimde olsan ne yapardın? Başıma ilk kez böyle bir şey geliyor. Sonra, insan bütün ömrünce ruhunu kirletmiş olabilir!
– Öyle mi? Bir voliye daha çıkmak istemez misin yani? Ha?
– Bir voli daha mı? Şey… Bilmem ki… Kaç para için?
– Diyelim ki iki yüz ruble!..
– İki yüz ruble ha? Bilmem ki… Çıkarım belki!..
– Dur bakalım! Ya ruhun kirlenirse ne olacak?
– Şey… Olabilir tabii… Belki de… kirlenmez… (Gavrila gülümseyerek sözlerini tamamladı.) Ruhuna bir şeycik olmaz, ömrün boyunca da bey gibi yaşarsın.
Çelkaş keyifli keyifli gülerek:
– Peki, peki! dedi. Şaka ettim. Haydi, kıyıya gidiyoruz…
Yeniden sandala bindiler. Çelkaş dümene, Gavrila küreklere geçti. Gökyüzü ince, külrengi
bir bulut tabakasıyla kaplıydı. Sandal, koyu yeşil bir renk almış olan denizin üzerinde sarsılarak ilerlemeye başladı. Sandaldakilerin üzerine küçük dalga serpintileri sıçrıyordu. İlerde kıyının sarı çizgisi görünüyor, engin deniz beyaz köpüklü dalga sürüleriyle gitgide geride kalıyordu. Limana yaklaştıkça, sandallar, mavnalar daha belirginleşiyordu. Solda da kentin beyaz evleri görünmeye başlamıştı. Ordan kopup gelen boğuk bir uğultu, dalgaların şıpırtısına karışıyor, etkili, hoş bir ezgi doğuyordu bu birleşmeden… Bütün bu görüntüler ince, külrengi bir sis tabakasıyla örtülüydü… Çelkaş, başıyla denizi göstererek:
– Eh, akşama bir iyilik düşünüyor! dedi. Bütün gücüyle küreklere asılmakta olan Gavrila:
– Fırtına mı patlayacak? diye sordu.
Rüzgârın taşıyıp getirdiği serpintiler delikanlıyı tepeden tırnağa ıslatmıştı. Çelkaş:
– Evet!.. dedi.
Gavrila merakla ona bakıyordu… Sonunda, Çelkaş’ın söze başlamaya niyetli olmadığını görerek:
– Şey, kaç para verdiler? diye sordu.
Çelkaş cebinden çıkardığı bir tomar parayı Gavrila’ya göstererek:
– İşte! dedi.
Renk renk kâğıt parçaları Gavrila’nın gözlerini kamaştırdı.
– Vay be!.. Ben de yalan söylüyorsun sanmıştım!.. Kaç para var orada?
– Beşyüz kırk ruble!
Çelkaş’ın yeniden cebe indirdiği para tomarını gözleri parlayarak izleyen Gavrila:
– Harika!.. diye mırıldandı!. Aahh!.. Eğer bu paralar benim olsaydı… (Üzüntüyle içini çekti.)
Çelkaş heyecanlı bir sesle:
– Bu gece seninle eğleneceğiz delikanlıcık!.. diye bağırdı. Sen paradan yana merak etme… Kardeş, senin payını ayırdım ben… Kırk ruble yeter mi? Ha, ne dersin? İstersen hemen vereyim?
– Eğer sana göre bir şey yoksa… Ben kabul ederim! Gavrila’nın heyecandan eli ayağı titriyordu.
– Seni gidi yavru şeytan seni! Kabul edermiş! Kardeş, lütfen kabul et! Çok rica ederim, kabul et! Bu para tomarını nereye koyacağımı bilmiyorum! Kabul et de, bu yükten kurtulayım!..
Çelkaş Gavrila’ya birkaç tane on rublelik uzattı. Beriki, kürekleri bıraktı; titreyen elleriyle paraları alıp çıkınının bir yerine gizledi. Bir yandan da, sıcak bir şey içiyormuş gibi hızlı hızlı soluyordu. Sonra yeniden kürekleri kavradı; bir şeyden korkuyormuşçasına gözlerini önüne indirip sinirli, tedirgin hareketlerle çekmeye başladı. Omuzlarının, kulaklarının titrediği görülüyordu. Çelkaş düşünceli bir tavırla:
– Amma da açgözlüymüşsün ha!.. Çok kötü… Fakat, ne yaparsın, köylü milleti böyledir işte…
Gavrila birdenbire, kendinden geçmişçesine heyecanlanarak:
– Parasız hayat olur mu!.. diye bağırdı.
Sonra kesik kesik, aceleden dili dolaşarak, zengin köylüyle yoksul köylü arasındaki farkı anlatmaya başladı. Kafasından hızla geçen düşünceleri yakalamaya çalışıyor, bir çırpıda her şeyi söyleyivermek istiyordu sanki!.. Saygı, eğlence, mutluluk; her şey paranın ucundaydı!..
Çelkaş ilgiyle dinliyordu onu. Kimi zaman yüzü asılıyor, kimi zaman tatlı tatlı gülümsüyordu. Bir ara:
– Geldik!.. diyerek Gavrila’nın söylevini kesti. Dalgalar sandalı kumsala doğru sürüklüyorlardı.
– Bu iş burada bitti kardeşçik. Sandalı biraz ileri çekelim de dalgalar götürmesin. Sonra gelip alacaklar onu. Biz de ayrılıyoruz artık!.. Kent buradan sekiz verst çeker. Oraya mı gideceksin yine? Ha?
Çelkaş kurnaz kurnaz gülümsüyordu. Karşısındakine, onun hiç ummadığı bir iyilik yapmaya hazırlanan, bu düşünceyle için için sevinen bir adam hali vardı üzerinde. Elini cebine sokmuş, paraları karıştırıyordu. Gavrila güçlükle soluk alarak, ezile büzüle:
– Yok… Ben… Gitmeyeceğim… Ben… diye mırıldandı. Çelkaş onu tepeden tırnağa süzerek:
– Ne oluyor? Niçin ezilip büzülüyorsun? diye sordu.
– Hiiç…
Fakat delikanlının yüzü bir kızarıyor, bir bozarıyordu. Ne yapacağını bilemeyen bir adam gibi tedirgin tedirgin kıpırdanıp duruyordu.
Gavrila’nın bu durumu Çelkaş’ın hoşuna gitmemişti. İşin sonu nereye varacak diye beklemeye başladı.
Köylüoğlu birdenbire, hıçkırığı andıran bir kahkaha nöbetine tutuldu. Başını öne eğmiş, gülüp duruyordu. Çelkaş yüzünü göremiyordu ama, kulaklarının ikide bir kızarıp bozardığını görebiliyordu delikanlının. Elini sallayarak:
– Canın cehenneme! dedi. Yoksa aşık mı oldun bana? Kız gibi ne kırıtıp duruyorsun!.. Ayrılacağımıza çok mu üzüldün? Hey, süt kuzusu! Söylesene, ne oldu? Yoksa ben gidiyorum!..
Gavrila tiz bir sesle:
– Gidiyorsun ha? diye bağırdı.
Sesi ıssız kıyıda çın çın öttü. Dalgaların ıslattığı kum yığınları titrediler sanki. Çelkaş da irkildi. Gavrila ansızın onun ayaklarına atıldı, elleriyle kucaklayıp kendine çekti. Çelkaş düşmemek için sendeledi, dengesini güçlükle koruyarak kumsala otururken dişlerini sıkıp yumruğunu hızla salladı. Fakat tutturamamıştı. Gavrila karşısında durmuş, utançtan titreyen bir sesle yalvarıyordu:
– İki gözüm!.. O paraları bana ver! İsa aşkına bana ver!.. Sen ne yapacaksın? Bir gecede, bir gececikte kazandın onları.. Bana verirsen, hayatım kurtulacak… Sana dua ederim… Tanrının seni bağışlaması için bütün ömrümce dua ederim!.. Sen onları rüzgâra üfleyeceksin, bir anda uçup gidecekler… Ama ben toprak alacağım… Ne olur, ver onları bana! Sen onları ne yapacaksın? Senin için ne değeri var? İstesen, bir gecede yine zengin olursun! Benden bu iyiliği esirgeme! Sen yıkılmış bir adamsın… Artık kendini kurtaramazsın… Oysa ben!… Ooh!.. Onları bana ver!..
Çelkaş hem korkmuş, hem şaşırmış, hem öfkelenmişti. Arkaya doğru kaykılmış bir durumda, elleriyle Gavrila’ya tutunarak kumsalın üzerinde oturuyordu. Gözlerini faltaşı gibi açmıştı. Gavrila, başını onun dizlerinin arasına sokmuş, yalvarıp yakarıyor; Çelkaş ses çıkarmadan dinliyordu. Sonunda onu itti, sıçrayıp doğruldu, para tomarını cebinden çıkararak Gavrila’nın suratına fırlatırken:
– Al köpek! Tıkın!.. diye bağırdı.
Bu açgözlü köleye hem şiddetle acıyor, hem de iğreniyordu ondan. Paraları fırlatırken içinde bir kahramanlık duygusu uyanmıştı.
– Daha çok para vermek istiyordum sana. “Şu delikanlıya yardım edeyim” diye düşünmüştüm. Dün köy aklıma gelince içim bir tuhaf olmuştu… Bakalım, nasıl davranacaksın diye bekliyordum; kendiliğinden para isteyecek misin? Şu yaptığına bak… Zavallı dilenci!.. İnsan para için bu kadar alçalır mı? Aptal! Açgözlü köleler!.. İnsanlıktan haberiniz yok… Beş kapik için kendinizi satarsınız!..
– Velinimetim!.. İsa seni korusun! Demek bu paralar benim oldu ha?.. Demek… zengin oldum ha.. (Gavrila bir sevinç çığlığı kopardı, paraları titreyen elleriyle toplayarak çıkınına gizledi.) Ah, velinimetim benim!.. Ömrüm boyunca unutmayacağım bunu!.. Hiç bir zaman!.. Karıma, çocuklarıma, senin için dua etmelerini söyleyeceğim!
Çelkaş bu sevinç çığlıklarını dinliyor, Gavrila’nın bozulup çirkinleşen yüzüne bakıyordu. Haydutun, serserinin, bütün sevgilerden kopmuş ipsizin biri olduğu halde, hiçbir zaman bu köylü delikanlısı kadar alçalmayacağını, insanlıktan uzaklaşmayacağını düşünüyordu. Hayır, o hiçbir zaman böyle bir duruma düşmeyecekti!.. Bu düşünce, içini özgürlük sevgisiyle doldurdu. Gavrila’nın yanında, bu ıssız deniz kıyısında, yüce bir insan olduğunu hissetti. Gavrila:
– Sen bana dünyaları verdin! diye bağırarak Çelkaş’ın ellerini yakaladı, yüzüne gözüne sürmeye başladı.
Çelkaş dişlerini bir kurt gibi sıkmış, susuyordu. Gavrila ise susmak bilmiyordu:
– Sen bir de benim aklımdan geçenlere bak: Buraya gelirken… diyordum ki… şunun kafasına bir kürek indirsem!.. Paraları alıp cesedini de fırlatsam denize… Ya!.. Diyordum ki, kim kime dum duma… Nasıl olsa arayıp soranı yoktur!.. Kimsenin kılı bile kıpırdamaz… Dünyaya onun ne yararı var? Onunla kim uğraşacak?
Çelkaş Gavrila’nın gırtlağına sarılarak:
– Çıkar paraları!.. diye haykırdı.
Gavrila kurtulmaya çabalarken Çelkaş’ın öteki eli de delikanlının boğazına yılan gibi
dolandı… Yırtılan bir gömlek sesi işitildi; Gavrila yere yuvarlandı. Gözleri faltaşı gibi
açılmıştı. Parmaklarını açıp kapıyor, debeleniyordu. Çelkaş kötü kötü gülümsüyordu.
Dişlerini sıkmıştı. Sinirden bıyıkları titriyor, her haliyle yırtıcı bir kuşu andırıyordu.
Ömründe hiçbir zaman böylesine onuru kırılmamış, hiçbir zaman bu kadar
öfkelenmemişti.
Dişlerinin arasından, Gavrila’ya:
– Nasıl, memnun musun şimdi? diye sordu.
Sonra sırtını dönerek kente doğru yola koyuldu. Fakat daha beş adım atmadan Gavrila kedi gibi sıçrayarak kalktı; iyice gerilerek Çelkaş’a büyük, yuvarlak bir taş fırlatırken:
– Al sana!.. diye bağırdı kinli bir sesle.
Çelkaş’ın boğazından bir inilti koptu; başını elleriyle kavradı, ileriye doğru sendeledi. Gavrila’ya döndü ve yüzü koyun yere kapaklandı. Gavrila ona bakarken donup kalmıştı. Çelkaş başını kaldırmaya çalışıyor, doğrulmaya çabalıyor, tir tir titriyordu. Gavrila o zaman korkuya kapılarak bozkıra doğru kaçmaya başladı. Bozkırın üzerinde asılı duran kara, kadife gibi bir bulut havayı karartmıştı. Dalgalar hışırdayarak kumsala tırmanıyor, kumlara karışıyor, sonra yeniden geri çekiliyorlardı. Köpükler cızırtıyla sönüyor, havada su serpintileri uçuşuyordu.
Yağmur başladı. Önce ağır ağır serpiştirirken, gittikçe şiddetini artırdı. Az sonra bozkır ve deniz, bulanık bir su tabakası ardında görünmez oldu. Çelkaş, uzun gövdesiyle, yağmurun altında, denizin kıyısında öylece yatıyordu. Uzun süre, onunla yağmurdan başka hiçbir şey görünmedi. Fakat sonra yağmurun bulanık perdesinin ardında Gavrila’nın görüntüsü belirdi. Delikanlı bir kuş gibi sekerek Çelkaş’ın yanına vardı, yere çöktü, onu kımıldatmaya çalıştı. Eli sıcak bir kan sızıntısına bulaşınca titredi, sendeleyerek geriledi. Yüzü sapsarı olmuş, anlamsızlaşmıştı.. Tir tir titriyordu. Sonra yeniden yaklaştı, Çelkaş’ın kulağına eğilerek:
– Kardeş, ne olur kalk! diye mırıldandı.
Çelkaş kendine geldi; Gavrila’yı iterek, hırıltılı bir sesle:
– Defol git!.. diye inledi.
Gavrila Çelkaş’ın elini öpüyor, titreyen bir sesle:
– Kardeş! Bağışla beni!.. Şeytan dürttü!.. diye yalvarıyordu. Belki yine:
– Defol!.. Çek arabanı!.. diye hırıldadı.
– Ruhumu günahtan arındır!.. Yalvarırım!.. Bağışla beni!.. Çelkaş ansızın:
– Çek arabanı!.. Çek arabanı, cehennemin dibine git!.. diye bağırarak doğrulup oturdu. Yüzü sapsarıydı. Gözleri, çok uykusuz adamlarınki gibi, bulanıktı.
– Daha ne istiyorsun? İşini gördün… Defol!
Gavrila’ya bir tekme savurdu, fakat tutturamadı. Delikanlı onu omuzlarından yakalamasa, yine yuvarlanacaktı. Çelkaş’ın gözü tam Gavrila’nın yüzünün karşısındaydı şimdi. İkisinin yüzü de sapsarı olmuş, insanlıktan çıkmıştı. Çelkaş, yardımcısının kocaman kocaman açılmış gözlerine:
– Tuu! diye tükürdü.
Beriki, ses etmeden mintanının yeniyle yüzünü kuruladı.
– Ne yaparsan yap… Ağzımı açmayacağım… diye mırıldandı. İsa aşkına, bağışla beni! Çelkaş nefretle:
– Alçak!.. diye bağırdı. Sen serseri bile olamazsın!..
Gocuğumu açtı, gömleğini paraladı, kopardığı bir parça bezle başını sarmaya koyuldu. Ses etmiyor, arada bir dişlerini gıcırdatıyordu. İşini bitirdikten sonra, tükürür gibi:
– Paraları aldın mı? diye sordu.
– Almadım kardeş! Eksik olsun!. Beni günaha soktular!..
Çelkaş elini gocuğunun cebine sokup para tomarını çıkardı. Birini ayırıp yeniden cebine koydu; ötekileri Gavrila’ya fırlattı:
– Al da defol!
– Kardeş, alamam… Olmaz! Bağışla beni! Çelkaş’ın gözleri döndü. Korkunç bir sesle:
– Al diyorum sana!.. diye uludu. Gavrila korkudan titreyerek:
– Bağışla!.. O zaman alırım… dedi. Çelkaş’ın ayaklarına, ıslak kumsala kapandı. Çelkaş:
– Yalan söylüyorsun alçak, nasıl olsa alacaksın!.. diye homurdandı.
Sonra saçlarından tutup Gavrila’nın başını zorla kaldırdı, paraları delikanlının yüzüne sürmeye başladı:
– Al! Al! Hakkındır! Korkma, al! Az kalsın adam öldürüyordun diye kendini üzme! Benim gibilerin arayanı soranı olmaz. Öldüğümü duyunca, katile teşekkür bile ederler. Al, utanma!
Çelkaş’ın güldüğünü görünce Gavrila bir parça yatıştı; paraları avuçladı; gözyaşları arasında:
– Kardeş! Beni bağışlıyorsun değil mi? Ha? Ne olur? diye sordu. Çelkaş ayağa kalktı; sendeledi; sesini Gavrila’nınkine benzeterek:
– Küçük kardeş! Niçin bağışlayayım seni? diye karşılık verdi. Bugün banaysa, yarın sana…
Gavrila başını sallayarak:
– Ah, kardeş, kardeş!.. diye inledi.
Çelkaş ayakta durmuş tuhaf tuhaf gülümsüyor; başındaki sargı kızararak gitgide bir fese benziyordu.
Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Deniz boğuk boğuk uğulduyor; dalgalar öfkeyle, kudurmuşçasına saldırıyorlardı kıyıya. İkisi de susuyordu. Çelkaş alaycı bir sesle:
– Eh, sağlıklıca kal! diyerek gitmeye davrandı.
Sendeliyor, bacakları titriyordu. Başını, yitirmekten korkuyormuşçasına, tuhaf bir biçimde
kavramıştı.
Gavrila bir kez daha:
– Kardeş, bağışla beni!.. diye yalvardı. Çelkaş soğuk bir tavırla:
– Fark etmez! dedi.
Sendeleye sendeleye yola koyuldu; yürüyüp gitti. Sol eliyle başını tutmuştu. Sağ eliyle, kırçıl bıyıklarını sıvazlıyordu sessizce.
Yağmur şiddetleniyor, bozkırı kaplayan sis perdesi gitgide yoğunlaşıyordu. Gavrila, gözden yitinceye kadar izledi onu. Sonra sırıl sıklam olmuş kasketini başından çıkardı, eliyle haç işareti yaptı. Avucunda sıkıca tuttuğu paralara gözü ilişince rahat bir soluk aldı; onları çıkınına gizledi; geniş, sağlam adımlarla, Çelkaş’a ters yönde, kıyı boyunca yürüyüp gitti.
Deniz uğulduyordu. Kumsala çarpan kocaman dalgalar gürültüyle parçalanıyor, kıyıyı köpük içinde bırakarak geri çekiliyorlardı. Yağmur, toprağı ve denizi şiddetle dövüyor, rüzgâr uğuldaya uğuldaya esiyordu… Az sonra deniz de, gök de görünmez olmuştu… Dalgalar ve yağmur; Çelkaş’ın yattığı yerdeki kan birikintisini, onun ve köylü delikanlısının kıyı boyunca uzayıp giden ayak izlerini çok geçmeden silip süpürdüler…
Bu ıssız deniz kıyısında, iki adam arasında geçen küçük dramdan en ufak bir iz kalmadı.

1894
Çelkaş
Maksim Gorki

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version