Ana Sayfa Edebiyat JOHN BERGER: BİZİM ÜLKEDE YOKSULLUK SORUN FALAN DEĞİLDİR

JOHN BERGER: BİZİM ÜLKEDE YOKSULLUK SORUN FALAN DEĞİLDİR

Sizin hükümet neden yoksulluk sorununa çözüm getirecek bir plan yapmadı?
Dünyanın her köşesinde insanlar — Yoksulluk sorunu ha! Umberto sözcükleri yüksek sesle yineleyip kahkahalar atarak onun sözünü bölüyor. Bizim ülkede yoksulluk sorun falan değildir. Bir hayattır yoksulluk. Zengin olmanın bir yolu varsa yoksul olmanın binlerce yolu vardır. Olanları görüyorsun ama! diye tersliyor Laura. 

Anne ile baba sık sık oğullarına bakarak sanki onun desteğini istiyorlar. Babası, bakışlarıyla güven veriyor, annesiyse güven arıyor. Oğlan bir araya gelmekte çok geçiktiklerini seziyor; ikisinin ayn ayrı ona vermeye kazır oldukları bir zamanlar belki de bağrına basacağı şeyi alacak çocuk değil o artık. Kendi yaşam diliminde onlardan daha yaşlı: bu yaşam-dilimini değerlendirmede gösterdikleri saflıkla asıl onlar iki küçük çocuğu andırıyorlar. 

Onları gözlerken hep aynı soruya dönüyor: annesi böyle hantal, babası böyle şişman değillerken nasıldılar acaba? Her sözüyle her tavrıyla bu adamı dışlayan şu kadın, bir zaman nasıl benimsemiş onu acaba? Kendi isteğiyle mi teslim olmuş? Yanıtı bulamıyor. 

Bu arada İhtilal dışındaki seçenekleri tartışıyorlar. 

Akşama doğru bulutlar, kentin üstüne üşüşür. Kurşun ışık, katedrale dev bir şarapnel görünümü verir. Arka mahallelerdeki kanallar kapkara kesilir sanki. Açık alanlar esintisizdir, kent tümüyle bir kasaya kapatılmıştır sanki. 

Milano, gök gürültülerinin şiddetiyle ünlüdür ve gümbürtüden önceki anlarda garip bir boyut çarpıklığıdır çöker. Yapıların ve kentin genişliği kişiye, kendi bedenine oranla müthiş büyük gelir, cüceleşirsiniz sanki, ama aynı anda içinde yaşadığınız kentin, bir müzede cam bir fanus altında sergilenen eşsiz bir parçasının boyutlarına indirgendiğiniz duygusuna da kapılırsınız. Bu deneyim, hava basıncındaki çarpıcı değişikliklere bağlanabilir. Bu akşam, o duygu özellikle baskın. 

Otelde lambalar birbiri ardından yakılıyor. Lambalar kükürt sarısı. Scala’nın sütunu, otelin birinci katından görülebiliyor. Kemer de aydınlatılmış; besbelli akşamki gösteri kaldırılmamış. 

Müşteriler, geniş pencerelerde durup dışarıya bakıyorlar. Uzaktan bağırışlar

duyuluyor. Alan, alışılmadık ölçüde ıssız. Yakasına şebboy takmış bir adam, yanı başındaki kadife perdede gezdiriyor elini; kumaşın dokusundan güven alıyor. 

Bagaj sorumlusu, merdivenleri koşarak salona çıkıyor, ana kapıdaki komiye yeni gelen haberi ulaştırıyor. Koltuğunda oturan bir ihtiyarın kulağına bir şeyler fısıldıyor; ihtiyar, haberi duyduktan sonra başını kaldırıyor, yüksek sesle: Signore, Signori! diyor. Bunun üstüne bagaj sorumlusu, bir Ayin Yöneticisi tavrıyla haberi iletiyor: Pirelli fabrikası işçileri bir polis kışlasını basmışlar. Pavia’dan bir gurup asi kente doğru yürüyüşe geçmiş. Anarşist liderler işçileri kent merkezine saldırmaları için kışkırtıyorlarmış. Şimdiden yakıp yıktıkları— Başka bir ihtiyar, yanında ayakta duran iki oğluna sesleniyor (delikanlılardan biri subay üniformalı): Süvariler! Oyalanmayın hadi! Gelsin sıkıyönetim! Süvariler haydi! Oğulları omuz silkiyorlar. 

Birkaç saniye sonra, gökgürültüsü geniş camları zangırdatıyor, yağmur öyle şiddetli yağıyor ki herkes kendini ateş ortasında sanıyor. Müşteriler, seller boşanan kara pencerelere bakıyorlar! Scala sütununun ışıkları söndü. Laura, Umberto’ya odasına çekilmek istediğini fısıldıyor. 

Oğlan, duvardaki karanlık, adam boyu portrelere bakıyor: Risorgimento’nun, Piedmontese seçkinlerinin portreleri. Yaşamı süresince oğluyla ilk kere yalnız kalan Umberto’nun içinden törensel bir havaya bürünmek geliyor. Oğlana arkadan yaklaşıyor, bir papaz ciddiyetiyle ellerini onun alnına koyuyor. Oğlan kıpırdamıyor. Gün doğmadan, aşağılardaki çiftlik evine bakarken dile getiremediği o sorunun daha bir bilincinde şimdi. 

Şu anda yağmur, kentin sergilendiği cam fanusu var gücüyle dövüyor sanki. Otelin arkasındaki merdiven boşluğundan bir kadın nicedir bastırdığı çığlığı koyveriyor. 

Bir garson, pirinç menteşeli, ağır ahşap kapıya koşturuyor; otelin arkasındaki geçide açılıyor bu kapı. Ne var ki çığlık (köyden yeni gelmiş bir mutfak hizmetçisinin çığlığı, kızın şimşekten ve gök gürültüsünden ödü kopuyor, Tanrı’nın laneti sayıyor onları) etkisini gösterdi bile. Müşterilerden çoğuna, yıllardır benzer durumlarda benzer bir çığlığa —ürküyle ya da nedeni açıklanmaz bir hevesle— nasıl kulak verdiklerini anımsatıyor. Onların gözünde bu çığlık, bir işaret.

Fırtınanın ilk doğrudan etkisi, işçilerle göstericilerin düzenlediği toplantıyı dağıtması. Sosyalist lider Turati’nin düzeni ve sükuneti koruma çağrılarıyla başaramadığını fırtına anında başarıyor. 

Gelgelelim başka etkileri de var fırtınanın: Korkan yalnızca köylü hizmetçi değil ki. Milano’da yasaları ve düzeni korumakla sorumlu olanlar da birdenbire patlayan bir fırtınayla baş edilemeyeceğini anımsadılar. Gökten yağan ama alanı alttan aydınlatıyormuş izlenimi veren şimşeklerde, uzak dağlarla yakın yapılar arasında yankılanan gök gürültülerinde, sellerin karşı konmaz gücünde, elektrikli gerilimin yarattığı çılgın kargaşada, işçi nüfusun ayaklanan hayaletini gördüler bir kere. Gün boyunca iki işçiyle bir polis öldürülmüş. Fırtına dindikten sonra da o hayalet, gündelik gerçekleri bastırarak devleşiyor. Düzeni koruyan güçler, en ufak kışkırtmaya karşı en etkin önlemleri almak zorundalar, hem de zaman yitirmeden: Biraz önce dinen doğal fırtınada zararsız bir simgesini gördüklerini ihtilal fırtınası ancak böylelikle geçiştirilebilir. Ertesi gün kıyıma girişmek şart oluyor. 

Yemek salonunda akşam yemeği, büyük bir ciddiyet içinde geçiyor. Müşteriler smokin giyiyorlar. Böylece erkek müşterilerle onlar gibi siyah beyaz giyinmiş garsonlar, dış görünüşlerinden çok konumları ve davranışlarıyla birbirlerinden ayırdediliyorlar: koca salondaki bütün erkeklerin, renk renk giysilere bürünmüş hanımların buyruğunda koşuşturdukları izlenimine kapılıyor kişi. Bir fıskiye var, çevresinde limon ağaçları, ahşap fıçılarda zakkumlar. Masalarda güller. 

Umberto, masadaki çanaktan beyaz bir gül alıyor, sapını özenle ayıklıyor, ütülü mendiliyle kuruluyor, ayağa kalkıyor, beyaz tomurcuğu etli, boz bulanık yüzüne sürerek Laura’nın önünde eğiliyor, bir kadına duydukları hayranlığı öpücükle belirten kaba İtalyanlar gibi büzüştürüyor dudaklarını. Yine de öpücüğün kabalığım yumuşatıyor biraz: simgesel öpücük yanda kalıyor, Umberto dudaklarına tutuyor gülü — sanki demin çiçeğin adını söylemek için dudaklarım büzüştürmüş. 

Lütfen kabul et, sevgili Laura— 

Bırak şunu, diyor Laura öfkeyle, onun bu yapmacıklı, yeni bir flört olasılığı çıtlatan tavrından deliye dönerek: bu üstü örtülü öneri karşısında geçmişle şimdiki zaman, bağışlanmaz bir biçimde karışıyor kafasında.

Umberto, aralarında oturan oğullarına uzatıyor gülü incelikle. Sen ver, diyor. 

Oğlan gülü annesinin kaşığının yanına koyuyor. 

Ansızın yeniden güven kazanıyor Laura. Galiba Umberto, ne yapmak istediğini kavradı: yani kendisiyle her tür ilişkiyi ancak oğlu aracılığıyla yürütebileceğini. Gülü alıp parmaklarının arasında gezdiriyor usulca, gözlerine değdiriyor, sonra yine masaya, oğlunun önüne bırakıyor. 

Onun davranışındaki beklenmedik değişikliği sezen, ne çare ki umulmadık bir başarıyı kötüye kullanmadan edemeyen Umberto soruyor: Polio alla Cacciatore yer miyiz? sevgili Laura, sen Polio alla Cacciatore’yi çok severdin. 

Geçmişi ilk anışı. Oğlan tetikte. Laura bir an etkileniyor bu anıdan. Doğrulanmasını istediği şeylerin doğrulandığım gösteriyor bu sözler: kısaca, Umberto bir süre önce bal gibi çocuğunun babası olabilirdi. Yüzünde okunan anlamdan habersiz, bir gülücük atıyor Umberto’ya. Oğlan bu gülücüğü tam ortada yakalıyor, tanıyor. Beatrice’in de buna benzer bir gülüşle Jocelyn’e baktığım görmüştü. Geçmişteki bir yaşantıdan doğan, ortak bir gizli çıkan açığa vuran bir bakış bu, bakışın zamanlanışından çok özelliğinden ötürü, kendinin o yaşantının kesinlikle dışında kaldığım seziyor. Üçüncü bir kişi olma bilincini aşılıyor bu bakış. 

Polio dediğin şey ne? diye soruyor oğlan. 

Mantar ve bezelyeyle, çeşitli otlarla şarapta pişirilmiş tavuk. Polio alla Cacciatore. 

Asıl anlamı bu mu yani? 

O bakışla bu özel yemek bundan böyle kafasında bağlantılı kalacak. Polio alla Cacciatore-bakışı. 

Akdeniz, İtalya’nın uzun kıyılarına vuruyor. Yer yer, dalgalar fosforlu ışıklar saçıyor karanlıkta. Kıyı girintilerinde milyonlarca kişi aç. Güneyde umutsuz

gösterilere kalkışıyorlar. 

Belediye binasına saldın, vergi kayıtlarının yakılıp yok edilişi; sonra polislerin ya da askerlerin sökün edişi, kalabalıktan bir taş yağmuru, birliklerin ateş açışı. Kalabalık geri çekiliyor, sövüp sayarak, ölülerini ve yaralılarını yerde bırakarak. Birkaç ay sonra, başka bir bölgede aynı olay geçiyor. 

Una konan vergi yüzde 50’yi aşkın: şekere yüzde 300, ete ve süte yüzde 20. Tuz vergisi öyle yüksek ki ağzına tuz sürmeyen yığınla köylü var. Bu arada kıyıda yaşayanların denizden tuzlu su çekmeleri tüketici vergi yasasına aykırı sayılıyor. Nöbetçiler deniz kıyısına kovalarla inen kadınlara ateş açtılar. Gece, en sağlamı. Kovanın ağzında bir anlığına fosforlu damlalar beliriyor; yarının makarnası bu kovadaki yasa dışı suyla pişecek. 

I PATTI DI SMAGGIO 18987 

Oğlan erkenden uyanıyor tasarladığı gibi. Annesiyle babası ortalıkta görünmeden otelden çıkıveriyor. 

Sokaklardaki insanlar anlamadığı bir dil konuştukları için gördüklerinin çoğunun anlamı bulanık. Sıradanla olağandışı acayip bir şekilde karışmış. Kendini şu arabaya dar atıp sürücüye bağıran bey korkmuş mu, gecikmiş mi yoksa? Kollarını birbirlerine kenetleyerek ilerleyen şu altı kız (saçlarına eşarplar bağlamışlar) — her gün kaldırımda yürüyenleri böyle iteliyorlar mı? Adamın biri yüksek sesle bir şeyler okuyor gazeteden. Tramvay durağı mı burası acaba? Adamın çevresine toplananlar bağırmaya başlıyorlar. Destekliyorlar mı, kızıyorlar mı? Bir kuyumcu, dükkanını kapadı, bir pusula iliştirdi kepenklere. 

Öyle çok insan var ki ortalıkta, arabalarla tramvaylar güçlükle geçiyor aradan. Tramvayların tekerlekleri raylarda gıcırdıyor. Acaba hep böyle gıcırdıyorlar mı, diye düşünüyor kendi kendine. 

Çok kısa boylu genç, sakallı bir adam, oğlanın orada bulunmasına bir anlam veremiyor, giysilerinden zengin bir burjuva aileden geldiği belli çünkü. Kalabalık, bütünüyle grevdeki işçilerden oluşuyor, Giardini Pubblici’nin orada konuşmacılarını dinlemek için toplanıyorlar.

Ne işin var burada, diye soruyor İtalyanca, seninle bir ilgisi yok ki bunun! 

Hemen hemen genç adamın boyunda oğlan, başım sallayıp omuzlarım silkiyor. Bu davranış, soru soranın kuşkularını artırıyor. 

Bizi gammazlamak senin için iyi olmaz, diyor. Dediğinizi anlamıyorum, diyor oğlan İngilizce. İtalyan değilsin demek. 

Bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar suna oğlan anlamıyor. Genç adam, kolunu onun omuzuna doluyor. Birkaç saniye içinde değişiyor tutumu. Bu oğlan dillerini anlamadığına göre, demagojiye karşı bağışıklık kazanmış demektir, dolayısıyla giriştikleri eylemin yalansız bir tanığı olabilir. Şu anda oğlanın dilsizliği, garip bir çelişkiyle, gönül verilen İhtilalin evrensel diliyle eş görünüyor. Yalımdaki işçi kızlar kümesinde duran kızkardeşine sesleniyor: Gel de bizim Pulcino’yla tanış. Ecco il nostro pulcino

Ufak tefek görünmesine karşın sakallı gencin göğüs kafesi geniş, teni yanık. Yüzü, sansar gibi. Bir bez fabrikasında araç bakım ustası olarak çalışıyor. 1894’ten bu yana iki kere Crispi’nin Kamu Güvenliği (decreto-legge) yasası uyanınca tutuklanıp sınır dışı edilmiş. 

Bu oğlan sizin yanınızda dursun, diyor kardeşine, dilimizi konuşamıyor. 

Emanet edildiği altı dokuma işçisi kızdan birinde, Romalı bir kızda kalıyor gözü — kendisinden iki üç yaş büyük, yüzü çopur, dudaklarının üstü şimdiden ince siyah tüylerle kaplı. Ayrıca kollarının olağanüstü sıskalığı, ellerine tutuşturulmuş kahverengi sopaları andırışı da çekiyor ilgisini. Kızın bıyığından ayıramıyor gözünü, bocalıyor. 

Kızlara göre, içinden çıkılmaz bir bulmaca bu oğlan. Yanlarında değilmiş gibi konuşuyorlar hakkında. 

Gözleri ne güzel. 

G.
John Berger
İletişim Yayınları
Çeviren: Tomris Uyar

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version