Ana Sayfa Öteki Tarih “Varlık kendiliğinden gerekliliktir” Hasan Sabbah ve Talimi Öğretisi – İsmail Kaygusuz

“Varlık kendiliğinden gerekliliktir” Hasan Sabbah ve Talimi Öğretisi – İsmail Kaygusuz

Erken Nizari İsmaililerin İmamlık öğretisine özel bir ilgi gösterdiği ve kuramsal özelliklerini burada odaklaştırdığı açığa çıkıyor. Hasan bin Sabbah İsmaililere Talimiye doktrinini (Buyurucu/Eğitici öğreti) İsmaililere öğretti. Sünni gözlemciler, Alamut İsmaililerin yeni davayı (al-dava al-cedid) yansıttığı yönünde farklı bir izlenim geliştirdiler. Oysa yeni Talimi öğretisi, herhangi bir yeni öğretilerin mezhepsel formülasyonunu gerektirmiyordu; çünkü bu daha çok, İmam Cafer Sadık tarafından ‘İlim öğretisi’ olarak somutlaştırılmış, Şii İslam’ın temel ilkelerinin yeniden formüle edilmesiydi. İbn Tughri Birdi (ö.1470) “al-Nujum al-Zahira fi MulukMisr wa’l-Qahira” kitabında “Mısır’da Fatımi Halifeliği al-Muiz e daha sonra al-Mustansir Talim ilkelerini en geniş yaygınlıkta kullandılar” demektedir.

Demekki, Hasan bin Sabbah Talim öğretisinin temelini atan kimse değildi, fakat onu işleyip genişletti ve zamanın gelişimiyle eşit düzeyde Şii İslam ‘İlim öğretisini’ yorumladı. Ancak “Cambridge History of Iran “da şöyle denilmektedir:

“Gözlemciler, eskisine zıt olan bir hareket ile birleşmiş bir ‘yeni öğreti’ olduğu ve buna şaşmamak gerektiği izlenimi edinmişlerdir. Ayrıca, eğer tamamıyla yeni bir sistem olmamış olsa bile, yine de İsmaililer arasında, doğrusu genel olarak Şiiler arasında çoktan beri sürmekte ve geçerli olan bir öğretinin gelişimi ve yeni bir vurgu idi: Talim doktrini, yetkin ve buyurucu bir öğretidir.”

Marshall Hudgson ise, ” Hasan bin Sabbah tarafından özellikle geliştirilmiş olan bizzat bu Talim öğretisiydi; Hasan, tüm yaşamı ve davranış biçimiyle koruduğu öğretiyi keskin bir düşünsel araç durumuna soktu”demektedir.
Hasan Sabbah bu içerikle bir tanrıbilimsel (teolojik) risale yazdı ve adını “Fusul-i Arba’a” (Dört Fasıl) koydu. Bu yeni İsmaili tezi idi ve onun tarafından İran dilinde yazılıp yorumlanmış bir deneme olarak, Talim öğretisinin tam geliştirilmiş bir biçimiydi. Bu birkaç yazar tarafından açıklanmış, özelikle de Şehristani tarafından özetlenmiştir. Aşağıda çevirisini erdiğimiz metinde görüleceği gibi, Hasan Sabbah Talim öğretisinde, içerik olarak, Tanrıdan İmama ulaşan mantık zinciri içinden bir halka olan Peygamber ile İmamın rolü üzerinde önemle duruyordu. Bu, İsmaili düşüncesine öylesine merkez oluşturdu ki, Horasan’daki yandaşları tarafından Talimiyya olarak tanınır oldu.

Birçok Sünni yazarlar, kendi edep anlayışları içinde hakaret dolu sözlerle Talim öğretisine saldırdılar. Abbasi yöneticileri de büyük tepki gösterdi ve tanınmış din bilgini Abul Hamid al-Gazali’yi (Ö.1111) kiraladı. Selçuklu baş veziri Nizamül Mülk’ün desteğiyle -ki onu Bağdad’da kurduğu Medreseye yüksek maaşlı müderris olarak atamış bulunuyordu- Gazali, “Kitab fadai ‘ih al-Batiniyya wa fada’il al-Mustazhiriyyd” ve diğer yazılarında onu reddetmeye uğraştı. Wilferd Madelung’a göre, “Hasan
Sabbah’ın kendi öğretisi içinde İslama temelden sert bir meydan okuma vardı. Fatimi İsmaililiği gibi, o da Şeriatın sertliği ve yürürlükte, yani zorunlu görülen uygulanışı üzerindeki karşı iddialarında ısrarlı oldu.”

El- Şehristani’de İsmaililerin Batıni Öğretileri

Yaşamının çoğunu doğum yeri olan Horasan’da geçirmiş. Selçuklu Sultanı Sancar’la yakınlık kurup onun sarayında büyük ilgi görmüş Eşari-Şafii din bilgini Şehristani’nin kafası tüm din ve felsefelere açıktı. Çağdaşlarından bazıları onun Nizari davasına hizmet ettiği ve sonra İsmaililikten döndüğünü ileri sürerler. Onun birkaç dine birden (co-religious) inandığı düşünülmektedir. Ayrıca uzun bir dönem İsmaili olan Nasiruddin Tusi (Ö.1274), babasının dayısının öğretmeni olan Şehristani’ye “dai ‘ler dai ‘si” diye hitap ederek, onun bir Nizari İsmaili olduğunu ileri sürmektedir. İsmaililer ve inanç öğretileri hakkında verdiği bilgiler, Şehristani’nin onları çok iyi tanıdığını, dolayısıyla Tusi’nin ona “dai ‘ler dai ‘si” demekte haklı olduğunu göstermektedir. Kitabını 1116 yılında tamamladığına göre Hasan Sabbah ile çağdaş olduğu gibi yaşıt da olabilir.

Şimdi önce Muhammed bin Abdul-Kerim el-Şehristani’in, Kitab el – Milal’indeki İsmaililerin inanç, düşünce ve siyasetleri üzerinde Şehristani’in tanımlamalarını aktaralım. Arkasından aynı yazarın Arapçaya özetleyerek çevirdiği Hasan Sabbah’ın Fusul-i Arba’a (Dört Fasıl) adlı yapıtının Türkçe çeirisini vereceğiz.

“…İmamlık babadan oğula geçer ve ismen atanarak birbirlerine ardıl olurlar. Mezhebin öğretisi aynı zamanda, ‘çağın İmamını tanımayan ve ona boyun eğmeyenler kafir durumunda ölürler’, koşulunu getiriyor. Bu İsmaililer, çağrılarını bütün zamanlara ulaştırıyor ve bildirimlerini her dilde geçiyorlar. Başlangıçta, ilk propaganda üstadı tarafından (Hasan bin Sabbah kastediliyor. İ.K.) yeni örtüsü giydirilmeden önce, öğretinin eski biçimlerinden sözedeceğiz. Genelde bu mezheplere ‘Batınilik bağlılarına da ‘Batınilef adı verilmektedir.”

“Öğretileri gereği, bütün dışsal (zahiri) biçimlerin bir içsel (batıni) anlamda karşılığı bulunduğu ve her dinsel çıkışın mecazi bir yoruma (tevil) uygun olduğunu düşünüp, onaylayanlar için bu sıfat yeteri kadar adildir. Gerçekte onlar, bundan başka adlarla da çağrılır: Irak’ta Karmati ve Mazdekler, Horasan’da Talimiyya ya da sadece Mulhida (dinsiz, dinden çıkmış sapkınlar) gibi. Kendilerine gönüllü olarak İsmaili adını almış olanlar, onaylanmış kişi ve onun özel adının zorunlu kılmasıyla diğer Şii mezheplerden zaten ayrılırlar.”

“Eskiden beri Batiniler, öğretilerini eski Yunan filozoflarınınkilerle karıştırmış bulunuyorlardı. Yaratıcı hakkında inançları şöyledir: O ne vardır (yaratıcıdır) ne de yoktur (yaratılmıştır); ne bilgin(herşeyi bilen) ne cahildir; ne güç-kudret sağlar ne de güçten yoksun bırakır (mahrum eder). Diğer tanrısal sıfatlar konusunda söyledikleri de aynı biçimdedir.”

“Bu konuyu tam anlamıyla olumlu onaylama, onların gözlerinde,Tanrı ile diğer mecut varlıklar arasında bir çeşit topluluk yetişmiştir. Bu topluluk, kendileri için orada bulunan ve kendisi tarafından saptanan görüntü üzerine taşınarak ve antropomorfizme (insan biçimli tanrı inancına) aktarılır. Bu artık, onların nezdinde ya kesin kabul ya da yadsımadır.”

“İsmaililerin Tanrısı, aynı zamanda uzlaşmaz zıtlıkların tanrısı, muhalefet içinde karşıkarşıya kalmış elemanların yargıcı ve çelişkilerin yaratıcısıdır. Bu söylemlerine İmam Muhammed Bakır’a atfettikleri bir metin ile destek sağlamaktadırlar:

‘Bu sadece, Tanrının kendisine bilgin (herşeyi bilen) denildiğini bilenlerle bilimi tartışırken ve gücü sınanırken anlaşılır. Ona bilgin adından başka, eşit derecede kudret adı da verildi. Buradan anlamak
gerekir ki, kudret ve bilimin bağışlayıcısı O’dur. Bilim ve kudretle ilişkili olarak, biri veya diğeri Tanrıyı göstermeye hizmet eden kişilikler de kabul edilebilir gibi değildir.’

“Açıkça söylemek gerekirse deniliyor ki, İsmaililer tamamıyla tanrısal özden soydukları sıfatların/niteliklerin inkarcılarıdır. Bu, aynı şekilde Tanrının öncel sonsuzluğu, (ezeli, la prééternité de Dieu) üzerinde açıklamalarına kadar gider, yani Tanrı ne öncel (ezeli) sonsuzluk ne de rastlantıdır; sadece Tanrı Buyruğu ve onun Sözü (Logos, Kelam) bakımından öncel sonsuzluktan konuşulabilir. Şeylerin doğal kökeni ve Tanrının Yaratıcılığı konusunda ise sadece rastlantı olduğundan sözediyorlar.”

“Tanrısal buyruk, anlaşmada mükemmel olan İlk Aklı (l’intellect premier) ortaya çıkarttı, arkasından da bu akıl aracılığıyla “subséquente, ardıl, halef denilen ve ancak tanrısal mükemmellikte olmayan Evrensel Ruhu. Başlangıçtan itibaren Ruhu (l’ame,can) akıl (l’intellect) ile birleştiren ilişki; döllenmiş insan çekirdeği (embryon) ile gelişiminin mükemmeliğine ulaşmış insan arasında, ya da yumurta ile kuş, çocuk ile babası arasında v ilişkiyle karşılaştırılabilir. Ayrıca buna eşit olarak, erkeğin kadınla, ya da bir kocanın karısıyla ilişkisini düşündürebilir. Bu konuda İsmaililer şu açıklamayı veriyorlar: Ruh, aklın mükemmelliğine doğru kendisini harekete geçirten arzuyu hissettiği zaman, kendi noksan durumundan arzu edilen mükemmelliğe çekmiş olan bir harekete, aynı güçle gereksinimi vardı. Ancak onun sırası geldiğinde bu hareket araçsız olamazdı. Böylece evrensel ruhun itişi altında dairesel hareketler içinde oluşan göksel kürelerin doğuşu sonuçlandı. Bundan sonra varoluşu tamamlanan basit cisimler (les natures simples) oldu; onların hareketi sadece düz bir çizgi üzerinde ve daima Ruhun yönetimi altındaydı. Daha aşağılarda da madenler, bitkiler, hayvanlar ve insanın kendisi gibi karmaşık cisimler-nesneler (les natures composées) doğmak zorunda kaldı; tümü bünyelerinde özel ruhların birliğini taşıyorlardı. Bu özel ruhların arasında, bütün canlı varlıklar içinde göksel ışıkların akışmasını alacak özel bir yetenek tarafından, insanlarınki seçkinleştiriliyor. İnsan dahi tek başına, makrokosmos’u (büyük evren) tamamıyla karşılayan bir mikrokosmos (küçük evren) oluyordu.”

“Yukarı dünya, herbiri bir evrensel cisim olan tek akıl ve tek ruhu algıladığına göre, öyleyse bu aşağı dünyanın dahi bir evrensel aklı, bir birey görünümü altında içine alması gerekir. Bu sonuncusu, fiziksel yaratılış dünyası içinde tam gelişip olgunlaşmış ve yetkin yaşa ulaşmış bir insana eşdeğer olacaktır. Ona konuşan İmam (l’İmam parlant, İmam-ı natık) adı verilir; o Peygamberdir, ya da bir birey biçiminde evrensel ruh. Bu, henüz organları tam olgunlaşmamış, ama olgunlaşmaya giden yolda bulunan bir çocukla karşılaştırılabilir; hatta bir varlığın bütünselliğini oluşturmak zorunda bulunan bir embriyon ya da erkek (tohumu) ile birleşen dişi (yumurtası) ile kıyaslanır. Evrensel ruhun bu temsilcisine „Öz ya da Temel’ adı erilir ve İmamın mirasçısının adlandırılması da buna benzetilmektedir.”

“İsmaililer, şu türden tartışmaların izleyicileridir: Gökler ve basit cisimler, aynı şekilde erensel aklın ve ruhun istemi altında hareket ederler, yine benzer şekilde ruhlar ve tek tek bireyler, Peygamber ya da vasisinin onlara yaptıkları baskı hareketine boyun eğerler. Bu, bütün zaman içinde ve yedili düzene bağlı devirlerle (sürüp gider). Devirlerin sonuncusunun sonuna ulaşıldığı zaman; yasal zorunlukların kaldırıldığı, din kuralları ve kurumlarının ortadan kalktığı Kıyamet (Yeniden Diriliş, la Résurrection) yaşanır. Gerçekten, bağlantılı bulundukları göksel hareketler gibi dinin yasaları ve kurumlarının da, yetişkin bir ruhu son anına, yani mükemmelliğe doğru götürmekten başka bir hedefi asla olmadı. Bu mükemmellik o ruh için, sadece aklın aynı yükseklik derecesine ulaşması olayında, kendi eylem modunu onunkinin düzeyine yükseltmek ve onunla birleşmekten ibarettir. Büyük Kıyamet (Grande Résurrection) dedikleri işte budur. O zaman, göksel küreler ve ayın altındaki dünyasal ögelerden oluşmuş birleşik cevherleri kaynaştıran bağların koparıldığı görülür. Derken gökler yarılır, yıldızlar birer toz zerresi gibi yayılır. Yeryüzü görünüm değiştirir; o artık yer değildir. Gökyüzü, üzerine mühür vurulmuş yazı parşömeni taşıyıcısı biçiminde üstüste katlanır. Bu dünyanın yaratıkları adil olarak yargılanır; iyiler e kötüler arasında, Tanrının sadık kulları ile isyancılar arasında ayırdetme işlemi yapılır.”
“Gerçeğin kendisinden doğan özel cisimler evrensel ruhla; yanlıştan doğanlar ise, yoldan şaşmalarının ve sahtekarlıklarının faili olan şeytanla birleşir. Her şeyde iki zaman vardır: Biri hareketten dinlenmeye geçirtir ve o yaratılış anıdır; diğeri dinlenmeden sonsuzluk anına götürür ve o mükemmeliğin zamanıdır.”

“İsmaililerin gözlerinde daha da fazlası vardır: onlar için, ticaret, yerleşme, bağış-vakıf, velilik, boşanma, yaralama halinde tazminat, öldürme halinde kısas ve kan bedeli ödemeyi konu alan hiçbir statü, ne bir reçete ne dinsel kurum yoktu ve ne de Şeriat’a (din hukukuna) başvuru. Onlara göre, bu gerçeklerin hiçbiri, evrenin dengesi içerisinde karşılığı bulunmadan varolamaz ve bu evrensel denge rakamsal ilişkiler, aynı zamanda adli raslantılarla açıklanır. Bu konuda kural, eğer Dinsel hukuk (Şeriat) varsa, onun doğasıyla açıklanmasıdır. Bir ruhsal doğadan oluşmuş varlıkların (Eons) çoğunluğu ve tanrısal buyruktan (la parole dine, tanrısal söz) çıkıp katılan varlıkların (Eons) bizzat kendileri, bedensel doğanın (de nature corporelle) dinsel yasaları ve yaratılışın sonuçlarıdır. Harfler ve sözcükler, benzer bileşimlere, bedenlerde ve biçimlenmelerde gözlenenlerinkine koşut olanlara uymaktadır. Üstelik harfleri birleştiren, ayrı tutan ve sözcüklere dönüştüren bağ, basit kuralları ve (öz, ceher) maddeden, aşağı dünyanın karmaşık vücutlarına ayrılmış olanları birbirine bağlayanla aynıdır. Alfabenin harfleri, onlar bile, dünyaların dengesi içinde, karşıtlarına sahiptirler: Karşıtlık, bu harflere özelliğini veren doğada ve doğal özelliğin, insanların ruhları üzerinde uygun etkileme içinde oluşur.”

“İmamların yüksek eğitiminden yayılan sözcükleri, bu yaratılmış yeryüzünün doğal niteliklerinden çıkarılanın vücutlarınkinin aynısı olduğu (halde), ruhların gıdasını yapan aklı, harflerin kullanım alanında aramak gereklidir. Özet olarak, her yaratığın yaratıldığı andan itibaren kendi beslenme ögesini (gıdasını) getirmesi Tanrının buyruğudur. Bu, ayrılıkçıları harfler ve simgelerin sayısal uyumlarına yaklaştırmaya götüren evrensel bir denge fikridir. Başka bir söyleyişle onlar, Fatiha (Başlangıç) suresinin girişinde, bazan yedi ve bazı kere oniki ögeden oluşmuş ve karşılıklı üç dört sözcüğe sahip cümlenin iki üyesinden ibaret İslam inancının açıklanmasında Tanrı adının ifadesini bulanlardır. Bir üye içinde tam yedi öge taşınırken, bir başkasında sadece altı; ayrıca onikiye eşit olan harflerin (sayısal değeri) cümleninin ikinci kısımları için aynıdır. Kısacası onlar, Kuran ayetlerini böyle bir dinsel yoruma bağladılar. Bu yorumda hiç de akla yatkın espri bulunmuyordu… “

“Bu bilgilendirme yöntemi dahi okulları kadar eskidir. Kozmik simetriler bilimine akıf olan, insanları kendilerinin farklı görünümleri e durumlarının ayırdına armaya götüren yol üzerinde rehber olabilecek bir İmama bağlanılması gerektiğine inandıklarından, bütün zamanlarının yapıtlarını birleştirdiler.”

Şehristani’de Hasan Sabbah ve Fusul-i Arba’a (Dört Fasıl)

“…Bununla birlikte, yeni davanın yayıcılarını oluşturan Nizari İsmaililer, Hasan Sabbah’ın kendisini izlemeleri için davet ettiği bu akılcı yargılama yöntemiyle kendilerini (diğerlerinden) ayrı tuttular. Gerçekten de öğretisini, olmayacak biçimde akılcı yargılarla sınırlayan Hasan Sabbah, savaşçıların desteğini aramayı ve güvenli kalelerin surların arkasında kendini sağlama almayı çok iyi düşündü.”

“Hasan Sabbah’ın Alamut kalesine ilk kez olarak çıktığı tarih Hicri 483 (1090) yılının Şaban ayıdır. Daha önce o, İmamının oturduğu ülkeye kendisini göndermiş olan sürgündeki birini tanımış (İran’da göreli baş dai AbdulMalikel-Attaş’tan sözedilmektedir; ancakEl-Şehristani’nin ona ‘bir sürgün’
demesi, Fatımipropagandist dai’lerinin de bölgede iyi karşılanmadığını gösteriyor. İ.K.) ve ondan çağdaşlarının ruhuna uygun bir yöntemle vaaz verme tarzı üzerinde dersler almıştı.”

“Hasan Sabbah doğduğu ülkeye, İran’a dönünce; dai’liğinin başlangıcından beri, bütün dünya çağları içinde yöneticilik yapabilmesinden kuşku duyulması ve yalan söylemesi olanaksız bir İmamı seçmeye oradakileri davet etme görevini üstlendi. Ona göre, Peygamber’in kendisiyle kurtuluşa çağırdığı inancın amacı, bütün diğer İslam mezheplerinden ayrılmalıydı; diğerlerinden farklılığı, bu mezhebin içinde kesinlikle İmamın bulunmasıydı. İşte bu düşünce onun teolojisine derinlik veriyor ve eserlerinden uzunca bir yorumu, Farsça kadar Arapça olarak da bizi, kadere bağlı biçimde bu yazıyı yazmaya götürüyordu.”

“Kendi adımıza biz, onun Farsça eserlerinin birinden özel bir pasajı Arapçaya çevirmekten memnunluk duyuyoruz. Bu durumda, çeviri tüm ayıplamaların korunağında kalıyor; çünkü bu yalnız, Tanrının rahmeti ve ancak onun yardımıyla mümkün olan gerçeği izleyen ve yanlıştan ayıranlara, sadakatla söz veriştir. Hasan Sabbah’ın özgün olarak Farsça yazıp, vaazlarının başına koyduğu “Dört fasıl” ile başlayacağız. Aşağıda Arapça (kuşkusuz burada Türkçe İ.K.) çevirisini bulacaksınız. ” “Bu fasıllardan birincisinde Hasan Sabbah şu düşünceyi sergiliyor: Ulu Tanrı’ya dair sahibolunan uygun bilgi hakkında sadece iki tarzda söz söylenebilir: Bu bilginin, yalnızca aklın ve hiçbir öğretmenin eğitimi (talimi) yeterli gelmeden oluşan bir sınavın sonucu olduğunu onaylayabiliriz. Ya da akıldan ve alışılmış düşüncelerden bağımsız olarak gerçek bir öğretmen (muallimin sadık) eğitiminin son derecede gerekli olduğu savunulabilir. “

“Oysaki, eğer seçeneklerden birincisi için konuşuluyorsa, bir başkasının aklına ve ondan yayılan yansımalara aynı hakkı yadsımanın hiç bir anlamı yoktur. Gerçekte, ayni şey aracılığıyla onu eğitmeden bu hak onun için reddedilebilir; o kadarki bu red ve inkarcılığın kendisi eğitimin değerini oluşturur; sadece mutlak gereksinimi kanıtlayabilir ve orada bir diğer kimseden eğitim alacak başkaları da bulunacaktır. Hasan Sabbah’ın gözünde, bu seçenek kaçınılması mümkün olmayan bir şeydi ve o, bu amaçla, kendisinin veya başkasının tutulan bir fikrinin kabul edilebilirliği ya da bir fikrin açıklanabilirliğini gözlem altına alıyordu. Öyleyse bu birinci kısım, insanların kişisel adaletini ve aklını savunanlara karşı yöneltilmişti.”

“İkinci kısımda (fasıl) ilk kez; bir mürşide-öğretmene başvurma gereksinimi tanıyıp, onlardan herhangi birine tutunmak yeterli midir? yoksa gerçek bir öğretmen seçimi yapmak mı gereklidir?
sorusu soruluyor. Herhangi bir öğretmeni izlemeye hazır olduğunu bildiren kimse, aynı şekilde, başkası için aynı hakkı reddetme yetkisine çekiliyordu. Doğrusu kendisi için o, sadece gerçek öğretmenin adına reddedilebilirdi, çünkü onun yanında kendisine gerekli güvenceleri bulabilecektir. Bu fasıl, Hadis yandaşlarıyla (Sünnilerle) mücadeleye yöneliktir.”

“Üçüncü fasılda Hasan Sabbah, ilk kez bir mürşidin gerekliliğini ortaya koyup, kendisinden hemen eğitim almak için ilk fırsatta onu bulmalı ve onu üstad tanımalıdır; yoksa, tersine ilk gelmiş olan, yani gerçek kimliği bilinmeyen ve doğruluğu iyi anlaşılmayan bir adamın yanında eğitilmek mümkün olur mu?, diye soruyordu. İkinci varsayım (hipotez), bir öğretmenin (mürşidin) varlığına inanmayan Sünnilerin durumuna ve ancak kendisine yol açan bir rehberin aracılığıyla çıkış bulabilen kimsenin durumuna geri döndürebilirdi. Zira bir atasözünün ifade ettiği gibi, ‘bir yol arkadaşının seçimi, izlenmek istenen yol seçiminin önüne geçmeli’, diğer bir söyleyişle, ‘yoldan önce yoldaşını seçmelisin.’ Bu fasıl da Şiiliğe bir reddiye olmaya yöneliktir.”

“Dördüncü fasılda Hasan Sabbah, insanlığın genel olarak iki büyük bölükten oluştuğunu gösteriyordu. Bir bölüğü, Yüce Yaratıcı’dan almak istedikleri bilgi içinde, gerçek bir mürşitten geçmeyi bileceklerini kabul ediyor. Bu gerçek öğretmen hakkında yaptıkları kimlik saptama ve tanımlamaya göre, kendisinden almak istedikleri eğitim üzerinde, zorunlu olarak öncelik vermeleri gerektiğine inanıyorlardı.”

“Diğerleri ise, nitelikli ya da değil, herhangi bir öğretmen tarafından eğitilmeyi kabul etmektedirler. Oysa, önceki mantıksal önermelerden onun çıkardığı sonuç; akıl birincilerin yanındadır. Öyleyse onların başlarında olan kimsenin (celui qui est a leur tete), gerçeğin seçimini yapan bütün insanların başkanı olması gerekir. Karşıt durumda olan hatalı bir fikrin seçimini yapmış olan ikincilerdir. Onların başlarında yeralan şefler de ancak hatanın öğretmenleri olabilirler.”

“Hasan Sabbah bu yöntemle, gerçeği bilen insanın genel bilgisine, aynı gerçeğin yardımıyla ulaşmanın mümkün olduğunu da iddia ediyor; sonra bu gerçeği elinde tutanın yardımıyla gerçeğe gitmekten ibaret olan ayrıntılı bilgi çevresine geliyordu.

Hasan için, bu iki aşama hiç bir durumda kusurlu bir dönüşümü biçimlendiremez;sadece yoksulluğumuzun tanınması olan gerçeklik e bu aynı yoksulluğu bize bir gereksinim yapan, yani gerçekliği elinde tutan kişilik biçimlendirebilir.”

“Bir kere de şöyle kanıtlamayı deniyor: düşkünlüğümüz bizi, bu sefaletimizin oranını bize sırasıyla tanıtan İmamın bilgisine götürüyor. Hasan Sabbah’a göre, gerekliliğin varlığını -ki varlık kendiliğinden gerekliliktir- belirlerken, başka türlü hareket edilmez. Ancak olası şeylerin içselliğinde (batıni yanında) varolan olasılık oranını belirlemeye götüren bu sonuncusudur.”

” Hasan Sabbah için, tanrısal birlik (tevhid) bilimi, bu akılcı yargı yöntemiyle her noktada karşılaştırmalı bir yol izlemektedir.”

“Öyleki Hasan Sabbah’ın Fasıl’larının her biri, ya öğretilerine bir giriş ya da rakiplerininkine bir reddiye içermektedir. Bununla birlikte yapıtının büyük bölümü eleştirilerden (reddiyelerden)
kuruludur. Bunu yaparken anlamsız biçimde akıl yürütmeler ya da birbirine aykırı fikirlerlerden yanlışın kanıtını (une preue d’erreur) ve onların uyuşmasından doğrunun (la vérité) yararına bir kanıt göstermekten ibaret olan tümevarım yöntemini kullanmıştır.”

“Doğru ile yanlış ya da yine özsel olan ve olmayan arasında Hasan Sabbah’ın yapmak istediği ayırdetmeyi yükselten aynı işlemdir. Akılcı yargı, dünyanın yanlış ve doğru arasında paylaşıldığını ve biri ile diğeri, kendi ayırdedici özelliklerinden elde ettiklerini ifade etmekten ibarettir. Doğru birliğin özelliklerine, yanlış çokluğunkine sahiptir. Oysa, yanlış kişisel adalet meyvası olurken, birlik sadece bir gerçek öğretmenin (mürşidin) eğitimiyle oluşur. Bu eğitim (talim), dinsel bir topluluğun varoluşuyla birlikte, topluluk ise sırayla İmamın varlığıyla yürür.Tam aksine bireysel adalet, sonuca giden yolda pek çok önderlerin adaletiyle gelişen çeşitli mezheplerin varlığıyla uyuşmaz değildir.”

“Hasan Sabbah doğru ile yanlış arasında varolan ilişkilere dair yaptığı incelemede, onların arasında herhangi bir görünüş altında benzerlik ve bir başka görünüş altında benzemezlik bulunduğunu gösteriyor; herbiri iki görünüşe elverişli olan doğru ve yanlış, iki zıt uçlarıyla bir karşıtlıklar çifti biçimini almalarına rağmen, yine de, diğer iki uçlarıyla birbirlerini düzene soktuklarını vurguluyordu. Hasan Sabbah bu kuraldan, sırayla işleyip tartıştığı tüm soruları tarttığı bir terazi-dengeleme (la balance) oluşturuyor. Ayrıca İslam dininin açıklamasını yapan söylemleri bu teraziyle ölçtüğünü iddia ediyordu. Ona göre bu söylemler etkili biçimde, yadsıma ve onaylama ile yapılanmış; ya da eğer bir yeğleme yapılırsa, bir istisnanın katıldığı yadsımayla düzenlenmiştir. Zira o, Hasan Sabbah için, yanlış bir yadsıma nesnesi olmak zorunda kalan şeydi; oysaki bunu doğrunun özünü onaylamanın alıştırılmasında aramak gerekir. Burada söylenmek istenen, terazi ya da dengeleme ölçütünü, iyi ile kötü, doğru ile yanlış e bütün diğer şeylere dahi biçim veren bu karşıt çiftlere onun kendi uygulama biçimiydi. Hasan Sabbah’ın özgünlüğü, bütün tartışma konusu için, eğitici bir büyük öğretmenin (mürşidin) gereksinimi kuralına uyulmasıydı. Buradan o, tanrısal birliğin (tevhid) olabilirliğini çıkarıyordu; şöyleki, tanrısal birlik, eşit derecede peygamberliğe de uygun düşüyor ve bu sonuncusuna (peygamberliğe), ancak İmamlığı dahil etmek koşuluna bağlı olarak, tamamıyla Tanrı adı uygun düşebilirdi. Hasan’ın teorilerinin uzandığı en uç nokta böyleydi. “

“Genel durumda Hasan Sabbah, yandaşlarından sade kalabalığın böyle bilimsel incelemelere dalmasına engel oluyor. Onlara, bütün eski yapıtları, hiç olmazsa kendi iç dünyalarını etkileyecek ve bilgileri bir bütünlük içinde düzenlemiş bilginlerin mükemmellik derecesi üzerinde durmasını bilecek olan, kendi elit çevresinin okumasını ve öğretmesini öngörüyordu. O, ayrıca yandaşlarının, basit olarak, sadece Muhammed’inkinden başka Tanrı bulunmadığı inancı ve onaylamaları ötesinde teolojik tartışmaların içine girmesini yasakladı.”

“Çünkü onlar, sadece zihinlerinde ya da onu anlamakta kafaları karışan herkesin konuya ilişkin algılamalarında varolan bir Tanrıya hizmet etmelerinden (dolayı) hasımlarını ayıplamaya başlarlardı. O zaman Yaratıcı hakkında, örneğin o tek mi yoksa çok mu, bilgin mi cahil mi, güçlü mü güçsüz mü olduğu üzerinde onların düşüncelerini anlamak için sorular sorulması boşunadır; doğrusu sadece aşağıdaki yanıt alınabilmelidir:
‘Benim Tanrım Muhammed’in Tanrısıdır ve Tanrı O’nu (size) yol göstersin diye gönderdi’ (Kuran, LXI 8?). Öyleyse, Tanrıya götüren yolu öğreten Peygamberi dinlemek gerekir.”

“Bu ayrılıkçılarla, önde gelen önermeler temeli üzerinde defalarca tartışmaya girmek durumunda kaldım. Onlar asla şu değişmez sorunun ötesine geçmiyorlardı:
‘Sefaletimizin gereksinim duyduğu kişi tesadüfen sen mi olacaksın? Dudaklarından dökülen bu sözleri dinlemek zorunda mıyız? Gereksinim duyduğumuz mürşidi (öğretmeni) senden mi yapalım?”

“Sık sık gerçek öğretmen zorunluğu maddesi üzerinde bir ayrıcalık yapıyor ve şunları soruyordum: ‘Öyleyse, mutlak gereksinim duyduğumuz bu adam nerededir? O bana, teolojide inanmanın gerekli olduğunu söyleyecek mi? Ve bana algılanabilirlik-anlaşılabilirlik kuramının adil olduğunu bana tanıtlayacak mıdır? Zira sonuçta, bir öğretmen bizzat kendisi için araştırma yapmaz, ama öğrettiği bilimler için yapar. Oysa, sizin alışkanlığınız bilimin kapısını kapatıyor, usluca kabullenme ve kulluk öykünmesinin kapılarını açıyor; düşünen hiç bir kimse bir öğretiyi, onun nüfuzunu yerinde denemeksizin kabul edemez ve üzerinde hiç bir işaret görmediği yola bağlanamaz.”

“Bütün bu tartışmanın ilkeleri sadece tahmini hükümlerdir ve onların sonuçları boyun eğmeci bir kabuldür, ama Kuran ayetinin söylediklerine de harfiyyen uygundur: ‘Tanrınıza andolsun ki, kendi aralarında çıkan anlaşmazlıkların hakemliği için sana başvurup, sonra da verdiğin kararlara, içlerinde bir kuşku duymaksızın, tam anlamıyla boyun eğmeyenler gerçek mümin olamazlar (Kuran, LXV).”

Kaynak: Hasan Sabbah ve Alamut İsmail Kaygusuz

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version