Ana Sayfa Psikoloji JİDDU KRİSHNAMURTİ: KISKANÇLIĞIN OLDUĞU YERDE NEFRET DE VARDIR…

JİDDU KRİSHNAMURTİ: KISKANÇLIĞIN OLDUĞU YERDE NEFRET DE VARDIR…

İLK ADIMI ATMADAN ÇOK UZAKLARA GİTMEK İSTİYORUZ

İnsan olarak bizler ya­vaş yavaş yok edilen bu güzelim dünyada yaşıyoruz ve bu dünya hepimize ait; sadece bir Hintliye, bir İngiliz’e ya da bir Amerikalıya ait değil. Burada bilgece ve mutlu bir yaşam sür­meliyiz ama görünüşe göre, şartlandığımız için bu mümkün değil. Bu şartlanma bir bilgisayara benziyor. Programlanmış durumdayız, bir Hindu, bir Müslüman, bir Hıristiyan, bir Katolik, bir Protestan olarak programlanmışız. Hıristiyan âle­mi iki bin yıldan beri programlanmış durumda ve beyin bir bilgisayar gibi bir programla şartlanmış bulunuyor. Dolayı­sıyla beyinlerimiz tamamen koşullandırılmış ve bizler bu şartlanmadan kurtulmanın mümkün olup olmadığını soru­yoruz. Bu kısıtlamalardan tümüyle arınmazsak, düşünce dı­şında ne gibi bir yeni araç gerektiğini araştırmanın hiçbir an­lamı olamaz.

TÜM YAŞAM, İLİŞKİ İÇİNDE BİR DEVİNİMDİR

Burada beraberce sohbet ediyoruz. Ağaçların göl­gelediği bir yolda yürüyoruz ve kuşlar ötüyor; birlikte oturup çok karmaşık olan var olma soru­nu üzerinde konuşuyoruz. Herhangi bir konuda birbirimizi ikna etmeye çalışmıyor, birbirimizi inandırmaya uğraşmıyor, kendi fikirlerimizde, önyargılarımızda ısrar etmiyoruz; aksi­ne, çevremizdeki ve içimizdeki dünyaya hep birlikte bir göz atıyoruz.

Çevre, toplum, politika, ekonomi gibi konularda ciltler do­lusu yazılar yazılmıştır ama bunların çok azı gerçekten kim olduğumuz üzerinde uzun uzadıya durmakta. İnsanlar neden böyle davranırlar, birbirlerini öldürürler, sürekli başlarını be­laya sokarlar ve sürekli binlerinin, kitapların, ideallerin peşin­den sürüklenerek dostlarıyla, eşleriyle, çocuklarıyla gerçek bir ilişki kuramazlar? Vahşi ve acımasız olayların yaşandığı yüz­yıllardan sonra insanoğlu neden böylesine umursamaz, ilgi­siz, aldırmaz duruma geldi ve aşkı tümüyle göz ardı etti? İn­sanoğlu binlerce yıldır öyle yaşıyor. Şimdi nükleer savaşı ön­lemeye çalışıyoruz ama savaşları asla durduramayacağız. Dünyanın genelinde savaşları durdurmak için hiçbir gösteri yapılmıyor. Yalnızca belli savaşlar için gösteriler yapılıyor ama bu savaşlar gene de sürmekte; insanlar sömürülüyor, ezi­liyor ve hatta ezenler bile zamanla eziliyor. Bu insanlığın acı­larla, yalnızlıkla, büyük umutsuzluklarla dolu ve giderek da­ha da artan bir güvensizlik içinde sürdürdüğü var oluş dön­güsü. Toplumla ya da kavganın, çatışmanın, sömürünün ol­madığı yakın dostlanyla hiçbir ilişkisi yok. Eminim hepiniz böyle bir dünyada yaşadığımızın farkındasınız.

Düşüncenin devinimlerine bakın; zira bizler düşüncelerimizle yaşarız. Tüm eylemlerimizin, tüm çabalarımızın temelinde düşüncelerimiz, meditasyonlarımız, ibadetimiz ve dualarımız yatmakta. Düşünce, uluslar ve dinler arasında bölünmelere yol açıyor, savaşlara ve Yahu­di, Arap, Müslüman, Hıristiyan, Hindu, Budist gibi ayrışma­lara neden oluyor. Düşünce dünyayı yalnızca coğrafi olarak değil psikolojik olarak da parçalara ayırmış durumda. İnsa­noğlu sadece psikolojik ve mekanik düzeyde değil, meslek açısından da bölünmeye uğruyor. Eğer bir profesörseniz ken­di küçük çevreniz içinde yaşarsınız. Eğer bir iş adamı iseniz para kazanmak peşindesinizdir ve eğer bir politikacı iseniz bu çevre içinde yaşarsınız. Eğer gerçek anlamda bir din ada­mı iseniz gene bölüntülü bir yaşam sürer, puja, ayinler, meditasyonlar düzenler, herhangi bir puta taparsınız. Her bölümün kendi enerjisi, kapasitesi ve disiplini vardır ve izlenen her yol bir başkasına ters düşer. Siz tüm bunları biliyorsunuz. Gerek dış çevreden kaynaklanan, gerekse coğrafi, dinsel, ulu­sal açıdan sizinle bir başkası arasında oluşan bu bölünme as­lında büyük bir enerji kaybıdır. Burada bir terslik var: Enerji­nizi kavgalar, bölünmeler, herkesin kendi bildiği yolda git­mesi, kendi amacının peşinde olması ve kendi güvenliğini sağlaması uğruna harcamaktasınız.

Tüm bu eylemler enerji gerektirir, tüm düşünceler enerji gerektirir. Bu şekilde sürekli bölünen bir enerji heba olup gitmekte. Bir enerjinin bir başka enerjiyle, bir eylemin bir başka eylemle ters düşmesi, söylenenle yapılanın birbirini tutmama­sı, yaşamın riyakârlık üstüne kurulması ve enerjinin boşa har­canmasıdır. Bu tür eylemler kaçınılmaz olarak aklı ve beyni şartlandırır. Bizler, tüm hurafelerimiz ve inançlarımızla bir Hindu, Budist, Müslüman, Hıristiyan olarak şartlanmış du­rumdayız. Şartlanmış olduğumuz tartışma götürmez. Hepi­miz dinsel, politik ve coğrafik olarak şartlanmış bulunuyoruz.

Bu şartlanmadan, büyük sorunlar yaratan düşüncelerden arınmazsak sorunların çözümü olanaksızdır. İnsanlık sorun­larını çözmek için yeni bir araca gereksinimimiz var ve bura­da bunun hakkında konuşacağız, ama bu aracın ne olduğunu açıklamak buradaki konuşmacının görevi değil. Her biriniz bunu kendi başınıza bulacaksınız. İşte bu yüzden hep birlik­te düşüneceğiz. Bunun için de hepimizin insanoğlunun oluş­turduğu her şeyi, aramızda bizzat kendimizin oluşturduğu engelleri duyumsamamız, sorgulamamız, araştırmamız ve bunlara kuşkuyla yaklaşmamız gerek. İnsan olarak bizler ya­vaş yavaş yok edilen bu güzelim dünyada yaşıyoruz ve bu dünya hepimize ait; sadece bir Hintliye, bir İngiliz’e ya da bir Amerikalıya ait değil. Burada bilgece ve mutlu bir yaşam sür­meliyiz ama görünüşe göre, şartlandığımız için bu mümkün değil. Bu şartlanma bir bilgisayara benziyor. Programlanmış durumdayız, bir Hindu, bir Müslüman, bir Hıristiyan, bir Katolik, bir Protestan olarak programlanmışız. Hıristiyan âle­mi iki bin yıldan beri programlanmış durumda ve beyin bir bilgisayar gibi bir programla şartlanmış bulunuyor. Dolayı­sıyla beyinlerimiz tamamen koşullandırılmış ve bizler bu şartlanmadan kurtulmanın mümkün olup olmadığını soru­yoruz. Bu kısıtlamalardan tümüyle arınmazsak, düşünce dı­şında ne gibi bir yeni araç gerektiğini araştırmanın hiçbir an­lamı olamaz.

Öncelikle, çok uzaklara ulaşmak için çok yakından başla­mak gerek. İlk adımı atmadan çok uzaklara gitmek istiyoruz ve belki bu ilk adım son adım olacak. Birbirimizi anlıyor mu­yuz, birbirimizle iletişim içinde miyiz, yoksa ben kendi ken­dime mi konuşuyorum? Eğer kendi kendime konuşuyorsam bunu kendi odamda da yapabilirim. Ama eğer karşılıklı ko­nuşuyorsak bu konuşma ancak hepimiz aynı düzeyde, aynı yoğunlukta ve aynı zaman dilimi içindeysek gerçekleşebilir, işte bu aşktır. Bu, gerçek ve engin dostluktur. Benim için bu konuşma sıradan bir şey değil. Burada insanlık sorunlarını araştırmak ve çözümlemek için bir araya geldik, insanlık so­runları çok ama çok karmaşık olduğundan enine boyuna araştırmamız gerek. Olağanüstü sabırlı olmamız lazım ve bu­nun zamanla ilgisi yok. Hepimiz sabırsızız: “Ne diyeceksen hemen söyle..Eğer sabırlı olursanız, yani bir şeyleri elde et­mek, bir sonuca ya da hedefe ulaşmak peşinde değilseniz, bu araştırmayı adım adım yapabilirsiniz.

Dediğimiz gibi, biz programlanmış durumdayız. Beyni­miz mekanik bir süreçten geçmekte. Düşüncemiz materyalist bir süreç içinde ve bu düşünce bir Budist, bir Hindu ya bir Hıristiyan gibi düşünmeye koşullandırılmış durumda. Dola­yısıyla beynimiz şartlandırılmış. Bu şartlanmadan kurtulma­mız mümkün mü? Kimileri bunun olanaksız olduğunu ileri sürüyor ve yüzyıllardır koşullandırılmış bir beynin bundan tümüyle kurtulup eski, sonsuz kapasiteye sahip haline dö­nüşmesine imkân bulunmadığını savunuyor. Çoğu kişi de böyle düşünüyor ve şartlanmalarında bir miktar değişim yapmakla yetiniyor. Ama biz bu şartlanmanın incelenebilece­ğini, gözlemlenebileceğini ve bu şartlanmadan tümüyle kur­tulmanın mümkün olduğunu söylüyoruz. Bunun mümkün olup olmadığını keşfetmek için ilişkimizi sorgulamamız ge­rek.

İlişki kendimizi olduğumuz gibi gördüğümüz bir aynadır. Tüm yaşam ilişki içinde bir devinimdir. Dünyada şu ya da bu, ilişki içinde olmayan hiçbir şey yoktur. Uzak bir noktada yaşayan bir münzevi bile geçmişiyle, etrafında bulunanlarla ilişki içindedir. İlişkiden kaçınılamaz. Kendimizi gördüğü­müz ayna olan ilişkide ne olduğumuzu, tepkilerimizi, önyar­gılarımızı, korkularımızı, umutsuzluklarımızı, endişelerimi­zi, yalnızlığımızı, kederimizi, acılarımızı ve üzüntülerimizi gözlemleriz. Aynı zamanda âşık olup olmadığımızı ve aşkın aslında var olup olmadığını da keşfederiz. Bu yüzden, aşkın temelini oluşturduğu için ilişki sorununu inceleyeceğiz. Bu, aramızda var olan tek şeydir. Eğer doğru ilişkiyi kuramazsa­nız, eşinizden ve başkalarından uzakta dar bir yaşam için­deyseniz, bu tek başına var oluş kendi yıkımını hazırlar.

İlişki, yaşamda en önemli şeydir; eğer bir ilişkiyi kavrayamazsak yeni bir toplum yaratamayız. İlişkinin ne olduğunu yakından inceleyeceğiz; insanoğlunun yaşamı boyunda sö­mürüden, sahiplenmeden, bağımlılıktan ve çelişkilerden uzak bir ilişkiyi neden hiç oluşturamadığını sorgulayacağız. Neden daima kadın-erkek, biz-onlar gibi bir ayrım yapılıyor? Bunu birlikte araştıracağız. Bu araştırma zihinsel ya da sözel olabilir ama böyle bir zihinsel kavramın hiçbir değeri yoktur. Bu sadece bir fikir, bir kavramdır. Ama eğer ilişkinizin tümü­nü gözden geçirirseniz belki de bu ilişkinin gerçek derinliği­ni, güzelliğini ve niteliğini görebilirsiniz. Değil mi, efendim? Devam edebilir miyiz? Sorumuz şu: Aramızda var olan ilişki gerçekte nasıl bir şey; tümü gerçek dışı olan teorik, romantik, idealist açıdan değil, bir erkek, bir kadın, bir başkasıyla ger­çek ve günlük ilişki nedir? Aslında bir ilişkimiz var mı? Biyo­lojik olanda ilişkimiz cinsel ve zevke dayalıdır. Bu ilişki, sa­hiplenmek, bağımlılık ve birbirinin yaşamına karışmak gibi unsurlar içerir.

Bağımlılık nedir? Neden bağımlı olmaya böylesine ihtiyaç duyuyoruz?
Bağımlılığın etkisi nedir? Neden bağımlılık duyuyoruz? Bir şeye bağımlı olduğunuzda her zaman onu yitir­me korkusu yaşanır. Burada her zaman bir güvensizlik duy­gusu vardır. Lütfen kendinizle kıyaslayın. Her zaman bir ay­rı düşme endişesi hüküm sürer. Karıma bağlıyım. Ona bağlı­yım, çünkü o beni cinsel açıdan tatmin ediyor ve yanımda ol­ması beni mutlu ediyor. Siz bunları ben söylemeden de bili­yorsunuz. Evet, ona bağlıyım ve bu yüzden de kıskancım ve korkuyorum. Kıskançlığın olduğu yerde nefret de vardır. Ba­ğımlılık aşk mıdır? İlişkimizde inceleyeceğimiz bir nokta bu.

Bunun yanı sıra, birbirimizle olan ilişkimizde yıllar içinde karşımızdaki ile ilgili bir imaj oluşmuştur, kadın ve erkeğin yarattığı bu imajlar gerçek ilişkidir. Birlikte yatabilirler ama her ikisinin de diğeriyle ilgili imajı ve bu imajlann ilişkisi göz önüne alınırsa, birbirleriyle gerçeğe dayalı bir ilişki oluşabilir mi? Hepimiz çocukluğumuzdan beri kendimizle ve başkala­rıyla ilgili imajlar yaratmışızdır. Burada çok, çok önemli bir soru soruyoruz: İlişkimizde bir tek imaj olmadan yaşanılabi­lir mi? Eminim hepinizin konuşmacıyla ilgili bir imajınız var­dır. Muhakkak olmalı. Neden? Konuşmacıyı tanımıyorsu­nuz, aslında onun hakkında bir bilginiz yok. O kürsüde otur­muş konuşuyor ama onun hakkında bir imaj oluşturduğunuz için aranızda bir ilişki yok. Onunla ilgili bir imaj yarattınız ve kendinizle ilgili de kişisel bir imajınız var. Politikacılarla, iş adamlarıyla, gurularla ve daha başkalarıyla ilgili bir sürü imaja sahipsiniz. Kimse tek bir imajı olmadan yaşayabilir mi? İmaj, bir insanın karısıyla ilgili bir sonuçtan, belki bir resim­den, cinsel bir görüntüden oluşabilir. İmaj daha iyi bir ilişkiy­le ilgili olabilir. İnsanların neden imajları vardır? Lütfen bu soruyu kendinize sorun. Bir başkası hakkında bir imaja sa­hipseniz bu size bir güven duygusu aşılar.

Aşk düşünce değildir. Aşk arzu değildir, aşk haz almak değildir, aşk imajların devinimi değildir ve birbirinizle ilgili imajlara sahipseniz, bu aşk değildir. Şimdi size soruyorum: Yaşamı tek bir imaj bile olmadan sürdürmek mümkün mü­dür? Ancak o zaman birbirinizle ilişki içinde olabilirsiniz. Şimdiki halde, seks dışında hiçbir zaman kesişmeyen iki pa­ralel çizgide ilerlemektesiniz. Adam işyerine gider, tutkuları vardır, açgözlüdür, birilerini kıskanır, iş hayatmda, din âle­minde, profesyonel yaşamda bir yer edinmek peşindedir. Çağdaş kadın da işine gider ve evde bir araya gelip çocuk ya­parlar. Sonra da sorumluluk, eğitim sorunları ile dolu tü­müyle ilgisiz bir dönem başlar. Çocuklarınızın ne olduğu, başlarından neler geçeceği umurumuzda değildir. Onların da sizin gibi olmalarını, güvenli bir evlilik yapmalarını, bir iş ve ev sahibi olmalarını istersiniz. Doğru mu? Bu bizim günlük yaşamımız ve aslında son derece zavallı bir yaşam. Bu yüz­den binleri insanların neden imajlarla yaşadığını soracak olursa; zira tüm tanrılarınız, Hıristiyanların tanrısı, Müslü­manların tanrısı ve sizin tanrılarınız imajlardan oluşmuştur; bunların düşünceyle yaratıldığını ve düşüncenin de belirsiz­lik ve korku dolu olduğunu görürsünüz. Düşüncenin oluş­turduğu nesnelerde güvence yoktur. Öyleyse ilişkimizde şartlandırılmamızdan kurtulmamız mümkün müdür? Yani ilişkinin aynasını daha yakından ve dikkatle gözlemleyerek, tepkilerimizin neler olduğunu, bunların mihaniki, alışılagel­miş ya da geleneksel olup olmadığını kavrarsınız. O aynada aslında kim olduğunu keşfedersiniz. Bu yüzden ilişki olağa­nüstü derecede önemlidir.

Gözlemlemenin ne olduğunu sorgulamamız gerek. Ken­dinizi, ne olduğunuzu ilişki aynasında nasıl gözlemlersiniz? Gözlemlemek ne anlama geliyor? Bu öğrenmemiz gereken başka önemli bir husus. Bakmak ne anlama geliyor. Dünyanın en güzel şeyi sayılan bir ağaca bakarken bunu nasıl ya­parsınız? Hiç bir ağaca, bir hilale baktınız mı? Yeni doğan bir ay ne kadar narin, ne kadar taze ve ne kadar gençtir; hiç ona baktınız mı? Ona ay kelimesini kullanmadan bakabilir misi­niz? Tüm bunlarla gerçekten ilgili misiniz? Bu konuyu akıp giden bir ırmak gibi sürdüreceğim. Bir nehrin kıyısında otu­rup ona bakıyorsunuz ama asla nehir olmuyorsunuz, çünkü nehrin bir parçası değilsiniz; başlangıcı ve sonu olmayan bir devinimin güzelliğine katılmıyorsunuz.

Onun için gözlemlemenin ne olduğunu düşünün. Bir ağa­cı, ayı, dışınızdaki bir şeyi gözlemlerken her zaman bir keli­me kullanıyorsunuz; ağaç gibi, ay gibi. Aya ve ağaca bakar­ken onu isimlendirmeden, tanımlamadan bakabilir misiniz? Onunla ilgili kelimeyi, o kelimenin kapsamını kullanmadan, ağacı ya da bir şeyi tanımlamadan bakabilir misiniz? Ya da eşinize, çocuğunuza “eşim” kelimesi ya da imajı olmadan ba­kabilir misiniz? Hiç bunu denediniz mi? Kelimeyi, ismi, onunla ilgili yarattığınız biçimi kullanmadan gözlemlediği­nizde baktığınız şeyin bir merkezi bulunmamakta. Öyleyse olup bitenin farkına varın. Kelime, düşüncedir. Düşünce anı­lardan oluşur. Dolayısıyla bir anınız, bir düşünceniz, sizinle o nesnenin arasına giren bir imajınız var, değil mi? Ama bu­rada, bakmak ve gözlemlemekte olduğunuz şey kelime; keli­menin içeriği, kelimenin anlamı yok. Dolayısıyla bu gözlem­de, “ben”im “siz”e bakmamda bir merkez mevcut değil. Bu durumda yalnızca birbiriyle oluşturulmuş doğru bir ilişki var. Burada öğrenmenin, belli bir güzelliği ve belirli bir du­yarlılığın niteliği mevcut.

Jiddu Krishnamurti
Aşk, Seks ve Namus

Madras, Hindistan, 26 Aralık 1982 Sınırsız Zihin, s. 76-81

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version