Ana Sayfa Edebiyat Italo Calvino’dan Bir Öykü: Gerçeği Bilen Birisi Hiç Çıkmadı

Italo Calvino’dan Bir Öykü: Gerçeği Bilen Birisi Hiç Çıkmadı

Çobanlar şafak sökerken yola düşüyor, vadiyi kaplayan sisin açılıp küçük gölün ve yamaçtaki, pencereleri demirli avcı evinin yavaş yavaş ortaya çıktığını görüyorlardı. Avcılar sanki her gece kapılarını, pencerelerini sıkı sıkı örtüp evlerine kapanırlardı, biraz gölün nemli havasından, biraz da hırsızlardan korktukları için. Aslında, bütün bunlar çobanlar için uydurdukları şeylerdi ama çobanlar işin farkındaydılar.
Avcı evinin bacasından ince bir duman yükselmeye başlamıştı; dışarı ilk çıkanlar kadınlardı, öğle güneşinden korunmak nedeniyle giydikleri kocaman hasır şapkaları daha şimdiden başlarında, ocağı yakmak için kuru dalları kırmaya gidiyorlardı.Çevrede, yavaş yavaş uyanan köpeklerin havlaması duyuluyordu; sonra Bay Zaudi, elleri cebinde, havayı kontrol etmek için dışarı çıktı, yere tükürdü ve dönüp yine sıcak evine girdi.
Ocağın ateşini körükleyen Airoldi kız başını kaldırınca, karşı yamaçta kendisine bakmakta olan çobanları gördü ve annesini kolundan çekip parmağıyla onları işaret etti. Bunun üzerine, çobanlar dönüp koyunlarının arkasından gittiler.

Eşikte en son görünen avcı, Airoldi’nin doktor olan ağabeyiydi; yola çıkmak için giyinmişti. Aralarında kadını olmayan bir tek o vardı, her işini kendi görür, o nedenle çabucak hazırlanırdı. Zaten tam soyunmadan, giysileriyle yatar, kalkar kalkmaz ekmek peynirle kahvaltısını yapar, sıcak bir sütlü kahve içtikten sonra da bir gece önceden temizlediği tüfeğini omuzlayıp çıkardı. Sabahın o erken saatinde havanın tadına varmak istercesine, gözlüğünü takmadan şöyle bir çevresine bakındı, sonra bir taşın üstüne oturup gözlüğünün camlarını silerek öbürlerini beklemeye başladı. Köpekler boyunlarındaki çıngırakları sallayarak kesik kesik havlıyordu, yapılan hazırlıklardan, sahiplerinin dağkeçisi avına çıkacaklarını ve bütün gün zincire bağlı evde kalacaklarını sezmiş gibiydiler.

Avcı evinin bulunduğu vadinin ve çobanların, sürülerini götürdükleri otlağın daha yukarılarında dağkeçileri vardı: Kara sürüler halinde dolaşır ya da büyük gruplar oluşturup, dimdik tuttukları başlarını ansızın bir yana çevirerek güneşlenirlerdi. O yıllarda tepeler dağkeçileriyle doluydu. Sabahları, çobanların koyunlar için tuz serptiği taşlık araziye indiklerinden, orada pusu kurulabilirdi.

Eylülün 20’sinde çobanlar koyunlarını gölde yıkadıktan sonra ovaya inerlerdi; vakit gelmiş gibiydi, artık kavganın sırası değildi. Geçmiş yıllarda, dağkeçisi avcıları 20 Eylül’e kadar çobanları kendi av partilerine çağırırlardı. O yıl da aynı şeyi yapacaklardı ama sonra olanlar oldu.

Araları gittikçe daha da çok açıldı. Airoldi kız, uykusunun arasında evin önünden koyun sürülerinin geçtiğini duyacak olsa, annesiyle paylaştığı yatağında büzülüverirdi. Akşam dışarıda bir şey unutmamaya dikkat etmek gerekti: Pencerenin kenarına bırakılan bir parça peynir yok olunca, Airoldi kardeşlerin en şişmanı, bilinmeyen hırsızlara bağıra bağıra gözdağı verdi ama sürülerini önlerine katmış, otlaktan dönen çobanlar anlamazdan geldiler. Daha sonra bir gün Bay Bonvicino’nun dışarıdaki merdivende unuttuğu bir fişeklik ortadan kayboldu ama yine çobanlara bir şey söylemeye cesaret edemediler.

Bonvicino artık fişekliğini, karnının üstünde sallanan bir çantada taşıyordu; onun peşinden, kendinden daha uzun tüfeğini omuzlamış, sansar suratlı Zaudi geliyordu. En arkada da, sahiplerinin uzaklaştığını görüp havlayan köpeklere küfrü basan şişko Airoldi vardı; kapıdan çıkarken kadınlara, yemeğe göz kulak olmalarını tembih etti, onlar da fazla terleyip rüzgarda durmamasını söylediler. Patikayı tırmanan adam gözden kaybolurken, koca hasır şapkalı kadınlar, önlerinde koca bir

gün olduğu halde, o soğuk tan vaktinde fincanları yıkamaya durdular.

Dağkeçilerinin olduğu yere varmak için avcıların epey taban tepmesi gerekiyordu. Geniş adımlarla yürüyen Doktor Airoldi hepsini arkada bırakmış, hiç konuşmadan, iz sürer gibi sırf burun kesilmiş yürüyordu. Oysa Bay Bonvicino yürümekten sıkılırdı: Boyuna yoldan çıkıyor, çalılıklara dalıp ağaçlara bakıyordu; sabahın o erken saatinde bir ardıçkuşu, bir ala karga görünce de dayanamıyor, hemen silahına davranıyordu. Öbürleri ona kızıyorlar, hele av kurallarına ‘ çok dikkat eden doktor ifrit oluyordu. Bir kuş için ateş etmek ve dağdaki bütün hayvanları ürkütmek olacak iş miydi? Bonvicino kestirme yollara saparak yanını yöresini kolaçan etmeye başlayıp tüfeğine bir fişek sürmek için çantasına el attı mı, bütün gözler ona dikiliyordu.

Av programı yol boyunca yapılırdı, o işte de her zaman kavga çıkardı. Şişko Airoldi hep yeni bir yol izlemelerini önerir, herkesin onun dediğini yapmasını ister, biri şurada dursun, beriki ötede avlansın der, sonra fikrini değiştirir, işler iyi gitmeyince de, onun sözünü dinlemedikleri için öyle olduğunu söyleyerek önüne gelene çatardı. Herkes kendi keyfince iyi yerleri seçip, kimsenin bilmediği yolları izleyerek dağ keçilerini olabildiğince yakma çekmek ve vuracaklarından emin oldukları zaman silaha davranmak isterdi. Şişko Airoldi ise, kimilerini hayvanları ürkütmek için bir yana, kimilerini yolu kesmek için başka bir yana yollamayı becerir ve ortada yalnız kalınca, ötekilerden kaçan keçi sürülerini sarp kayalarda tek başına kovalar, silahının patlamaları bütün vadide yankılanırdı.

Çobanlarla gittikleri ya da yanlarında, yakın köylerden gelen başka dağcılar olduğu sürece Airoldi, biraz yolları iyi bilenlere saygısı nedeniyle, biraz da yabancıların önünde olay çıkarmaktan çekindiği için, az çok söz dinlerdi. Ama arkadaşlarıyla yalnızsa ya da hiçbir şeyden anlamayan ve sırf laf olsun diye gelen bir iki korucu veya gümrük polisi aralarına karışmışsa, her sabah bir kavga çıkarırdı.

En az sinirlenen de, tarım araçları satışıyla uğraşan ve hep sinsi sinsi gülen sansar suratlı Zaudi’ydi. Airoldi’nin çıkardığı kavgalar yüzünden dağkeçisi avının kötüye gittiğini görünce, hemen dönüp köpeğini almaya giderdi. Sonra köpekle sahibi tek başlarına mutlu mutlu tavşan avına giderlerdi. Tepelerde beyaz yaban tavşanları bulunurdu; o mevsimde boz renkli olur, kar yağdığı zaman beyaza örtünürler. Köpeğin kovaladığı beyaz tavşan inine saklanırdı. Dışarı çıkması için saatlerce bekleyen Zaudi, akşama doğru, uzun kulakları çantasının ağından sarkıp yerlere sürünen, kaskatı kesilmiş tavşanla avdan dönerdi.

Oysa, o sabah çekip giden şişko Airoldi’ydi. Bir şey tutturmuş, ne deseler fayda etmemişti: Vadinin yamacındaki yolu izleyerek tek tek avlanacak yerde, Chapelet’ye kadar tırmanmalarını ve tepedeki sarp kayalardan yelpaze gibi açılıp inerken avlanmalarını istiyordu. O ana kadar ağzını açmayan ve ötekilerden az yukarıda, kestirme bir yolda yürümekte olan ağabeyi Doktor Airoldi, bir kayanın önünde ansızın dikildi ve burnuna kadar boynuna doladığı atkıyı çözüp yere fırlatarak “Hayır!” diye bağırdı, “Hayır ve de hayır! Her zaman gittiğimiz yoldan gideceğiz. İşine gelirse ne ala, gelmezse git Chapelet’ye ya da hangi cehenneme istersen, işte o kadar!”

Kardeşi yüzü kıpkırmızı, “Ben Chapelet’den geçeceğim ve o kadar çok keçi vuracağım ki bu yıl av mevsimi artık kapanmış olacak” diye yanıtladı.

Derken “Ohooo!” diye bir ses duyuldu; avcılar dönüp bakınca, yeşil ovada ince bir bulut gibi kıvrıla kıvrıla gelen koyun sürüsünü ve daha yukarıda da, elleri değneklerinin üstünde kavuşmuş, şapkaları gözlerinin üstüne eğilmiş, dimdik duran çobanları gördüler. Şişko Airoldi koşar adım yürüyerek alıp başını gitti ve yamaçtaki bir sel yarığı boyunca tepeye tırmanmaya başladı.

Airoldi dağlar ve dağkeçileri hakkında birçok şeyi çobanlardan öğrenmişti. Çobanlar savaştan kalma “doksan bir” tüfekleriyle ava çıkarlar, iyi birer nişancı olmadıkları halde hayvanları ve yöreyi iyi tanırlardı, hatta avı onların yönettiği bile söylenebilirdi.

O kez de, altmış dağ keçisini içeren sürüyü Fransa yamaçlarına varan uzun bir yoldan geçirdikten sonra tepeye kadar getiren çobanlardı ve şişko Airoldi’nin yaptığından sonra avcılarla kavgaya tutuşmakta haklıydılar.

Doruktaki dik yolu öfkeyle tek başına tırmanan avcı, aşağı vadiye yayılan sürüdeki hayvanların çift toynaklı ayaklarının, taşlarda çıkardığı sesi duyunca, birden heyecanlandı, dağkeçileri ince bacaklarını germiş, kamburları dik, boynuzları çatal çatal, oldukları yerde duruyorlardı; yine de sürüde, belki bir soluk ya da keskin bir bakışı andıran hızlı bir devinim var gibiydi. Sonra, avcıların yaylım ateşi başlar başlamaz, köpürerek akan dere boyunca yükseklerden atlayarak, arada düşüp yaralanarak ormana doğru kaçtılar. O zaman tepede arka arkaya patlayan tüfeklerin yankıları duyuldu ve neredeyse ormana girmiş olan dağkeçileri ürkerek, indikleri gibi hızla yukarı tırmanmaya başladılar ve ikinci kez ateş açan avcılarla karşılaştılar; böylece, toplu kıyım başladı.

Daha sonra avcı evinin önündeki meşalelerin ışığında bir patırtı çıktı, bir koşuşturma görüldü; uzun bacakları kaskatı kesilmiş hayvanlar köy halkı, avcılar, çobanlar ve sınırdan geçmelerine göz yuman gümrük polisleri arasında paylaşıldı. Zaudi’nin karısıyla Bonvicino’nun karısı, elleri kan içinde, hayvanları parçalayıp bağırsakları köpeklere attılar. Bir ara şişko Airoldi, vurdukları en yaşlı, uyuz, tüyleri dökülmüş hayvanı göstererek, “Çobanlara mı? Daha neler! Onlara ancak bu yaraşır” dedi. Ötekiler aynı fikirde olmadıkları halde seslerini çıkarmadılar. Airoldi tam bir keçi budunu kesmek için eğilmişken, o uyuz hayvanın ölüsü ayaklarının dibine düştü ve altında kalıp ezilmesine ramak kaldı. İki kişinin bacaklarından tutarak fırlattığı hayvan, sırtüstü yere yuvarlandı. Hepsi birden dönüp baktıklarında, karanlıkta uzaklaşan çoban kepenekleri gördüler.

İşte kavga böyle başladı. Sonra bir Pazar akşamı, çobanların en genci alışveriş yapmak için köye indiğinde, kahvede de kötü bir şeyler oldu galiba. Bazı akşamlar Airoldi, arkadaşlarını ve ailesini bırakıp tek başına, yürüyerek köye iner, baraj yapımında çalışan işçiler, askerler ve onlarla gelen kadınlarla iki kadeh içip gövde göstermeye giderdi. Bu eğlence, genç çobanla dalaştığı ve şarap şişelerinin kırıldığı akşama kadar sürdü.

Ertesi sabah yaşlı çoban, Airoldi’nin köpeği Çilin’in, ağılların orada dolaştığını, oğlunun dilini şaklatarak köpeği çağırıp elinde tuttuğu ekmek parçasını uzattığını, hayvanın da alıp yediğini gördü. “Çıldırdın mı be? Şimdi öç almak için koyunları zehirlerler!” diye bağıran yaşlı çoban, ağzından salyalar akmaya başlayan köpeği bir battaniyeye sardığı gibi götürüp avcı evinin önüne bırakılan hayvanın yanlışlıkla fare zehiri yuttuğunu anlattı.. Doktor Airoldi köpeği iyileştirip hayatını kurtardı ama kardeşi bunun bir uyarı olduğunu hep düşündü.

O günden sonra avcılarla çobanlar birbirleriyle selamı sabahı kestiler ve artık iyice tanıdıkları yerlerde ayrı ayrı ava çıkmaya başladılar. Her şeyi bildiğini sanan şişko Airoldi, kendine fazla güvenirdi. O sabah soluk soluğa Chapelet’den inerken aşağı bakıp da pırıl pırıl havada, vadinin ucunda durmuş on tane dağkeçisi görünce soğukkanlılığını bozmadan saklandı ve birçok kez çobanlardan duyduğu bir hileyi uygulamaya karar verdi. Uzun ve düz bir değnek bulup yere sapladı ve kepeneğini üstüne astı, tepesine de, uzaktan iyice görülebilecek biçimde şapkasını yerleştirdi. Dağkeçileri, ön ayaklarının biri gergin, ötekisi havada, başlarını kaldırmış, yukardaki gölgenin kımıldamasını bekliyorlardı. Airoldi’yse o sırada vadiye inen patikanın yolunu tutmuştu.

Böylece, hayvanları kesin olarak vurabilecek kadar yaklaşmıştı. Hemen silahına davrandı ve tetiği çekip birini yere serdi, ikinciyi vuramadı ama tüfeğine bir fişek daha sürerek yaraladı ve hayvanın acıyla bağırarak yere yıkıldığını gördü, daha sonra, kaçıp kurtulmasına fırsat vermeden, bir üçüncüyü de hakladı.

Üç hayvanın leşini taşların üstünde bırakıp yardım istemek üzere aşağı koştu. Şansı yaver gittiği için, sevinçten kabına sığamıyor, bomboş ovalarda avazı çıktığı kadar bağırmak istiyordu.

Aşağı indiği zaman, otlayan bir sürü ve ortalarında da bir çoban gördü. Böbürlenmekten başka bir şey düşünmeyen Airoldi, “Tam üç tane vurdum!” diye bağırdı, “Üç tane nah şu kadar kocaman erkek dağkeçisi! Kara Kaya’nın önünde tek başıma! Birkaç kişi gelin de aşağı taşıyalım!”

Çobanın nereye baktığı belli değildi, alçak sesle köpeğiyle konuşur gibiydi. Airoldi soluk soluğaydı. “Bugünlük nafakanızı doğrultmak ister misiniz? İplerle sırıkları yüklenip Kara

Kaya’ya gelin, bizim eve taşınacak üç tane dağkeçisi var yukarıda.”

Çoban, “Ben burada yalnızım, sürüye göz kulak olmam gerek,” dedi, “gidin, öbürlerine söyleyin”.

“Neredeler?”

“Aşağıda, yanık kulübenin orada odun topluyorlar.”

Airoldi koyunları ürküterek ovadan aşağı koşuyordu. On beş dakika sonra yanık kulübeye varmıştı ama ortada in cin yoktu. Yukarı bakınca, sürünün yola koyulduğunu ve çobanların birken iki olduklarını gördü.

“Hey!” diye bağırdı, “Burada kimse yok!”

Yukarıdan bir yanıt geldi ama ne dediklerini anlayamadı.

Airoldi, “Benim arkadaşlar ne yana gittiler?” diye bağırdı.

Çobanlar “Halla, halla!” diye bir şeyler söylüyor ve sopalarıyla bir yeri işaret ediyorlardı.

Airoldi yarım gün dolaştı. Akşam olunca arkadaşları ve bir grup köylüyle birlikte, dağkeçilerini öldürdüğü yere geldi, yanılmadığından emin olmak için bir saat ileri geri gitti geldi ama hayvan leşleri sırra kadem basmıştı. Daha sonra yerde bir iki tutam tüy ve kan lekeleri gördü de, arkadaşlarını yalan söylemediğine inandırabildi.

Airoldi korucu kışlasında ve gümrük polisi karakolunda da kavga çıkardı, hepsinin birden ağılların oraya gidip çobanları, kendi vurduğu hayvanlarla birlikte suçüstü yakalamalarını ve tutuklamalarını istiyordu.

Bir korucu çavuşu, “Sizin keçiler artık kim bilir nerededir?” dedi, “Bu ormanlarda nereden bulacaksınız? Üstelik, çobanlar geceleri de yol alırlar…”

“Ben de geceleri yürümesini bilirim,” diyen Airoldi öfkeyle çıkıp gitti.

Airoldi o gece avcı yeleğinin cebine bir torba arsenik doldurdu ve köpekleri bağlayıp evden çıktı. Dolunay vardı ve bütün gece dolaşıp tohum eker gibi otlakların hepsine zehir saçtı.

Ertesi sabah kapıdan ilk çıkan oydu. Yağmur yağmıyordu. Bu iş tamamdı. Ağılların olduğu yerde kimse görünmüyordu. Az sonra yaşlı çoban çıkageldi.

Airoldi, “Bu sabah otlağa geç mi gidilecek?” diye sordu.

Yaşlı çoban vadiyi işaret ederek, “Bugün otlatmak yok” dedi, “koyunları gölde yıkadık Şimdi aşağı ineceğiz”.

Soğuktan titreyen bembeyaz koyunlar meleyerek patikadan aşağı iniyorlardı:””‘

Vadinin tepesindeki kayaların arasından, büyük olasılıkla sürüden ayrılıp kaybolmuş küçük bir dağkeçisi gözüktü; gölü, koyunları, bacasından dumanlar çıkan avcı evini, çamaşır asan Airoldi kızı, eşikte duran babasını ve oradan geçmekte olan çobanı gördü. Hepsine uzun uzun baktıktan sonra gözden kayboldu. Ama gerçeği bilen birisi hiç çıkmadı.

Italo Calvino
Gerçeği Bilen Birisi Hiç Çıkmadı

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version