Ana Sayfa Felsefe Kendisi Olmayan İnsan: İnsanın Dört Zindanı – Dr. Ali Şeriati

Kendisi Olmayan İnsan: İnsanın Dört Zindanı – Dr. Ali Şeriati

Ben, kendi dinimi, kendi edebiyatımı, kendi duygularımı, keder ve ızdıraplarımı, dertlerimi ve ihtiyaçlarımı düşündüğüm zaman, gerçekte kendimi düşünüyorum. Benim bireysel değil, toplumsal ve tarihsel özüm, bu kültürün doğup ortaya çıktığı kaynaktır. Dolayısıyla kültür, benim toplumumun, tarihin varlığı olan yapının tecellisidir, yansımasıdır; fakat özel şartları olan kendine özgü tarihsel dönemde yer alan, farklı kökeni olan, maddi, ekonomik ve sosyal yapının meydana getirdiği özel dertlere, düşüncelere, anlayış ve eğilimlere alışmış bir toplumda bir takım sahte taktikler, o toplumun kültürünü zihninden siliyor.

Sonra başka bir zamana ve tarihsel döneme, başka bir ekonomik sisteme, başka sosyal ve siyasal bağlara ait olan kültürü benim kültürümün yerine yerleştiriyor. Artık ben kendimi düşünmek istediğim zaman, başka bir toplumun kültürünü kendi kültürüm olarak düşünüyorum; o zaman kendime ait olmayan dertlere muhatap oluyorum. Benim kültürel, felsefi ve sosyal gerçekliğimle uyuşmayan problemlerden dolayı feryadı figan ediyorum. Neticede o topluma ve o toplumun sosyal, ekonomik, siyasal ve tarihsel şartlarına ait olan, bana ait olmayan idealler ve ızdıraplarla karşılaşıyorum. Fakat o dertleri, ızdırap ve idealleri kendi dert, ızdırap ve ideallerim olarak görmeye başlıyorum.

***

İnsan, kendi bilincine sahip bir varlıktır. Şu anlamda ki: Bütün doğada yalnız bu varlık öz benliğinin bilincine varabilmiştir. Benlik bilinçinin tanımını şöyle yapabiliriz: Kendi niteliğini (keyfiyet) ve yaratılışını, özyapısını, Ev-ren’in niteliğini ve öz-yapısını, kendisi ile evren arasındaki ilişkinin niteliğini ve neliğini algılama (idrak).
İnsan bu üç temelde ne denli bilinçlenirse o ölçüde insan olabilir.
İkinci olarak, insan seçebilen varlıktır. Yani inşan doğada ve doğaya karşı, üzerinde egemen olan düzene karşı, hatta bedeni ve ruhi ihtiyaç ve zorunluluklarına, doğal gereksinimlerine, güdülerine karşı başkaldırabilen, ve ne doğanın onu zorladığı, ne bedeninin ve fizyolojisinin seçmesini gerektirdiği şeyi seçebilir. Bu, insan olma sürecinin en üstün aşamasıdır.
Bu, Tanrı’ya özgü bir şeydir. Diğer hayvanlar içlerinde yaratılıp yerleştirilen içgüdülerin etkisinde oraya – buraya çekilen aygıtlar gibidir. Koyun türünde yılda bir kez cinsi istek belirir, belirmesini önleyemez, o dönemde cinsel içgüdüsüne hakim de olamaz, engelleyemez. Bu dönemden sonra da cinsel sorununu tamamen unutur. Cinsel istek koyunda belirir, açıklanır, yatışır. Bu husus koyunun bünyesinde Doğa’dan zorunlu olarak gelen bir özelliktir. Yaratılışından istek ve gereksinme gelince uyanır, yatışması gerekince yatışır.
İnsana gelince yalnız Doğa’ya karşı değil, kendi doğasına (maddi varlığına, bünyesine, yapısına) da başkaldırabilir. Kendini sevme w koruma içgüdüsüne karşı gelerek intihara kalkışabilir. Kendini koruma, kendi kendini ve yaşamını gözetme içgüdüsüne aykırı olarak özveri davranışlarına girişir, özünü bir düşünce uğruna veya başkaları uğruna feda eder. O, seçimini yapmıştır ve kendisini refahı, yaşamayı, yeme-içme ve giyinip – kuşanmayı ve tüketimi seçmeye çağıran bütün doğal özelliklerine aykırı olarak itiraz edebilecek ve başkaldırabilecek durumdadır, erdemli ve ahlaken düzenli (zahid-çe) bir hayat sürebilir. Bu da yalnız insanın seçebilen bir varlık olduğunu gösterir; o’nu, seçtiğinden başkasın; seçmeye çağıran bütün sebeplere karşın!

Üçüncü olarak, insan yaratıcılık özelliği olan bir varlıktır. En küçük şekillerden en büyük sanayi ve güzel sanatlar ürünlerine kadar insanın yaratılışında bulunan bu yaratıcılık özelliği insan fıtratında (ilahi) yaratıcılık kudretinin belirmesi ve yansımasıdır (Tecelli). Yalnız insandır ki biçimler düzer – koşar ve kurar. Bu sebeple bazı tanımlamalar «insan, alet yapabilen hayvandır» şeklindedir. Ne var ki insan yalnız alet yapabilen değil bundan daha öteye geçebilen bir yapıcı – kurucudur.

İnsanın yapıcılığı şu anlamdadır: Gereksinimler, Doğa’da bulunmayan şeyleri de isteyecek ölçüde gelişmiştir. Bu da «insan»ın oluştuğunu gösteren bir belirtidir. İnsan, çevresinde bulunan onun için yeterli kaldığı sürece doğal bir hayvandır. Doğanın kendisi için günlük olarak hazırladığı besini aramakla yetinir. Doğal gereksinimlerinden farklı gereksinimlerinin o’ nu uğraş, çaba ve eyleme yönelttiğini ve gereksindiği şeyi Doğa’da bulamadığını gördüğü noktada, gelişim çizgisinde kendisinden önce gelen hayvandan ayrılmış demektir. Böylece bu insan tabiat imkanları bütününden daha öteye geçecek bir olgunlaşma ve gelişim göstermiş olur. İmkanları ve gereksinim duyuşları maddi tabiatın (doğa) güç ve yaratıcılığı ötesinde bir gelişme ve genişleme kazanmıştır. Bu noktada insan yalnızlık ve tek başınalık aşamasına —Heidegger’in söylediği gibi — ulaşmış olur. İn-san, kendi türünün Doğa’da olmadığını, «buralı» olmadığını, onun yaratılış ve yapısının diğer hayvanlardan farklı olduğunu duyumsadığı, Doğa’da bulunmayan bazı ülkülerin (ideallerin) onu kendisine çektiklerini sezdiği anda «yalnızlık» (tekbaşınalık) aşamasına erişir. Bu aşamada girişeceği işlerden birisi, yaratıcı işlere el atmasıdır. Önce küçükten başlar: Dama çıkmayı istemektedir, uçmayı istemektedir, ne var ki doğa ona kanat vermiş değildir. Önce merdiven yapar ve dama çıkabilir. Böylece alet yapma işine girişmiş olur ve gemi, uçak, uzay gemileri, giderek bunun gibi sanayi eserlerine kadar varır.

Sanayi, Doğa’yı hükmü altına almak isteyen insanın yaratıcılık girişimlerinin tümüdür. Böylece insan Doğa’da olan fakat kolayca elde edemediği nesneleri, yaratıcılık özelliğinin ona sağladığı imkanlarla elde ederek daha büyük başarılara ulaşır. Petrol toprak altındadır, fakat Doğa’nın ona verdiği imkanlarla petrolden yararlanamamaktadır. Yahut filan bitkiden, Doğa’da bulunduğu şekli ile yararlanamamaktadır. Petrol sanayii veya tarım teknikleri ona Doğa’nın vermediği yeni imkânları sağlar.

İkinci ve başka bir türden insan yaratıcılığı da vardır. Bu sanatçı yaratıcılığıdır ve bu a]anda artık «insan alet yapan hayvandır» tanımı yetersiz kalır. Burada insan ruhundaki ilahi bir tecelli söz konusudur. Güzel sanatlar da sınai beceriler gibi insanın yaratıcılık yeteneğinin Doğa’da belirmesi, ortaya çıkmasıdır (tecelli). Sanayi alanındaki etkinlikler insanı yine Doğa’da olana ulaştıran yaratıcı insan etkinlikleridir. Buna karşılık güzel sanatlar alanında ise, insan ihtiyaç duyduğu şeylerle karşılaş-maktadır ki, aslında bunlar Doğa’da yoktur. Şu halde güzel sanatlar sanayi -ötesi bir faaliyet ifade eder ve bu eylem ve girişimleri ile insan Doğa’yı, özlem duyup istediği, ne var ki Doğa’ da olmayan şey ile süsleyip bezemiş, zenginleştirmiş olur. Böylece insan Doğa’da araştırdığı eksikliği ve ruhunun ve gereksiniminin gelişim süreci boyunca Doğa’da sezdiği noksanı kendi sanatçı yaratıcılığı ile giderir, telafi eder. Demek oluyor ki güzel sanatlar, Doğa’da insan için bulunması gereken, gelgelelim bulunmayan şeyi Doğa’ya bağışlamak üzere Doğa’nın işinin sürdürülmesidir. Sonuç olarak; kuruculuk ve yapıcılık ile sanatçılık insan ruhunun üçüncü boyutunun (yaratıcılık) yansıması ve belirmesi demek olan insanlık özelliklerinden birisidir.

Sonunda şu tanıma ulaştık: Söz konusu edilen insan, yani biz, olabildiği denli erken ve hergün daha ileri ölçüde insan olma sürecinde gelişim sağlamalıyız. Bu konu, eğitim ve öğretimde, toplumda, kültür yaşayışımızda, toplumsal ilişkilerimizde ne yapmamız gerektiğini belirlemektedir. İnsan üç boyutlu, üç yetenekli bir varlıktır. Bu yetenekler önce öz benliğinin, Evren’in ve öz benliği ile Evren’in ilişkilerinin bilincine varma yeteneği (özünü ve Evreni duyumsamak, kendi yerini ve konumunu Evren içinde belirleyebilmek: ancak insan denen varlık bu bilince sahiptir), özgür olma özelliği, üçüncüsü de sanayi veya güzel sanatlar alanında yaratıcılık niteliğidir.

Demek oluyor ki bu özünün bilincine erişmiş, özgür ve yaratıcı varlık, insandır. Yine görülüyor ki bu üç nitelik tanrısal sıfat ile ilgilidir. Tanrı, Zat’ının bilincine sahip, irade sahibi (külli ve mutlak!) kurucu -yaratıcıdır (yine mutlak anlamda yegâne Yaratıcı veya yegâne Yaradan). Şu halde söz konusu olan üç özelliğe sahip «insan» da bu açıdan tanrısal özellikleri andırmaktadır. «Tanrısal benzeri» deyimini «şirk» olacak, Allah’a eş ve ortak koşulması anlamına gelecek şekilde kullanmak istemiyorum. Demek istediğim şudur: İnsan bütün Doğa’dan farklı olan o varlıktır ki Tanrı’nın yüce sıfatlarını kendi varlığında ekip yetiştirebilir, böylece gelişme ve olgunlaşma yoluna girmiş olur. «Ve tahallaku bi-ahlakillah», «Allah’ın ahlakı ile ahlaklanınız» demektir ki, insanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğunu gösterir. «İnsan»; «beşer» değil! Allah’ın halifesi olmayan «beşer», maymunun halifesi olur, ohun ardından onun gelişiminin ardından gelmiştir. İnsan ise, bütün tabiat varlıklarından ayrı olarak öyle bir varlık olur ki başkaldıra-bilir, seçebilir, bilinçlenebilir, doğaya karşı yaratıcılık yeteneğini kullanabilir. Bütün bunları Tanrı mutlak olarak yaparken, insan kendi nis-bi haddinde gerçekleştirebilir. İmdi, bu bilinçli, seçebilen ve yaratıcı varlık, dört zorlayıcı gücün, dört zindanın baskısı altındadır ki, bu güçler, insanı özbenliğinin bilincine varmaktan, yaşamı çevresindeki seçim yeteneğini kullanmadan ve yaratıcılık yeteneğinden yararlanmadan alıkoymaktadırlar. Maalesef çağımız insanının büyük trajedisi buradadır: Bir ölçüde insan gereksinimlerinin birçoğunu ona sağlayabilen ideolojiler (tüm öğretiler) bile, insana nisbi bilinç ve uyanıklık verebilmekte, beşer toplumuna gelişme ve güçlenme yolunu açarken insanın özünü unutmaktadırlar. Bu büyük çapta bir trajik sorundur. Nasıl oluyor da ideolojiler beşerin kendisini unutuyorlar?

Avrupa’da «Abdulkadir Mâlik» adında bir kimse vardır ve Cezayir’in tanınmış mücahidi Abdulkadir’in soyundandır. Ne var ki bu adam bayağı bir kişidir. «College de France» da «İslâm Fanatizmi ( = Bağnazlığı)» adı altında bir konuşma yapmıştı. Bu konuşmasında İslam öğretisi ve İslam inancı çerçevesinde insanın horlanması üzerinde duruyordu. O’na göre bu çerçeve içinde insan bayağı ve aşağılık görülür ve yozlaşıp soysuzlaşır. Meşiyyet’e ve kaza ve kader’e, ancak ibadet ile insanın kurtuluşa (necat) erişebileceğine ilişkin inanç, ona göre insanı horluğa (zillet) sürüklüyordu. Konuşmadan sonra ben itiraz ileri sürdüm ve dedim ki: «—Sözünü ettiğin bu İslâmî fanatizm (bağnazlık) yalnız senin hakkında doğrudur. Çünkü gerçekten burada söylediğin bütün sıfatlara kendin tam olarak sahip ve mazharsın. Ancak sorunu mantıksal olarak ele alırsak, insan, yukarıda naklettiğim tanımı ile, «Yüce Tanrının halifesi» olmaktadır, yine bu tanım içindeki insan Yüce Tanrı’nın sıfatlarını benimsemeye uğraşma buyruğunu almaktadır. Yine bu tanımla insan, evren içinde özbenliğinin bilincine erebilen, seçebilen, yaratıcılık yeteneğini kullanabilen bir varlık olmaya çağırılmaktadır. Bu ideoloji mi insanı aşağılıyor, horluyor, yoksa ilerici ve mantıki boyutlarına rağmen sonunda yine insanı harcayan, feda eden çağdaş ideolojiler mi?

Kendisi Olmayan İnsan
(İnsanın Dört Zindanı)

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version