KAPİTALİST DÜNYA EKONOMİSİNDE SINIF ÇATIŞMASI * – IMMANUEL WALLERSTEIN

    Toplumsal sınıf Karl Marx tarafından icat edilmiş bir kavram değildi. Yunanlılar zamanında biliniyordu ve 18. yüzyıl Avrupa toplumsal düşüncesinde ve Fransız Devrimi’nden sonra yazılan eserlerde yeniden ortaya çıktı. Marx’ın katkısı ise üç yönlüdür. İlk olarak, tüm tarihin sınıf mücadelesinin tarihi olduğunu öne sürmüştür. İkinci olarak, an sich (kendinde) bir sınıfın, für sich (kendi için) bir sınıf olması gerekmediği olgusuna işaret etmiştir. Üçüncü olarak, kapitalist üretim tarzının asli çatışmasının burjuva ile proleter arasında, üretim araçlarına sahip olanlarla olmayanlar arasında olduğunu öne sürmüştür.
    (Bu, üretici olmayan rantiye­lere karşı, aktif patronların işçilerle birlikte üretici kişiler olarak gruplandırıldığı, esas uzlaşmazlığın üretici kesim ile üretici ol­mayan kesim arasında olduğu iddiasıyla terstir.)

    Sınıf çözümlemesi, devrimci amaçlar için kullanılmaya baş­lanınca, devrimci olmayan düşünürlerin hepsi tarafından değilse bile birçoğu tarafından meşruiyeti öfkeyle reddedilerek bir kenara bırakıldı. O zamandan beri Marx’ın sınıf üzerine bu en önemli üç iddiasının her biri şiddetli anlaşmazlıklara konu oldu.

    Weber, sınıf çatışmasının, grup çatışmasının asli biçimi oldu­ğu savına, sınıfın, grupları oluşturan üç boyuttan yalnızca biri ol­duğunu; diğer ikisinin statü ve ideoloji olduğunu ve bu üç boyu­tun da aşağı yukarı eşit derecede geçerli olduğunu öne sürerek karşılık verdi. Weber’in takipçilerinden birçoğu daha ileri gittiler ve asıl ya da “ilksel” olanın statü grubu çatışması olduğunu öne sürdüler.

    Çeşitli sosyal psikologlar, sınıfların belirli zamanlarda für sich olup olmadıklarına bakılmaksızın, an sich varoldukları savına karşı, anlamlı olan tek deneysel kavramın sözde “öznel” bir kav­ram olduğunda ısrar ettiler. Bireyler sadece kendilerini bu tür sınıfların üyesi saydıkça öyledirler.

    Burjuvazinin ve proletaryanın kapitalist üretim tarzındaki iki asli, kutuplaşmış grup oldukları savına karşı, birçok çözümlemeci (bizzat Marx’tan alıntı yaparak) ikiden fazla “sınıfın” varolduğunu ve “kutuplaşmanın” zamanla çoğalmayıp azaldığını öne sürerek karşılık verdiler.

    Marksist öncüllere getirilen bu karşı kanıtların her biri; kabul gördükleri ölçüde, özgün Marksist çözümlemeden çıkan siyasal stratejilerde bozulmaya yol açtı. Bu durumda tepkilerden biri, bu karşı kanıtların ideolojik temellerini göstermekti ve bu birçok kez yapıldı. Ama, ideolojik çarpıtmalar beraberinde kuramsal yanlışlı­ğı getirdiğinden, rakip kavramların kuramsal kullanışlılığının tar­tışılmasında yoğunlaşmak, uzun vadede, hem entelektüel hem de siyasal açıdan daha etkilidir.

    Bundan başka, sınıf ve sınıf çatışmasına ilişkin Marksist ön­cüllere yapılan sürekli saldırı dünyanın gerçeklikleriyle birleşerek, Marksist cephenin içinde entelektüel belirsizliğe yol açmıştır. Bu belirsizlik zamanla üç biçim almıştır: sözde “ulusal sorun”un öne­mine ilişkin tartışma; belirli toplumsal tabakaların (özellikle de “köylü”nün ve “küçük burjuvazinin ve/veya “yeni işçi sınıfı”nın) rolüne dair tartışma; küresel, mekânsal hiyerarşileştirme kavramlarının (“merkez” ve “çevre”) ve bunlarla ilişkili olan “eşitsiz mü­badele” kavramının yararlılığına ilişkin tartışma.

    “Ulusal sorun” Marksist (ve sosyalist) hareketlere, ilk kez 19. yüzyılda, özellikle de Avusturya-Macaristan ve Rusya impa­ratorluklarında, gündemine girmeye başlamıştır. “Köylü sorunu” iki dünya savaşı sırasında, Çin Devrimi’yle öne çıkmıştır. “Çevre” nin bağımlı rolü İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Bandung’un, sömürgelikten kurtuluşun ve “Üçüncü Dünyacılık”ın dümen su­yunda çok önemli bir mesele haline gelmiştir. Aslında bu üç “so­run” tek bir temanın varyantlarıdır: Marksist öncüller nasıl yorumlanmalı; gerçekte tarihsel olarak evrildiği şekliyle kapitalist dünya ekonomisinde sınıf bilincinin ve sınıf oluşumunun temelleri neler­dir ve dünyanın, bu öncüller açısından tanımlanışıyla, onun için­de yer alan gruplar tarafından halen siyasal olarak tanımlanışı nasıl uzlaştırılabilir?

    Bu tarihsel tartışmaları göz önünde tutarak, kapitalist üretim tarzının doğasının bize, gerçekte kimlerin burjuva ve proleter ol­dukları ve hem burjuvanın hem de proleterin kapitalist işbölü­münde çeşitli yer alış biçimlerinin siyasal sonuçlarının neler ol­duğu konusunda verdiği bilgileri tartışmayı öneriyorum.

    Bir üretim tarzı olarak kapitalizm nedir? Bu kolay bir soru değildir ve bu yüzden gerçekte çok tartışılan bir soru da değildir. Bana öyle geliyor ki, “model”i inşa etmek için birleşen çok sayıda öğe vardır. Kapitalizm artık yaratımının en üste çıkarılmasının, per se (kendiyle) ödüllendirildiği tek üretim tarzıdır. Her tarihsel sistemde bir kısım üretim kullanım için, bir kısım üretim ise mü­badele içindir; yalnızca kapitalizmde, tüm üreticiler birincil olarak ürettikleri mübadele değeri için ödüllendirilir ve buna aldırmadıkları ölçüde cezalandırılırlar. “Ödüller” ve “cezalar”, “pazar” adı verilen bir yapı aracılığıyla dağılır. Bu bir yapıdır ama bir kurum değildir. Birçok (siyasal, iktisadi, toplumsal, hatta kültürel) ku­rum tarafından biçimlendirilen bir yapıdır ve iktisadi mücadelenin esas arenasıdır.
    Sadece artık, artık için, en üste çıkarılmakla kalınmaz; artığı daha çok artık üreterek daha fazla sermaye biriktirmek için kulla­nanlar, daha da çok ödüllendirilir. O halde sürekli yayılma, bu sı­rada sistemin bireyselci öncülü tarafından olanaksız kılınmasına rağmen, zorunludur.

    Kâr arayışı nasıl gerçekleşir? Asıl üreticilerin emeğinin ya­rattığı artık değere el koymaları için, tek tek şirketlere (bunlar büyüklük olarak bireylerden, devletler ötesi acenteler de dahil, çok geniş örgütlenmelere dek uzanmaktadır) yasal himayeler sağ­layarak gerçekleşir. Ancak, eğer bu artık değerin tümü ya da çoğu “şirketlere” sahip olanlar ya da kontrol edenler tarafından tüketilseydi kapitalizm olmazdı. Aslında, çeşitli kapitalizm-öncesi sis­temlerde olmuş olan hemen hemen budur.

    Kapitalizm bundan başka, sermaye sahiplerinin ve sermayeyi kontrol edenlerin, esas olarak, artık değerin yalnızca bir kısmını kendi tüketimleri için, (genellikle daha büyük olan) diğer bir kıs­mını ise daha yeni yatırımlar için kullanan kesimini ödüllendiren yapı ve kurumları içerir. Pazarın yapısı sermaye birikimi yapma­yanların (artık değeri sadece tüketenlerin) zamanla, sermaye biriktiricilere, iktisadi anlamda yenilmelerini sağlar.

    Buradan yola çıkarak, kendilerinin yaratmadıkları artık de­ğerin bir bölümünü alan ve bunun da bir bölümünü sermaye biri­kimi yapmak için kullananları burjuvazi olarak adlandırabiliriz. Burjuvayı tanımlayan belirli bir meslek ve hatta (tarihsel olarak önemli olmasına rağmen) yasal mülk sahipliği statüsü de değildir; burjuvanın, ister birey olarak, ister bir ortaklığın üyesi olarak, ya­ratmadığı artığın bir kısmını elde ettiği ve bu artığın bir kısmını üretim malzemesine (yine ister bireysel olarak, ister bir ortaklığın parçası olarak) yatırma konumunda olduğu gerçeğidir.

    Bunu mümkün kılan çok geniş bir örgütsel düzenlemeler dizi­si vardır; klasik “hür teşebbüs sahibi” modeli bunlardan yalnızca biridir. Belli anlarda, belli devletlerde (çünkü bu düzenlemeler ya­sal çerçeveye bağlıdır) hangi örgütsel düzenlemelerin hâkim ola­cağını belirleyen, bir yandan bir bütün olarak dünya ekonomisinin gelişme durumu (ve belli bir devletin dünya ekonomisindeki ro­lü), diğer yandan ise dünya ekonomisinde (ve o devlette) sınıf mücadelesinin bu durumun sonucu olarak aldığı biçimlerdir. Bu yüzden, tüm diğer toplumsal kavramlar gibi burjuvazi de durağan bir görüngü değildir. Aralıksız yeniden yaratılma ve bundan do­layı biçim ve bileşim olarak sürekli değişme süreci içinde olan bir sınıfın adlandırılışıdır.

    Bu bir düzeyde (en azından belli bazı epistemolojik ön­cüllerle) o denli açıktır ki, bunu söylemek çok bilinen bir şeyi tek­rarlamak gibi oluyor. Yine de literatür, herhangi bir yerel grubun, kapitalist dünya ekonomisinin gelişiminin başka bir yerinden ve zamanından türetilen bir örgütsel düzenleme modeli açısından, burjuva (ya da proleter) olup olmadığı konusundaki değerlendir­melerle dolup taşmaktadır. İdeal tip yoktur. (Çok tuhaftır ki, “ideal tip” Weberci bir yöntemsel kavram olmasına rağmen birçok Weberci pratikte bunun farkındadır, tersine birçok Marksist ise gerçekte “ideal tipleri” sürekli olarak kullanmaktadır).

    İdeal tip olmadığını kabul edersek, nitelikler bakımından de­ğil, ancak süreçler bakımından tanım (yani soyutlama) yapabiliriz. Bir birey nasıl burjuva olur, burjuva kalır, bir burjuva olmaktan çıkar? Bir burjuva olmanın başlıca yolu pazardaki başarıdır. Baş­langıçta başarı elde edilecek bir konuma nasıl gelindiğiyse ikincil bir sorudur. Çeşitli yolları vardır. Biri Horatio Alger modelidir: daha fazla çaba göstererek işçi sınıfındakilerden farklılaşmak. (Bu, Marx’ın feodalizmden kapitalizme giden “gerçekten devrimci yol”una şaşırtıcı bir biçimde benzer.) Oliver Twist modeli vardır: yetenek sayesinde seçilme. Horace Mann modeli vardır: potan­siyelin, resmi eğitimdeki başarı yoluyla ispatı.

    Fakat atlama tahtasına giden yol önemsizdir. Burjuvaların ço­ğu veraset yoluyla burjuva olurlar. Bu havuzda yüzme imkânı eşitsiz ve bazen de düzensizdir. Fakat en önemli soru şudur: belir­li bir birey (ya da şirket) yüzebilir mi? Bir burjuva olmak herkeste olmayan becerileri —kurnazlığı, sertliği, gayretli çalışmayı— ge­rektirir. Her zaman için, burjuvaların belli bir yüzdesi pazarda ba­şarısız olur.

    Ancak daha da önemlisi, hepsi değilse bile çoğu, konumla­rının sunduğu ödüllerin keyfini sürmek isteyen, başarılı olmuş büyük bir grup vardır. Muhtemel ödüllerden biri pazarda çok çetin bir şekilde rekabete girmek zorunda olmamaktır. Fakat geliri başlangıçta sağlayanın pazar olduğu varsayıldığına göre, gelir düzeyini, ona tekabül eden düzeyde çalışma girdisi sağlamadan koruyabilmenin yollarını bulmak konusunda yapılaşmış bir baskı vardır. Bu, başarıyı statüye dönüştürme çabasıdır — siyasal ve toplumsal bir çabadır. Statü geçmiş başarının ödüllerinin fosilleş­mesinden öte bir şey değildir.

    Burjuvazi için sorun, kapitalizmin dinamiğinin siyasal ya da kültürel kurumlarda değil, ekonomide yer almasıdır. Bu nedenle, statü edinme iddiasında olan statüsüz yeni burjuvalar her zaman vardır. Ve eğer çok fazla sayıda insan sahip olursa yüksek statü­nün değeri kalmayacağından, yeni zenginler (yeni başarılılar) her zaman, kendilerine yer açmak için diğerlerini yerlerinden etmeye çalışırlar. Açık hedef tabii ki, eski başarılıların, edinilmiş statü­lerine dayanan ama artık pazarda varlık gösteremeyen en alt par­çasıdır.
    Böylece, diyebiliriz ki, burjuvazinin her zaman üç parçası vardır: “yeni zenginler”; “eski başarılarının üstüne yatanlar”; ve pazarda hâlâ yeterince varlık gösteren burjuva çocukları. Bu üç alt-grup arasındaki ilişkileri anlayabilmek için üçüncü kategorinin hemen hemen her zaman en büyükleri olduğunu ve genelde diğer ikisinin toplamından da büyük olduğunu akılda tutmamız gerekir. Burjuva sınıfının homojenliğinin ve göreli istikrarının ana kaynağı budur.

    Ancak “yeni zenginlerin” ve “eski başarılarının üstüne yatan­ların”, burjuvazideki yüzdelerinin arttığı anlar olur. Bence bunlar genelde hem iflasların çoğaldığı, hem de sermaye yoğunlaşma­sının arttığı, iktisadi daralma anlarıdır.
    Genelde böyle zamanlarda, burjuvazinin içinde siyasal kav­ganın oldukça şiddetli hale geldiği görülür. Terminolojik olarak sıklıkla, “ilerici” unsurlarla “gerici” unsurların savaşı olarak ta­nımlanır. Bu tanımda “ilerici” gruplar, kurumsal “hakların” ve im­kânların pazardaki varlık açısından tanımlanmasını ya da yeniden tanımlanmasını talep edenler, “gerici” gruplarsa önceden edinilmiş ayrıcalıkların (sözde “geleneklerin”) korunmasını vurgulayanlar­dır. Bence İngiliz Devrimi bu tür burjuvazi içi çatışmanın çok açık bir örneğidir.

    Bu tür siyasal mücadelelerin çözümlenmesini bu derece tar­tışmalı hale getiren ve gerçek sonucu çoğunlukla belirsiz (ve esas olarak “muhafazakâr”) kılan şey, burjuvazinin en büyük parçası­nın (çatışma sırasında bile) hem “sınıf” hem de “statü” bakımından ayrıcalık iddia etmesi olgusudur. Yani, bu iki tanımdan han­gisi üstün gelirse gelsin, birey ve alt-grup olarak otomatik bir bi­çimde yenilmezler. O halde, tipik bir biçimde, siyasal olarak ka­rarsız ya da bocalar durumdadırlar ve “uzlaşma” peşindedirler. Ve eğer, diğer alt grupların ihtirasları yüzünden bu uzlaşmayı derhal sağlayamazlarsa, uygun zaman gelene dek fırsat kollarlar (İngil­tere’de 1688-89’da böyle olmuştur).

    Bu tür burjuvazi içi çatışmaların çekişen grupların retoriği açı­sından çözümlenmesi yanıltıcıdır; ancak bu tür çatışmaların, kapi­talist dünya ekonomisinin devam eden süreçleri açısından önem­siz ya da ilgisiz olduğunu iddia edecek değilim.

    Bu tür burjuvazi içi çatışmalar, kesinlikle sisteme iktisadi da­ralmaların dayattığı yinelenen “sarsıntıların” ve sistemin esas mo­torunu, yani sermaye birikimini yenileme ve yeniden canlandırma mekanizmasının parçasıdır. Bu tür çatışmalar sistemi işe yaramaz asalakların bir kısmından arındırır; toplumsal-siyasal yapıları de­ğişen iktisadi etkinlik ağıyla daha uyumlu hale sokar ve süregiden yapısal değişim için ideolojik bir cila işlevi görür. Eğer buna “ilerleme” demek isteyen varsa diyebilir. Ben bu terimi daha temel toplumsal dönüşümlere saklamayı tercih ederim.

    Sözünü ettiğim bu diğer toplumsal dönüşümler, burjuvazinin evrilen karakterinin değil, proletaryanın evrilen karakterinin so­nuçlandır. Eğer burjuvaziyi, kendilerinin yaratmadığı artık değeri alanlar ve bunun bir kısmını sermaye birikimi yapmak için kulla­nanlar olarak tanımladıysak bunun sonucu olarak proletarya da, yarattıkları artık değerin bir kısmını başkalarına bırakanlar olarak tanımlanır. Bu anlamda, kapitalist üretim tarzında yalnızca burju­valar ve proleterler vardır. Kutupluluk yapısaldır.

    Proleter kavramına ilişkin bu yaklaşımın nelere yol açtığını iyice açıklığa kavuşturalım: Üreticiye ücret ödenmesini, proletar­yanın tanımlayıcı özelliği olmaktan çıkarır. Bunun yerine başka bir perspektiften yola çıkar. Üretici, değer yaratır. Peki, bu değe­re ne olur? Mantıksal olarak üç olasılık vardır: Hepsine sahip olur (dolayısıyla elinde tutar), bir kısmına sahip olur, ya da hiçbir kısmına sahip olmaz. Eğer hepsine sahip olmaz da, bir kısmını ya da hepsini başka birine (ya da bir “şirkete”) “aktarırsa” karşılığında ya hiçbir şey ya mal ya para ya da mal artı para alır.

    Eğer üretici hayatı boyunca kendi ürettiği değerin hepsini gerçekten elinde tutarsa kapitalist sisteme katılmamış olur. Ama kapitalist dünya ekonomisinin sınırları içinde, bu tür bir üretici sandığımızdan çok daha ender bir olaydır. Daha yakından incelen­diğinde sözde “geçim için üreten çiftçi”nin bile aslında bazı yollar­la, birilerine artık değer aktardığı görülür.
    Eğer bu grubu saf dışı bırakırsak diğer mantıksal olasılıklar, içlerinden sadece bir tanesi klasik modeli karşılayan sekiz çeşit proletaryadan bir matris oluştururlar. Klasik modele uyan bu bir tanesi, yarattığı değerin hepsini “sahip”e aktaran ve karşılığında para (yani ücret) alan işçidir. Matrisin diğer noktalarına ise küçük üretici (ya da “orta köylü”), kiracı çiftçi, ortakçı, gündelikçi, köle gibi tanıdık tipleri yerleştirebiliriz.

    Kuşkusuz bu “tipler”in her birinin tanımına ilişkin başka bir boyut daha vardır. Söz konusu olan, işçinin rolünü belli bir bi­çimde oynamayı, pazarın baskıları altında (buna pişkinlikle “öz­gür” emek adını veriyoruz) ya da siyasal mekanizmanın buyruk­ları yüzünden (buna da dürüst bir şekilde, angarya ya da “mec­buri” emek diyoruz), nasıl kabullendiğidir. Başka bir konu da sözleşmenin uzunluğudur; günlük, haftalık, yıllık ya da ömür bo­yu olabilir. Üçüncü bir konu ise üreticinin verili bir patronla iliş­kisinin, üreticinin rızası alınmadan, diğer bir patrona devredilip devredilemeyeceğidir.

    Çalışmaya zorlanma derecesi ve sözleşme uzunluğu ödeme biçimiyle kesişmektedir. Örneğin, 17. yüzyıl Perusu’nda mita, zorunlu ücretli emekti, ama sadece belirlenmiş bir süre için zorun­luydu. Resmi sözleşmeyle bağlanmış emek, üreticinin, yarattığı değerin tümünü aktardığı ve karşılığında büyük kısmını mal ola­rak aldığı bir emek biçimiydi. Süresi sınırlıydı. Gündelikçi bütün değeri aktarıyordu, kuramsal olarak para, ama pratikte mal alı­yordu; sözleşme kuramsal olarak bir yıl, pratikte ise ömür boyu sürüyordu. Gündelikçi ile köle arasındaki fark, kuşkusuz sonuçta kuramsal bir farktı, ancak pratikte iki yönde ortaya çıkıyordu. Bi­rincisi, bir derebeyi bir köleyi satabilirdi, oysa genelde bir günde­likçiyi satamazdı. İkincisi, eğer dışarıdan biri gündelikçiye para verirse yasal olarak “sözleşmesini” sona erdirebilirdi. Bu bir köle için geçerli değildi.

    Bu morfolojiyi oluştururken nihai bir amaç olarak değil, ka­pitalist dünya ekonomisinin bazı süreçlerini açıklığa kavuşturmak için yaptım. Çeşitli emek biçimleri arasında, iktisadi ve siyasal imaları açısından büyük farklılıklar vardır.
    Sanırım iktisadi olarak, basit bir biçimde (yani en az maliyet­le) denetlenebilecek tüm emek süreçleri içinde en yüksek karşılık alan emek biçimi ücretli emektir. Ve bu nedenle, artık değeri alan kişi üreticiyle mümkün olduğu kadar, ücretli olarak değil başka bir şey olarak ilişki kurmayı tercih edecektir. Şurası kesindir ki, artığın belli bir kısmı, denetim maliyetlerine harcanmak yerine üreticiye verilirse fazla denetim maliyeti gerektiren emek süreçleri daha az masraflı olur. Bunu yapmanın en kolay yolu ücretlerdir ve ücret sisteminin tarihsel (ve süregiden) kaynağı budur.
    Burjuvazinin bakış açısıyla, ücret göreli olarak pahalı bir emek tarzı olduğu için, neden kapitalist dünya ekonomisinde hiç­bir zaman tek ve hatta yakın zamana dek birincil emek biçimi bile olmadığını anlamak kolaydır.

    Ancak kapitalizmin de kendi çelişkileri vardır. Bunların temel olanlarından biri kısa vadede kârlı olanın uzun vadede ille de kârlı olmasının zorunlu olmayışıdır. Sistemin bir bütün olarak yayılma becerisi (bu, kâr oranını korumak için gereklidir) düzenli olarak, yetersiz dünya talebi karşısında darboğaza girer. Bunu aşmanın yollarından biri bazı üretici süreçlerin ücretsiz emekten ücretli emek süreçlerine toplumsal dönüşümüdür. Bu, üretilen değerin üreticide kalan kısmının artmasına ve dolayısıyla da dünya talebi­nin artmasına yarar. Sonuçta, bir emek biçimi olarak ücretli eme­ğin dünya çapındaki genel yüzdesi, kapitalist dünya ekonomisinin tarihi boyunca giderek artış göstermiştir. Genelde “proleterleşme” olarak söz edilen budur.

    Emek biçimi siyasal olarak da büyük farklılık yaratır. Çünkü üreticilerin gerçek geliri arttıkça ve resmi yasal haklar yayıldıkça, sonuçta bir noktaya kadar, proleter sınıf bilinci de yayılmaktadır. Bir noktaya kadar diyorum, çünkü “haklar” ve gelir artışının belli bir düzeyine gelindiğinde, “proleter” aslında başkalarının artık değeriyle yaşayan bir “burjuva” halini alır ve bunun en doğrudan et­kisi sınıf bilinci üzerinde olur. 20. yüzyıl bürokratı/meslek sahibi, aslında bazen belli grupların yaşamlarının seyrinde görülebilir bu niteliksel kaymanın açık bir örneğidir.

    “Burjuva” ve “proleter” kategorilerine ilişkin bu yaklaşım bi­çimi, “köylülerin”, “küçük burjuvaların” ya da “yeni işçi sınıfı­nın” rollerini açıkça gösterse de, “ulusal” sorunla ve “merkez” “çevre” ile ne ilgisi olduğu sorulabilir.
    Bu konuda konuşmak için, şu sıralar popüler olan bir soruna, kapitalizmde devletin rolüne bakmamız gerekir. Kapitalist dünya ekonomisinde bir kurum olarak devletin rolü, pazardaki bazıla­rının avantajını diğerlerine karşı artırmaktır; yani pazarın “ser­bestliğini” azaltmaktır. Bu “tahrifat”tan kârlı çıkanların tümü ta­rafından desteklenecektir bu; zararlı çıkanların tümü ise buna karşı olacaktır. Bütün sorun kimin tekerine taş konduğudur.

    Avantajları artırmanın birçok tarzı vardır. Devlet, geliri biri­lerinden alıp diğerlerine vererek aktarabilir. Devlet (metaların ya da emeğin) pazar imkânlarını sınırlayabilir, bu da zaten oligopollerde ya da oligopsonlarda payı olanların yararınadır. Devlet, ki­şilerin devletin eylemlerini değiştirmek üzere örgütlenmesini kı­sıtlayabilir. Ve kuşkusuz devlet, yalnızca kendi sınırları içinde de­ğil, daha ötesinde de etkide bulunabilir. Bu meşru (sınır geçiş­lerine dair kurallar) ya da gayri meşru (bir başka devletin içişle­rine karışma) biçimler alabilir. Kuşkusuz savaş da kullanılan me­kanizmalardan biridir.

    Devletin özel bir tür örgüt olduğunu kavramak çok önemlidir. Devletin egemenliği —ki bu modern dünyanın bir kavramıdır— sınırları içinde meşru zor kullanımını tekeline alma (düzenleme) iddiasıdır ve üretim unsurlarının akışına etkin bir biçimde müda­hale etmekte göreli olarak güçlü bir konumdadır. Belli toplumsal grupların da devlet sınırlarını değiştirerek avantaj sağlamaları kuşkusuz mümkündür. Ayrılık (ya da özerklik) ve ilhak (ya da fe­derasyon) hareketlerinin nedeni budur.

    Bir bütün olarak kapitalist dünya ekonomisinde yapısal işbö­lümünün siyasal payandası işlevini gören şey, devletlerin üretim unsurlarının akışına müdahale edebilme biçimindeki bu gerçekçi güçleridir. Yinelenen ilk uzmanlaşma hamleleri (bir metanın üreti­minde doğal ya da toplumsal-tarihsel avantajları) normal pazar be­delleriyle açıklanabilir; ama eğilimleri kemikleştiren, pekiştiren ve büyüten devlet sistemidir ve dünya çapında işbölümü modelini yenilemek için devlet mekanizmasının düzenli aralıklarla kulla­nılması gerekmiştir.
    Dahası akışlara müdahale etme gücü farklılaşmıştır. Yani, merkez devletler çevre devletlerden daha güçlü hale gelmişlerdir ve bu farklılaşmış gücü devletlerarası akış serbestliğini farklı­laşmış bir derecede tutmak için kullanmaktadırlar. Özellikle mer­kez devletler, tarihsel olarak, paranın ve malların emekten daha “özgür bir biçimde” akması için, zaman içinde ve dünya çapında düzenlemeler yapmışlardır. Bunun nedeni merkez devletlerin, bu yolla “eşitsiz mübadele”nin avantajlarından faydalanmalarıdır.
    Aslında eşitsiz mübadele sadece, dünya çapında artığa el ko­nulması sürecinin bir parçasıdır. Bir proleterin bir burjuvaya ilişkilendirildiği modele harfiyen bağlı kalırsak hatalı çözümlemeler yaparız. Gerçekte, üreticinin yarattığı artık değer bir dizi kişi ve şirketten geçer. Bu nedenle, birçok burjuvanın, tek bir proleterin artık değerini paylaştıkları olur. Zincirdeki farklı grupların (mülk sahibi, tüccar, ara tüketiciler) kesin payları tarihsel değişime tabi­dir ve kapitalist dünya ekonomisinin işleyişinde analitik bir de­ğişkendir.
    Bu artık değer aktarımı zinciri ulusal sınırları sık sık (Çok sık? yoksa neredeyse her zaman mı?) aşar ve bu olduğunda, bur­juvalar arasındaki paylaşımı merkez devletlerdeki burjuvalar le­hine çevirmek üzere devreye devlet işlemleri girer. İşte bu eşitsiz mübadeledir — artık değere el konulması sürecinin bütünü için­deki bir mekanizma.

    Bu sistemin toplumsal-coğrafi sonuçlarından biri, farklı dev­letlerde, eşit olmayan bir burjuvazi-proletarya dağılımının oluşma­sıdır. Merkez devletler ulusal olarak, çevre ülkelerden daha yük­sek bir burjuva yüzdesine sahiptir. Buna ek olarak, iki bölgede bulunan burjuva ve proleter çeşitleri arasında sistematik farklı­lıklar vardır. Örneğin merkez devletlerde ücretli proleter yüzdesi sistematik olarak daha yüksektir.
    Kapitalist bir dünya ekonomisinde devletler siyasal çatışma­nın esas arenası olduğuna göre ve dünya ekonomisi ulusal sınıf bileşiminin yaygın bir şekilde farklılık göstermesi şeklinde işle­diğine göre, dünya ekonomisinin farklı konumlarında olan devlet­lerin politikalarının neden bu denli farklı olması gerektiğini kavra­mak kolaydır. Bundan dolayı, ulusal üretimin dünya ekonomisin­deki işlevini ve toplumsal bileşimini değiştirmek için belli bir dev­letin siyasal mekanizmasını kullanmanın, kapitalist dünya sistemi­ni kendiliğinden değiştirmeyeceğini kavramak da kolaydır.
    Ancak şurası açıktır ki, yapısal konumda bir değişime doğru yapılan bu çeşitli ulusal hamleler (bunlara çoğu zaman yanıltıcı bir biçimde “gelişme” deriz) gerçekten de dünya sistemini etkilemekte ve uzun vadede gerçekten de dönüştürmektedir. Ama bunu prole­taryanın dünya çapında sınıf bilinci üzerindeki etkileri yoluyla — araya giren bu değişken yoluyla— yaparlar.

    O halde merkez ve çevre, burjuvazinin artığa el koyma sis­teminin çok önemli bir parçasını belirlemek üzere kullandığımız ibarelerdir yalnızca. Çok basite indirgersek, kapitalizm, proleterin artık değerine burjuvanın el koyduğu bir sistemdir. Bu proleter burjuvadan ayrı bir ülkede bulunduğu zaman, el koyma sürecini etkileyen mekanizmalardan biri, devlet sınırlarından akışın kont­rolünün yönlendirilmesidir. Bu, merkez, yarı-çevre, ve çevre kavramlarında özetlenen “eşitsiz gelişme” şekillerine yol açar. Bu da elimize, kapitalist dünya ekonomisindeki birçok sınıf çatışması biçiminin çözümlenmesine yardımcı olan bir zihinsel araç ver­mektedir.

    Irk Ulus Sınıf
    Etienne Balibar, Immanuel Wallerstein
    Türkçe çeviri: Nazlı Ökten, Metis Yayınları


    * Bu makalenin İngilizce orijinali I.Wallerstein, The Capitalist World- Economy, Cambridge, 1979’da yayınlanmıştır.

    Cevap Ver

    Lütfen yorumunuzu giriniz!
    Lütfen isminizi buraya giriniz