Ana Sayfa Edebiyat “Üzüntü; gece gündüz vücuduna saplanmış bir oku taşımak demek” Kafka’nın Mesajı –...

“Üzüntü; gece gündüz vücuduna saplanmış bir oku taşımak demek” Kafka’nın Mesajı – Sadık Hidayet

Kafka’nın yazılarında eski bir dert eski zamanların üstüne kâbus gibi çöker sanki. Köpek kendi kendine düşünür: “Bizim neslimiz kaybolmuş. Zaten böyle olması gerekiyor. Ama eski nesillerden daha çok kınanacak durumda. Kendi dönemimizdeki ikilemde kalmayı anlayabiliriz. Doğru bu o kadar da basit bir ikilem değildir. Binlerce gece gördüğümüz, binlerce kez unuttuğumuz bir düştür bu.” Sonra bir zamana hayıflanır: “Köpekler henüz günümüzdeki kadar köpek olmamışlardı.
Kafka’nın dünyasında henüz mefhumunu kavrayamadığımız birtakım olayların ürkütücü mesajları görülür. Aslında çözülüp dağılan yeni unutkan insan birliğin mevcut olmadığı bir dünyada yaşar.

“Bağpur ölmüş, oysa onun fermanını bekleyenler vardır!”

Kafka okuyucuyu uzaklardaki adliyelere, koridorların alacakaranlığına, devlet dairelerindeki gizli kapılara, uzaktan kar altında parlayan şatoya çeker; sadece resimlerinin görülebileceği üniformalı kapıcıları, peygamberleri, özel temsilcileri, sözlerini çekinmeden söyleyen işçileri, pejmürde yargıçları ve uzun sakallı savcıları tanıtır bize. Ama bunların tümüne muhtaçtır. Adliye ile ilgili bu tipler resmi makamlarla el ele vermişlerdir. Garip bir tarzda hiyerarşiye uyan topluluk ile casusluk teşkilatındaki yönetici ve yönetilen arasındaki ilişki diğerlerinden daha çok göze batar. Komutan ve komuta edilen vardır. Resmi makamlar daima haklıdır. Kişiler hakkında canları istediğinde işleme koyup mahkumiyetle sonuçlandırabilecekleri dosyalar vardır.

Jozef K… hakkında en ağır ceza uygulanır. Çünkü adliyenin icrada bulunması ve her halükârda suçlunun cezalandırılması gerekmektedir. Dava romanında keşiş kilisede Jozef K…’ya der ki:
“— İşinin bitik olduğunu biliyor musun?
“— Nedenmiş o? Ben suçlu değilim! Bir yanlışlık olmalı. Üstelik birinin suçlu olması ne mümkün!? Çünkü hepimiz beşeriz ve birbirimize benzeriz.
“— Doğru ama, suçluların hüküm yürütme tarzıdır bu.”
“Ceza Sömürgesi”nde subay “Kuşkusuz daima bir hata vardır” der. Ama yanılmamak gerek; “Ceza Sömürgesi”nde adalet sistemi töhmet altında kalır ve kişi umutsuzluğa sürüklenir. Adalet denilen alet çalışamaz olur ve yasayı uygulamakla görevli cellat çaresiz kalır ve onun için mahkûmiyet demek olan kesin inzivayı seçer. Böylelikle adalet önceki komutanın ölümünden sonra adeta saçma sapan ve kusturucu bir merasim halini alır. (Burada Nietzsche’nin Kafka’nın düşüncelerindeki etkisini araştırmak gerekir.) Subay kendini işkence makinesinin iğneleri altına attığı zaman anlatılmaz bir coşkuya kapılır; vücuduna dövme ile yazılan ve eski mahkûmların cismanî dertlerinin tutkusu ve coşkusu içinde okudukları yazıyı sökemez. Burada da yalnız kurbanın değil, yasayı uygulayanların kavrama gücü de etkisiz kalır.
Kafka’nın ilgisini çeken bir başka sorun da yapı veya bünye sorunudur. Bünye, bir işin en iyi şekilde gerçekleşen müspet şeklidir. Bir tür yöneliş ve doğuş demektir. Vücudun yapılıp biçimlenme gereksinimi vardır. Yapı ilerleme kaydettikçe gerçeğin dairesine girer. Yapım işi inzivayı gerektiren apayrı bir şey değildir. Bir toplumun yararlanması amacıyla kullanılabilir. Bekâr olan Kafka bir başkasıyla ilişkisinin gerçekleşmesi için insanları ortak bir amaç etrafında toplayacak bir girişimde bulunmak ister. Yapıcı, yüksek makamların ve liderlerin arasına karışır. Yer ile gök arasında aracı olması gereken Babil Kulesi dramı gibi. Yani insanları bir araya getirirken kendisinin de göklere ağması gerekir. Ama Babil düştü ve bu yüzden Kafka’nın ilgisini çekti. Aynı şekilde Çin Seddi’nde uzaklıklar aşırı derecede fazladır ve genel durumda kargaşa ve çözülme hüküm sürmektedir. Yüksek makamlarla yapıcıların teması sürekli kesintiye uğrar. Bu iş asla bitme aşamasına gelemez. Dağınıklık getiren birlik getirenden daha güçlüdür.
Yunan mitolojisindeki Sisyphos gibi Kafka’nın her yapıtında göçmeye mahkûm olan, daima bir yerlerinde çatlaklar oluşan ve yürek korkusunun matkap vurduğu manevî bir yapı vardır. Şato’daki gezgin K…’nın çabaları, “Ceza Sömürgesi”nde subayın aklanmak için yaptığı planlar, “Değişim” de yaratığın sonsuz varsayımları, bunların tümü yapıdan başka bir şey değildir ve düşüşe mahkûmdur.
“Yuva” öyküsünde yapısı konusu ile bir hayvanın durumu birbirine bağlanır. Hayvan kendi zayıflığının etrafına güçlükle bir savunma hisarı çeker ve sığındığı yer onun düştüğü bir tuzak olur. Kendi yuvasına sahip olmaktan korkmaz. (Genel olarak Kafka mülkiyet ve mal varlığı konusuna asla ilgi göstermez.) Hayvanın korkusu daha çok başından beri bozulan yuvasının emniyetine yöneliktir. Ancak bu kez yapı yerin altında, toprağın içindedir. Kafka günlüğünde “Biz Babil kuyusu kazıyoruz” der. Kendi devrimizdeki şom yazgımıza kinayeli kinayeli temas eder: Oysa insan hayvana dönüşmüş ve hayatımız yer altındaki sığınağımızın korkusuyla geçiyor. Manen “derinlik”i ve “karanlık gerçekler”i araştırmaya başlıyoruz. Bu iş bizi kimi zaman cehenneme, kimi zaman yer altındaki mezar odasına götürüyor. Bu, korkudan kaynaklanan ve sayısız görevler karşısında idrakin saf dışı kaldığı dakik ama saçma bir yöntemdir.
“Şimdi değil.” Bu insanoğlunun bitmez tükenmez soruları ve gereksinimlerinin sonuncusu karşısında dünyanın ebediyen geçiştirme vaadidir. “Ne şimdi, ne yarın, ne hiçbir zaman.” Bu geçiştirme Kafka’nın hemen hemen tüm yapıtlarında tekrarlanır. Çin Seddi’ni inşa edenler tüm hayatları boyunca hükümdarın mesajını bekleyip durdular. Bizim yaşamımız bağımsız ve kalıcı bir şey olmadığı gibi bir değeri de yok. İki yokluk arasında bir konak yeri. Bizim dünyamız Avcı Gracchus’un dünyası gibi bir gezgin Yahudi dünya.
Yeryüzünde bulunuşumuz geçici ama ne yazık ki zorunlu. Bu durumda beklemek değil, zoraki müdahale de boşuna. Ama bu bekleyiş (Şato romanında, başkalarıyla asla iletişim kuramayan ve her zamankinden özgür olduğu halde bundan daha umutsuzca ve saçma bir şeyin olamayacağını hisseden K… gibi) sorumluluk doludur. Demek ki dünyaya gelmeyi arzu etmediği halde gelen ve doğumla ölüm arasındaki mesafeyi en kısa zamanda geçmek isteyenler vardır. Bu bakımdan Kafka’nın felsefesi, yeryüzündeki yaşamın ilahî lanet olduğuna ve varlıkları bu bağdan sadece ölümün kurtardığına inanan Catharea (on üçüncü yüzyıldaki Maniheist Fransızlar) fırkasının inancına benzemektedir.
Görüldüğü gibi Kafka’nın yapıtlarının yeniliğini koruması dünyamızın “gerçek” sorunlarıyla bağlantılı olmasından kaynaklanmıyor, aynı zamanda dünya düzeninden esinlendiği şeyleri efsane şekline sokmasından da ileri geliyor. Kafka’nın kötümser hayal yokuşu zamanımızın facialar yaratan inişiyle uyum sağlayacak şekilde düzenini buluyor. Kafka’nın getirdiği yenilik kinayelerde ve betimlemelerde değil; tasvirden önce doğan psikanalist yaklaşım ve bastırılmış isteklerde de değil. Dünyamıza düşünsel bağlılığı apaçık ortada. Yüzeyde kalmıyor, çok daha derinlere giderek kaynağa ulaşıyor.
İlginçtir; Kafka’nın ilgisini çeken ve yeni psikolojinin ayrılmaz bir parçası olan sorunları Dostoyevski de başka bir tarzda ele almıştır. Bu iki insanın karşılaşması âni bir şey değil ve mesajları da aynı yer altından bize geliyor. Belki de zamanımıza ilişkin bu derin öngörünün bir kısmının rahatsızlık eseri gerçekleştiğini düşünenler olacaktır, belki de keramet olarak nitelendireceklerdir. Her halükârda biz bir emri vâki ile karşı karşıya bulunmaktayız.

Günümüzdeki insanlar hilesiz hurdasız adalete ve sağlam bir düzene susamıştır ve yeni gerçekleri dört gözle beklemektedir. Kafka’nın yapıtları bu konuyu gündeme getirir; sonra üstüne umutsuzluk ve mutsuzluk işareti koyar. Yapıtları umut kasrımızı yıktığı için alıp atacak mıyız bu yapıtları? Bize açıkladığı adalet gizemli ve hunhar bir adalettir. Bizde bıraktığı etki yıkık bir mabede benzer, aynı zamanda zindandır da. Kuşkusuz bu zindan ve virane, pençesinden kurtulup kaçmak istediğimiz şeydir. Belki de insanların yüreğinde ebedî korku gibi sonsuza kadar kalacak olan bir zindan ve viranedir. Bu tasvirlerin silinebileceğini kim söyleyebilir ki?
Kafka’nın ahlakî özelliklerinden biri güven duygusunun yokluğu ve suçluluk duygusunun varlığıdır. Onun anladığı manada suçlu, yaşam koşullan tam olmayan ve dünyadaki yaşama hakkı sürekli tehdit altında bulunan kişidir. Ona göre eğitimin “zulüm ve köle yetiştirme” ve “manevî zina”dan öte bir etkisi olamaz. Kız kardeşine yazdığı bir mektupta aile içi eğitim hakkında en katı ve acı tenkitlerde bulunur.10
Kafka’nın gerçek insanı göstermesinin hayli güç olduğu eski devirlere ait bir başka dünyadan sahne tasavvur etmesi gerektiği unutulmamalıdır. Günümüz insanını tanıtmak istediğinde özürlü, yarı insan yarı hayvan kılıklı varlıkları, Odradek’i, otomatik makineleri, şempanzeyi, köstebeği, köpeği, böceği günümüz insanı olarak tanıtır. Cibilliyetsizlik döneminde bir tür mahkûmiyet gibi bir şeydir ve her şeyin kontrolü maymun kılıklı insanlara teslim edilmiştir. Köpek “Bilim, bugün izini kaybettiğimiz bir yerden kaynaklanıyor” der kendi kendine. Kafka çok defa hayvan postuna bürünür, kendisini onların yerine koyar, görülmemiş işkencelere katlanarak onların durumunu rapor eder. Bütün bu hallerde bile yazgı denilen şey aklanmaz. Vardığı zehir gibi acı sonuç insan toplumundaki geleneklere, göreneklere ve yasalara gider dayanır. İsyanı sessizdir ve bu yüzden okuyanda isyan duygusu yaratır. Tüm hayvansal haller genel bir facia kapsamında yaratılıştaki kimlik tespitinin yoksunluğu olarak gösterilmiştir. Örneğin “Çin Şeddi” öyküsünde, parlak gözleriyle hükümdarın mesajını getiren kimse “Mesaj size gönderilmiş. Siz burdasınız, mesaj da burada. Güç olan sadece bunun intikali. Mesajı alma umudunuz da yok hiç,” der. Bağpur’un ölüm döşeğinde ulağa verdiği haber ise asla hedefine ulaşamaz. Bağpur ölmüş, oysa onun fermanını bekleyenler vardır!
Kafka’nın aradığı şey, kendisi ve başkaları için kulluk ve tutsaklık zincirinden kurtularak özgür olmaktır. Yazılarının çoğunda belli belirsiz bir istekte bulunulur ondan. “Vaha”da çakalların temsilcisi ona “Çakalların en yaşlısıyım ben ve burada sana selam vermekten mutluluk duyuyorum. Nerdeyse umudumu kesmiştim. Çünkü yıllardır gözlerim yolda seni bekliyordum…” der. “Melez Bir Yaratık” adlı kısa öyküsünde vücudunun yarısı kedi, yarısı kuzu olan bir yaratık bazen sandalyeye çıkar, elini Kafka’nın omuzlarına atar, ağzını onun kulağına yaklaştırır: “Galiba bana bir şey diyecek, sonra öne eğilip sırrını, etkisini araştırmak için yüzümü inceleyecek.” Şato romanm10 Max Brod, Franz Kafka, Londra, 1947, s. 167171.
da gezgin K… misafirhanede etrafını saran kölelere acır ve gözlerinden onların isteklerini okur. “Belki de aslında ondan, dile getiremedikleri bir beklentileri vardı… Ağızlar açık, dudaklar şişmiş ve işkence görmüş bir yüzle ona bakıyorlardı. Başları tokmak darbesiyle yamyassı olmuş gibi görünüyordu. Bu kılıkları işkencenin baskısı altında oluşmuştu sanki.” Kafka’nın üstlendiği görevin Önemi burada ortaya çıkıyor. Bundan dolayı tüm sorunların karşısında acımasız bir tavır takınarak direnir, her türlü avareliğe ve düşkünlüğe katlanır.
Samimane karşılaşmanın mevcut olmadığı böyle bir dünyada acımak söz konusu olamaz. Göz göze geldikten sonra oluşan acıma hissi dışında herhangi bir acıma gündemde yoktur. Galiba mücadele yasası bu ihtimali öngörmüştür. Çünkü kendi kurbanını bilmediği halde önceden kör etmiştir. Bu yüzden kör olan kişi ölülerle savaşır gibidir. Tabii, her şeyden önce, kendisine karşı ayaklanıp savaşan kendi ölüsüyle. Onun savaşım vermesi gerektiği büyük ve ölü bir düşmanı vardır. Bu düşman ölüm gücüyle ona saldıracaktır. “Ceza Sömürgesi” bu hususta çarpıcı bir tasvir içerir. Ölen yüzbaşının icat ettiği bu şeytanca işkence makinesi ölmüş birinin iradesini az çok uygular. Dava romanında savcının ölmemiş olduğunu kim söyleyebilir? Adliye ve tüm casusluk teşkilatının hata yapmayan mekanik bir adlî sistemin saçma sapan kalıntısından başka bir şey olmadığını kim iddia edebilir?

Kafka’nın yazılarında eski bir dert eski zamanların üstüne kâbus gibi çöker sanki. Köpek kendi kendine düşünür: “Bizim neslimiz kaybolmuş. Zaten böyle olması gerekiyor. Ama eski nesillerden daha çok kınanacak durumda. Kendi dönemimizdeki ikilemde kalmayı anlayabiliriz. Doğru bu o kadar da basit bir ikilem değildir. Binlerce gece gördüğümüz, binlerce kez unuttuğumuz bir düştür bu.” Sonra bir zamana hayıflanır: “Köpekler henüz günümüzdeki kadar köpek olmamışlardı.”
Kafka’nın dünyasında henüz mefhumunu kavrayamadığımız birtakım olayların ürkütücü mesajları görülür. Aslında çözülüp dağılan yeni unutkan insan birliğin mevcut olmadığı bir dünyada yaşar. Bu birlik ancak kişilerin ruhlarında doğan “yok” aracılığı ile mevcut olur. Bu yüzden ne kendisini, ne Tanrısını tasavvur edebilir. Bu durumda insanî şahsiyet adı altında kendi hâkimiyetini resmen tanımak zorundadır. Kafka’ya göre devran öyle bir devrandır ki şahsiyet yoktur bunda; gökyüzü boştur; yeryüzünde insan olmayan birtakım yaratıklar kaynaşıp durmaktadır. Hatta önceki yaşantılarındaki ilkel koşulları tamamen unutmuşlardır. İnsanlığın acı deneyimini artık insanoğlu devam ettiremiyor. Yerine, yuvasmdaki yalnızlık köşesinde öleceği güne kadar sızacak yaratıklar geçecektir. Ölümün yaşamdan daha iyi biçimde imkânsızlık yasası sınırları dışında kalıp kalmayacağı belli değil. Çünkü ağlama inleme, dua ve bedduanın etkisi yok bunda.
Bu korkunun diğer bir yönü Ortaçağ ilahiyatı ile ilgili inançlarda olduğu gibi yeryüzündeki cennetin faniliğini hissetmektir. “Biz cennette yaşamak için yaratılmıştık; cennet bizim için hazırlanmıştı; ama yazgı değişti. Böyle bir değişiklik cennetin yazgısında da söz konusu olacak mı acaba? Bu konuya değinilmemiş.” Kafka yeryüzü cennetine girmeye çalışır. Ve yine manevî yaşam için cismanî yaşama veda etmeye hazırdır. Notlarında Hint ve İran kökenli bu inancı ele alır: “Manevî dünyadan öte bir dünya daha var. İçinde yaşadığımız dünyadır bu. Manevî dünyada şer denilen şey yok. Şer dediğimiz şey ise bizim sonsuz evrimimizin bir gerekliliği.” Bir başka yerde gizemli bir biçimde şöyle not almıştır: “Bir kafes, bir kuşu aramaya çıktı.” Kafes, herhangi bir kuşun mevcut olmadığını ve her yerin boş olduğunu kanıtlamak istemiyor mu acaba? Herkes kendi kafesini peşinden çeker. Kafeste kalıp da hayhuy içine karışmayan kişi garip bir ileri görüşe sahip demektir; her şeyi başkalarından daha iyi görür. Hatta karamsarlıkta diğerlerinden bir adım daha ileri gider. Çünkü dünyayı umut denilen şeyden boşalmış olarak görmez. Bu durumda karamsarlığı genelleştirmez ve doktora cevap verir: “Umut dolu. Birçok umut var. Diyelim ki bizim için söz konusu değil.”
Kafka’nın yapıtlarında görülen bu belirsizlik birçok farklı yoruma yol açmıştır. Kimileri onu din felsefesi yazarı, siyonizm yanlısı, Freud takipçisi ve sosyal eleştirmen olarak tanımlamışlardır. Ancak, Kafka’nın insanın ulûhiyet arayışındaki boşuna çabasını işlerken kullandığı suçlama ve mizah bakışı bir kış günü gibi soğuk ve açıktır. Burada doğru sözlülük ve delilikle oynanır. Kafka insan yazgısının ulûhiyet kelimesinin elinde oyuncak olduğuna inanır. Bu onun fizikötesi alayının anahtarıdır ve alaylarının çoğu dine yöneliktir.
Max Brod, Kafka’nın Dava romanının bir bölümünü dostlarına okuduğunda, onların gözlerinden yaş gelene kadar güldüklerini, Kafka’nın da gülmekten romanın geri kalan kısmını okuyamadığını nakleder. İnsanın Tanrı arayışı içinde gittiği yolda başını sert kayaya çarptığı bir dünyanın komik açıklamasıdır bu. Burada insanın yüce duyguları yerlerde sürünür ve tüm tesadüfi ayrıntılarıyla bizim hayatımızın, özellikle Kafka’nın hayatının vasfedilmesidir.

Sadık Hidayet
Kafka’nın Mesajı 

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version