Ana Sayfa Edebiyat “İNSANIN APTALLIĞI SONSUZDUR, SİZ DE BİLİRSİNİZ!” YUFKA YÜREK – DOSTOYEVSKİ

“İNSANIN APTALLIĞI SONSUZDUR, SİZ DE BİLİRSİNİZ!” YUFKA YÜREK – DOSTOYEVSKİ

“Yani birtakım konular var!..”
“Ne gibi konular?”
“Böyle bir durumda anlatmaya kalkıştığında kıymetini kaybeden konular…”

Bir çatının altında, dördüncü katın birindeki bir dairede, iki genç meslektaş, Arkadiy İvanoviç Nefedeviç ile Vasya Şumkov yaşıyordu… Yazar, elbette, okura neden bir kahramanın adının tam olarak, diğerininse Vasya diye, küçük ismiyle anıldığını; en azından bu tür bir ifadenin edepsizce ve biraz da laubali sayılmaması için, açıklamayı gerekli görüyor. Ama bunun için öncelikle hem rütbe, hem yıl, hem unvan, hem meslek, ve dahası, oyuncuların karakterlerini de açıklamak ve tasvir etmek gerekiyor; ama öykülerine böyle başlayan bir sürü yazar olduğu için, bu hikâyenin yazarı, sırf bu yüzden, yani onlara benzememek için (bazılarının dediği gibi, belki de sınırsız kendini beğenmişliğinden) doğruca olayla başlamaya karar verdi. Bu girizgâhı bitirip başlıyor.

Yılbaşının arifesi, akşamleyin saat altıda, Şumkov eve döndü. Yatakta yatan Arkadiy İvanoviç uyandı ve gözlerini aralayıp misafirini izlemeye başladı. Gelenin tertemiz bir yeleklik giymiş olan, çok sevgili arkadaşı olduğunu gördü. Bu, elbette şaşırttı onu. “Bu şekilde nereye gitmiş Vasya? Zaten evde de yemek yemedi!” Şumkov bu arada mumu yakmıştı ve Arkadiy İvanoviç hemen, onun kendisini farkında olmadan yapmış gibi uyandırmaya hazırlandığını anladı. Gerçekten de, Vasya iki kez öksürdü, iki kez odada dolandı ve sonunda, kesinlikle tesadüfen, sobanın yanında, bir köşede doldurduğu piposunu elinden düşürdü. Arkadiy İvanoviç kendi kendine gülmeye başladı.

“Vasya, yeter kurnazlık ettiğin!” dedi.
“Arkaşa, uyumuyor musun?”
“Doğrusu, söylemem zor herhalde; sanki uyumuyorum gibi geliyor.”
“Ah, Arkaşa! Merhaba, güvercinim! Haydi, kardeş! Haydi, kardeş!.. Sana neler anlatacağım, bilemezsin!”
“Kesinlikle bilmiyorum; gelsene buraya.”
Vasya, sanki bunu bekliyormuş gibi, Arkadiy İvanoviç’in bir hainlik yapacağını akıl etmeden, hemen yaklaştı. Diğeri kırar gibi onun kolunu yakaladı, büktü ve kurbanını deyim yerindeyse, “boğmaya” başladı ki bu neşeli Arkadiy İvanoviç’e büyük bir mutluluk veriyor gibiydi.

“Yakalandın!” diye haykırdı, “yakalandın!”
“Arkaşa Arkaşa, ne yapıyorsun? Bırak, Tanrı aşkına, bırak, frakım kirleniyor!..”
“Boşver; frak neye gerek? Neden sen böyle kolay kanıyorsun, kolunu kaptırıyorsun? Söyle bakalım, nereye gittin, nerede yemek yedin?”
“Arkaşa, Tanrı aşkına, yeter!”
“Nerede yemek yedin?”
“Ben de sana bunu anlatmak istiyordum.”
“Anlat öyleyse.”
“Bırak önce.”
“Olmaz öyle, bırakmam, yoksa anlatmazsın!”
“Arkaşa Arkaşa! Anlasana, olmaz zaten, kesinlikle olmaz!” diye haykırdı güçsüz Vasya, hasmının güçlü pençesinden kurtulmaya çalışarak, “yani birtakım konular var!..”
“Ne gibi konular?”
“Böyle bir durumda anlatmaya kalkıştığında kıymetini kaybeden konular, olmaz böyle, gülünç kaçar; ama bu iş hiç gülünç değil, önemli bir iş.”
“Bak sen, önemliymiş! Uyduruyorsun! Sen bana beni güldürecek bir şeyler anlat, öyle anlat; önemli bir şey istemem; sen nasıl arkadaşsın böyle? Söyle bakalım bana, sen ne zaman arkadaş olacaksın? Ha?”
“Arkaşa, Tanrı aşkına, olmaz!”
“Ben de dinlemem öyleyse…”
“Ama Arkaşa!” diye başladı Vasya, yatağın yanına yatıp sözlerine olabildiğince çok önemliymiş havası vermeye çalışarak. “Arkaşa! Ben, lütfen, anlatacağım; sadece…”
“Ee!..”
“Ee’si, ben nişanlandım!”
Arkadiy İvanoviç daha başka bir şey söylemeyip kalktı, sessizce, hiç de kısa biri olmayan, hatta güçsüz ama çok uzun boylu biri olan Vasya’yı bebek gibi kollarının arasına aldı ve onu odanın içinde bir köşeden diğerine, sanki uyutmaya çalışıyormuş gibi sallayarak gezdirmeye başladı.

“Bak sen şu işe, bizim kundaklı kalkmış nişanlanmış,” dedi. Ama Vasya’nın kollarında öylece yattığını, tek kelime etmediğini görünce düşünceye daldı ve şakasının fazla ileri gittiğini anladı; onu odanın ortasına bıraktı ve en içten, dostane tavrıyla yanağından öptü.
“Vasya, kızmadın ya?”
“Arkaşa, dinle…”
“Yani, yılbaşı diye.”
“Tamam, önemli değil; ama niye böyle delice, kaçıkça davranıyorsun? Sana kaç kere söyledim: Arkaşa, Tanrı aşkına, canımı yakma, kesinlikle canımı yakma!”
“Gücenmedin değil mi?”
“Tamam, önemli değil; ben hiç gücenir miyim! Ama canımı sıktın, anlıyor musun!”
“Canını mı sıktım? Nasıl?”
“Sana bir dostumsun diye, samimiyetle geldim, sana kalbimi açmak, mutluluğumu anlatmak için…”
“Ne mutluluğu? Neden bahsediyorsun sen?”
“Ya, evleniyorum işte!” diye yanıt verdi Vasya sıkıntıyla, çünkü gerçekten biraz kızmıştı.
“Sen! Sen evleniyorsun! Doğru mu bu?” diye haykırdı iyilikle Arkaşa. “Hayır hayır… bu da ne? Hem böyle diyorsun, hem gözyaşı döküyorsun! Vasya, Vasyacığım, yavrum benim, yeter! Gerçekten, ne oluyor?” ve Arkadiy İvanoviç onu tekrar kucakladı.
“Peki, anlıyor musun, şimdi nereden geldim?” dedi Vasya. “Sen zaten iyi yüreklisin, dostsun, bunu biliyorum. Sana öyle mutlu, ruhum heyecan dolu geliyorum, birden kalbimin bütün mutluluğunu, bütün bu heyecanımı açmam lazım, ama yatakta debelenince bunların kıymeti kalmıyor… Anlıyor musun Arkaşa,” diye devam etti Vasya gülmeye çalışarak, “zaten her şey komik bir şekilde oldu, şu anda hiçbir şekilde kendimde değilim. Bu konuyu küçük düşüremezdim… Şimdi sen bana soracaksın: Adı ne? Bak yemin ediyorum, şimdi öldürsen bile beni, sana yanıt vermezdim.”
“Peki Vasya, niye sustun! Bana daha önceden söyleseydin, ben de yaramazlık etmeye kalkışmazdım,” diye bağırdı Arkadiy İvanoviç tam bir umutsuzluk içinde.
“İyi, yeter yeter! Zaten bunun… Zaten bütün bunların sebebi, benim iyi kalpli olmam. Ama yazık, sana istediğim gibi anlatamıyorum, sevindiremiyorum; güzel bir şekilde anlatıp, seni haberdar edip mutluluk getiremiyorum… Gerçekten, Arkaşa, seni öyle seviyorum ki… Sen olmasaydın, ben, sanırım, evlenemezdim de, hatta yeryüzünde yaşamazdım bile!”
Alışılmadık bir şekilde duygulanan Arkadiy İvanoviç, Vasya’yı dinlerken bir yandan gülüyor, bir yandan ağlıyordu. Vasya da öyle. İkisi yeniden kucaklaştılar ve geçmişi unuttular.
“Nedir bu, nedir bu böyle? Anlat bana her şeyi Vasya! Ben, kardeşinim, affet beni, ben şaşkınım, tümden şaşkınım; şimşek gibi çarptı beni, Tanrı aşkına! Yani hayır, kardeşim, hayır, sen uyduruyorsun, Tanrı aşkına, uyduruyorsun, yalan söyledin!” diye bağırdı Arkadiy İvanoviç ve içten bir kuşkuyla baktı Vasya’nın yüzüne; ama bu yüzde olabildiğince çabuk evlenme arzusunun ışıl ışıl bir onaylamasını görünce, yatağa atladı ve taklalar atmaya başladı, öyle ki duvarlar sarsılıyordu.
“Vasya, otur bakalım şuraya!” diye bağırdı, sonunda yatağın üzerine oturarak.
“Yani ben, kardeşim, nasıl, nereden başlayacağımı bilemiyorum!”
İkisi birden, mutluluk heyecanıyla birbirlerine bakıyorlardı.
“Kim bu kız, Vasya?”
“Artemyevler!..” dedi Vasya mutluluktan yumuşamış bir sesle.
“Olamaz?”
“Niye, sana onlar hakkında bir sürü şey anlatıp durmuştum, sonra anlatmaz oldum, ama sen bir şey fark etmedin. Ah, Arkaşa, senden bunu saklamak benim için çok zordu; ama korkuyordum, konuşmaya korkuyordum! Her şey bozulur diye düşünüyordum, ama çoktan âşıktım Arkaşa! Tanrım Tanrım! Görüyorsun ya, işte hikâye bu,” diye başladı söze ikide bir heyecandan sözüne ara vererek, “Bir nişanlısı vardı, bir yıl önce, onu bir yerlere göndermişlerdi; ben de tanırdım onu – doğrusu, o, Tanrı onunla olsun! İşte, hiç yazmaz oldu. Beklediler, beklediler; ne olduğunu anlamaya çalıştılar? Birden, dört ay önce, evlenmiş olarak döndü herif ve onlara uğramadı bile. Kaba! Rezil! Onların yanını tutan kimse olmadı. Zavallı kız ağladı, ağladı, ben de onu seviyordum… Çoktandır, hep seviyordum onu! İşte teselli etmeye başladım, gittim geldim… yani, ben de doğrusu, bilmiyorum, bütün bunlar nasıl olup bitti, ama o da beni sevmiş; geçen hafta kendimi tutamadım, ağladım, hıçkırdım ve ona her şeyi anlattım – ya! Onu sevdiğimi – kısacası, her şeyi!.. ‘Ben de sizi sevmeye hazırım, Vasiliy Petroviç, ama ben zavallı bir kızım, benimle alay etmeyin; ben de kimseyi sevmeye cesaret edemiyorum.’ Yani, kardeşim, anlıyor musun! Anlıyor musun? Onunla sözlendik ve nişanlandık; ben düşündüm de düşündüm, düşündüm de düşündüm, şöyle dedim: Anneciğe nasıl söyleyeceğiz? O da dedi ki: Bu zor olacak, bekleyin biraz, korkuyor; şimdi, ne yazık ki beni size vermez; o da ağlıyordu. Ben, ona söylemeden, bugün ihtiyar kadına açıldım. Lizanka onun dizlerinin dibindeydi, ben de öyle… O da hayır duasını verdi. Arkaşa, Arkaşa! Güvercinim! Birlikte yaşayalım. Hayır! Ben senden hiçbir şekilde ayrılmam.”
“Vasya, sana bakıyorum, ama inanamıyorum; Tanrı aşkına, inanamıyorum, yemin ederim. Doğrusu, bana bütün bunlar tuhaf geliyor… Baksana, sen nasıl evlenirsin? Ben nasıl bilmem bunu? Doğrusu, Vasya, ben, artık itiraf edeyim, ben evlenmeyi düşünmüştüm kardeşim; ama artık sen evlendiğine göre, fark etmez! Yani, mutlu ol, mutlu ol!..”
“Kardeşim, artık kalbim öyle tatlı, ruhum öyle hafif ki…” dedi Vasya ayağa kalkıp heyecan içinde odada dolanarak. “Doğru değil mi, doğru değil mi? Sen de öyle hissetmiyor musun? Yoksul yaşayacağız, kuşkusuz, ama mutlu olacağız; yani bu bir boş hayal değil, mutluluğumuz bir kitaptan okuma bir şey değil; yani gerçekten mutlu olacağız!..”
“Vasya Vasya, dinle!”
“Ne var?” dedi Vasya, Arkadiy İvanoviç’in önünde durarak.
“Benim aklıma şöyle bir düşünce geldi; doğrusu, sana söylemeye de korkuyorum!.. Sen affet beni, kuşkularımı yok et. Nasıl geçineceksin? Ben, biliyorsun, evleneceğin için heyecan içindeyim, elbette, heyecan içindeyim ve kendime hâkim olamıyorum; ama nasıl geçineceksin? Ha?”
“Ah, Tanrım Tanrım! Ne diyorsun, Arkaşa!” dedi Vasya, Nefedeviç’e derin bir hayretle bakarak. “Bu da ne demek şimdi? İhtiyar kadın bile iki dakika düşünmedi, ben ona her şeyi açıkça anlattığımda. Onların nasıl geçindiğini mi sordun? Üçüne yılda 500 ruble geliyor: Babanın ölümünden sonra verilen emekli maaşı bu kadar. O, ihtiyar kadın, bir de küçük kardeş var; onun okul masrafını da o paradan ödüyorlar – işte böyle yaşıyorlar! Yani bir tek senle ben kapitalistiz! Bana da bazı yıllar, iyi giderse, yedi yüz geçiyor elime.”
“Dinle, Vasya, affedersin; ben, Tanrı aşkına, ben sadece, ben sadece bunun bozulmaması için düşünüyorum, – yedi yüz nereden çıktı? Sadece üç yüz…”
“Üç yüz mü!.. Ya Yulian Mastakoviç? Unuttun mu?”
“Yulian Mastakoviç! Yani bu iş, pek güvenilir iş değil kardeşim; bu 300 ruble, her rublesi sadık dost olan, güvenilir bir maaş değil. Yulian Mastakoviç, elbette, yüce bir insan, ona saygı duyuyorum, onu anlıyorum, yüksek bir değer veriyorum ve Tanrı aşkına, seviyorum da onu, çünkü o seni seviyor ve işinden dolayı sana armağan veriyor, seni memur olarak görevlendiriyor; ama sen de kabul edersin, Vasya… Dinle; saçma bir şey söylemiyorum; bütün Petersburg’da senin el yazın gibi iyi bir el yazısı bulmanın mümkün olmadığını kabul ediyorum, bunu teslim ederim,” dedi heyecanlı bir şekilde Nefedeviç, “ama ya birden, Tanrı korusun! Beğenilmezsen, birden ona yaranamaz olursan, birden onun işi kesilirse, birden bir başkasını alırsa; yani, sonuçta, daha neler neler olabilir! Yani Yulian Mastakoviç de elden giderse, Vasya…”
“Yapma, Arkaşa, yani böyle düşünürsek, üzerimize şimdi tavan bile çökebilir…”
“Tabii, elbette elbette… ben sadece…”
“Hayır, dinle beni, sen dinle! Neler diyorsun, beni nasıl olur da işten çıkarır?.. Hayır, sen sadece dinle, dinle. Her şeyi gayretle yerine getiriyorum; zaten Yulian Mastakoviç öyle iyi ki, Arkaşa, bana bugün 500 gümüş ruble verdi!”
“Gerçekten mi, Vasya? Yani ikramiye olarak mı?”
“Ne ikramiyesi! Kendi cebinden. Şöyle dedi: Kardeş, sen beş aydır para almadın; istersen al şunu; teşekkür ederim sana, dedi, teşekkür ederim, hoşnudum… Tanrı aşkına! Bana bedavaya çalışmıyorsun, dedi – gerçekten! Böyle dedi. Gözlerimden yaş aktı, Arkaşa. Yüce Tanrım!”
“Dinle, Vasya, o evrakları yazdın mı?”
“Hayır… daha yazmadım.”
“Vasyacığım! Meleğim! Ne yaptın?”
“Dinle, Arkadiy, önemli değil, iki gün daha süresi var, yaparım…”
“Bunu nasıl olur da yazmazsın?..”
“Ne var, yani ne var! Sen bana öyle mahvolmuş gibi bakma, içimi sıkıyorsun, kalbimi sızlatıyorsun! Ne var yani? Sen hep böyle bezdiriyorsun beni! Bağırıp duruyorsun: aaa!!! Durup bir düşünsene; ne ki bu böyle? Bitireceğim, Tanrı aşkına, bitireceğim…”
“Ya bitiremezsen?” diye bağırdı Arkadiy sıçrayarak. “Daha bugün sana ödül vermiş! Bu arada evleniyorsun… Of, off, of!”
“Boşver boşver,” diye bağırdı Şumkov, “hemen oturacağım, hemen şimdi oturacağım; boşver!”
“Bunu nasıl ihmal ettin, Vasyacık?”
“Ah, Arkaşa! Oturmam mümkün müydü böyleyken? Ofiste de zar zor oturabildim; kalbimi taşımakta güçlük çekiyorum… Ah! Ah! Bu gece oturacağım, yarın gece de oturacağım, bir sonraki gece de oturup bitirmiş olacağım!..”
“Çok kaldı mı?”
“Karışma, Tanrı aşkına, karışma, yeter…”
Arkadiy İvanoviç usul usul yatağa yanaştı ve oturdu, sonra birden kalkmak istedi; ama karışmaması gerektiğini hatırlayınca, tekrar oturmak zorunda kaldı. Fakat heyecandan yerinde oturmakta zorlanıyordu; haberden dolayı tamamen alt üst olduğu ve ilk heyecanını bastırmayı başaramadığı görülüyordu. Şumkov’a baktı, o da ona baktı, gülümsedi, eliyle onu tehdit etti ve sonra, kaşlarını korkunç bir şekilde çatarak (sanki bütün gücü ve çalışmasının bütün başarısı buna bağlıymış gibi) gözlerini evraklara dikti. O da heyecanını bastıramamış gibiydi; divitleri değiştiriyor, sandalyesinde kıpırdanıyor, duruyor, tekrar yazmaya davranıyordu, ama eli titriyordu ve hareket etmeyi reddediyordu.
“Arkaşa! Onlara senden de bahsettim,” diye haykırdı birden, sanki yeni hatırlamış gibi.
“Ya?..” diye bağırdı Arkadiy, “ben de sormak istiyordum; eh!”
“Eh! Tamam, sana sonra hepsini anlatacağım! İşte, Tanrı aşkına, hata ettim, aklım karıştı, dört sayfa yazmadan hiçbir şey söylemek istemiyordum; ama hem seni hem onları hatırlayıverdim. Kardeşim, ben, bir şey yazamıyorum: hep siz geliyorsunuz aklıma…” Vasya gülümsedi.
Bir sessizlik oldu.
“Vay! Ne kötü divit!” diye bağırdı Şumkov, elindekini masaya atarken. Bir başkasını aldı eline.
“Vasya! Dinle! Tek bir söz…”
“Peki! Hemen ve son kez.”
“Çok kaldı mı?”
“Ah, kardeş!..” Vasya yüzünü öyle buruşturdu ki, sanki yeryüzünde bu sorudan daha korkunç ve ölümcül bir şey olamazdı. “Çok, dehşet verecek kadar çok!”
“Yani, aklıma bir fikir geldi…”
“Ne?”
“Olmaz, şimdi olmaz, yaz sen.”
“Ama, ne? Ne?”
“Saat artık yedi oldu, Vasyacığım!”
Bu sırada Nefedeviç gülümsedi ve Vasya’ya kurnazca göz kırptı; ama bunu biraz ürkekçe, neyin işareti olduğunu bilemeden yaptı.
“Söyle ama, neymiş?” dedi Vasya, yazmayı tümden bırakıp doğruca onun gözlerinin içine bakıp hatta meraktan sararmış bir halde.
“Biliyor musun, ne diyeceğim?”
“Tanrı aşkına, ne?”
“Biliyor musun, ne diyeceğim? Sen heyecan içindesin, pek çalışamıyorsun da… Dur dur dur dur – görüyorum, görüyorum – dinle!” dedi Nefedeviç, yataktan heyecanla fırlayıp konuşmaya başlayan Vasya’nın sözünü kesip itirazına engel olarak. “Öncelikle, sakin olmak lazım, kendini toplaman lazım, değil mi?”
“Arkaşa, Arkaşa!” diye haykırdı Vasya sandalyesinden kalkarak. “Bütün gece oturacağım, Tanrı aşkına, oturacağım!”
“Peki, tamam tamam! Ama sabaha doğru uyumalısın…”
“Uyumayacağım, ne olursa olsun uyumayacağım…”
“Hayır, olmaz, olmaz; elbette, uyuyacaksın, beş saat uyursun. Saat sekizde seni uyandırırım. Yarın tatil; oturur bütün gün yazarsın… Sonra gece de – çok kaldı mı peki?..”
“Yani işte, işte!..”
Heyecan ve meraktan titreye titreye defteri uzatıyordu Vasya.
“İşte!..”
“Ama kardeşim, bu çok az…”
“Canım, orada da var,” dedi Vasya, Nefedeviç’e ürkek ürkek, sanki gitmek ya da gitmemek kararı buna bağlıymış gibi gösterirken.
“Ne kadar?”
“İki sayfacık…”
“Ne yani? Dinle! Bitirmeyi başaracağız, Tanrı aşkına, başaracağız!”
“Arkaşa!”
“Vasya! Dinle! Şimdi yılbaşından önce bütün aileler toplanıyor, bizse senle evsiz barksız, öksüz gibi kaldık… aah! Vasyacığım!..”
Nefedeviç Vasya’yı tutup aslan gibi kucakladı…
“Arkadiy, karar ver!”
“Vasyacık, ben sadece şunu demek istemiştim. Baksana, beceriksizim benim! Dinle! Dinle! Yani…”
Arkadiy ağzı açık bir halde durdu, çünkü heyecandan konuşamıyordu. Vasya omzundan tutmuş, bütün dikkatiyle ona bakıyordu ve dudaklarını sanki onun yerine kendisi konuşmak istiyormuş gibi kıpırdatıyordu.
“Ee?” dedi sonunda.
“Onlarla bugün tanıştır beni!”
“Arkadiy! Oraya çaya gidelim! Bak ne diyeceğim? Bak ne diyeceğim? Hatta yılbaşına kadar beklemeyelim, daha önce gidelim,” diye haykırdı Vasya heyecandan kendini kaybetmiş bir halde.
“Yani iki saat, ne eksik ne fazla!..”
“Ve sonra iş bitinceye dek ayrılık!..”
“Vasyacığım!..”
“Arkadiy!”
Üç dakika içinde Arkadiy tören için hazırdı. Vasya sadece temizlendi, zaten üzerini değiştirmemişti: Şevkle işin başına oturmuştu hemen.
Telaşla caddeye çıktılar, ikisi de birbirinden mutluydu.
Gidecekleri yer Petersburg’un Kolomna tarafındaydı. Arkadiy İvanoviç dinç ve enerjik adımlar atıyordu, gitgide daha da mutlu olan Vasya’nın saadetinden duyduğu mutluluk yürüyüşünden belli oluyordu. Vasya daha küçük adımlar atıyor, ama havasından bir şey kaybetmiyordu. Tersine, Arkadiy İvanoviç onu daha önce hiç kendisine bu kadar uygun bir hava içinde görmemişti. O anda, daha da saygı duydu ona ve Vasya’nın, okurun şu vakte dek haberdar edilmemiş olduğu, Arkadiy İvanoviç’in iyi kalbinde derin, sevgi dolu bir merhamet duygusu uyandıran o bedensel kusuru (Vasya biraz aksaktı), şimdi dostunun ona karşı beslediği ve Vasya’ nın, artık tahmin edileceği üzere, her açıdan layık olduğu derin yakınlığı daha da artırıyordu. Öyle ki Arkadiy İvanoviç mutluluktan ağlamak istiyordu; ama kendini tuttu.
“Nereye nereye, Vasya? Bu yol daha yakın!” diye bağırdı, Vasya’nın Voznesenski’ye doğru yöneldiğini görünce.
“Sus, Arkaşa, sus…”
“Gerçekten, daha yakın, Vasya.”
“Arkaşa! Bak ne diyeceğim?” diye başladı Vasya gizemli, mutluluktan donakalmış bir sesle. “Bak ne diyeceğim? Lizacığa bir küçük hediye götürmek istiyorum…”
“Ne peki?”
“Kardeşim, burada, köşede Madam Lero’nun harika bir mağazası var!”
“Ah, peki!”
“İskoç beresi, canım, bir İskoç beresi… Bugün çok şirin bir bere gördüm, sordum: Modelin adının Manon Lescaut olduğunu söylediler – enfesti! Vişne rengi kurdeleler, pahalı da değilse… Arkaşa, varsın pahalı olsun!..”
“Sen, kanımca, bütün şairlerden üstünsün Vasya! Gidelim!..”
Koşturdular ve iki dakika sonra dükkâna ulaştılar. Onları kara gözlü, saçları lüle lüle ve müşterilerine bakar bakmaz onlar kadar neşeli ve mutlu bir hale bürünen, hatta, izin verirseniz, daha da mutlu bir hale bürünen bir Fransız kadını karşıladı. Vasya heyecandan Madam Lero’yu öpmeye hazırdı…
“Arkaşa!” dedi sesini alçaltarak, dükkânın devasa masasının üstünde ahşap çubukların üzerinde duran, muhteşem ve görkemli her şeye bir göz attıktan sonra. “Enfesler! Bu da ne böyle? Ya bu? Şuna baksana, bonbonlu, görüyor musun?” diye fısıldadı Vasya, sevimli bir bereyi göstererek; ama gösterdiği almak istediği değildi, çünkü daha uzaktan bakmış ve gözleri parlak, koyu renkli, karşı köşede duran bir tanesine ilişmişti. Ona öyle bakıyordu ki, sanki biri onu alıp çalacak ya da berenin kendisi, Vasya erişemesin diye, havalanıp uçacakmış sanılabilirdi.
“İşte,” dedi Arkadiy İvanoviç bir tanesini işaret ederek, “işte, bana göre en iyisi bu.”
“Arkaşa! Seni tebrik ederim; doğrusu, seni zevkinden dolayı kutlamak istiyorum,” dedi Vasya, duyduğu heyecanı Arkaşa’nın karşısında kurnazca gizleyerek, “senin bere çok çekici, ama şuraya bir gel.”
“Nerede, kardeşim, daha iyisi?”
“Baksana şuraya!”
“Bu mu?” dedi Arkadiy kuşkuyla.
Ama Vasya, kendini tutamayıp şapkayı sopasından çıkarınca şapka birden öyle istekle, sanki uzun zaman bekledikten sonra böyle iyi bir alıcının eline düştüğü için sevinmiş havasıyla havalandı ki, kurdeleleri, dantelleri ve fistoları dalgalandığı zaman, Arkadiy İvanoviç’in güçlü göğsünden bir heyecan çığlığı koptu. Hatta seçim yapılırken olup bitenleri zevk konusundaki bütün o kuşku götürmez üstünlüğü ve yeteneğiyle izlemiş, sadece kibarlığından susmuş olan Madam Lero bile, Vasya’yı öyle takdir dolu bir gülümsemeyle karşıladı ki, onun bakışı, duruşu ve bu gülüş, bir anda her şeyi söyledi: Evet! siz bildiniz ve sizi bekleyen mutluluğa hak kazandınız.
“Cilve yapıyor, cilveler yapıyor köşesinde!” diye bağırdı Vasya, şirin bereye bütün aşkını sergileyerek. “Kasten saklanıyor, düzenbazım, güvercinim benim!” Ve bereyi, yani onu çevreleyen havayı öptü, çünkü değerini düşürmekten korkuyordu.
“Gerçek sadakat ve erdem de işte böyle saklanır,” diye ekledi Arkadiy heyecanla, şaka olsun diye sabahleyin bir mizah gazetesinde okuduğu bir deyişi kullanmıştı. “Vasya, ne yapacağız?”
“Yaşa, Arkaşa! Bugün pek esprilisin, dedikleri gibi kadınlar arasında büyük sükse yapacaksın; söylemiştin dersin. Madam Lero, Madam Lero!”
“Buyurun?”
“Canım Madam Lero!”
Madam, Arkadiy İvanoviç’e baktı ve hoşgörüyle gülümsedi.
“Size nasıl tapıyorum şu anda, bilemezsiniz… İzin verin sizi öpeyim…” Ve Vasya dükkân sahibesini öpüverdi.
O anda böyle bir çapkınla küçük düşmemek için insanın bütün hünerini göstermesi gerekiyordu kesinlikle. Ama Madam Lero’nun, Vasya’nın heyecanı karşısında gösterdiği o doğuştan gelen gerçek nezaket ve zarafete de sahip olmak gerektiğine inanıyorum. Ona izin verdi ve bu durumu nasıl zekice, nasıl zarifçe idare etti! Gerçekten Vasya’ya öfkelenmek mümkün müydü?
“Madam Lero, fiyatı ne kadar?”
“Bu 5 gümüş rubledir,” diye yanıt verdi üstüne başına çekidüzen verip yeniden gülümseyen kadın.
“Peki şu, Madam Lero,” diye sordu Arkadiy İvanoviç kendi seçimini göstererek.
“O 8 gümüş ruble.”
“Ama affedersiniz! Ama affedersiniz! Ama, söylesenize Madam Lero, hangisi daha iyi, daha zarif, daha şirin, hangisi daha uygun sizce?”
“Şu daha zengin görünüyor, ama sizin seçtiğiniz; c’est plus coquet.13”
“Öyleyse onu alıyoruz!”
Madam Lero incecik bir kâğıt aldı, iğnelerle tutturdu ve sanki kâğıtla sarılan bere eskisinden de hafif, içinde bere yokmuş gibi oldu. Vasya paketi nefes bile almadan, özenle tuttu; Madam Lero’ya eğilerek selam verdi, ona çok sevimli bir şeyler söyledi ve dükkândan dışarı çıktı.
“Ben çapkınım, Arkaşa, çapkın olmaya doğmuşum ben!” diye haykırdı Vasya, belli belirsiz, küçük, sinirli bir gülüşle kahkaha atıp sürekli onun değerli beresini ezmeye teşebbüs eden gelip geçenlerden kaçınırken!
“Dinle, Arkadiy, dinle!” diye başladı bir dakika sonra, ve görkemli bir şey, aşırı sevgi dolu bir şey çınladı sesinin tınısında. “Arkadiy, öyle mutlu, öyle mutluyum ki!..”
“Vasyacığım! Ben de çok mutluyum, güvercinim!”
“Hayır, Arkaşa, hayır, senin bana duyduğun sevgi sınırsız, biliyorum; ama sen şu anda hissettiğimin yüzde birini bile duyamazsın. Kalbim öyle dolu, öyle dolu! Arkaşa! Bu mutluluğa layık değilim ben! Bunu hissediyorum, duyuyorum. Neden ben,” dedi boğuk hıçkırıklarla dolu bir sesle, “ne yaptım ben, söyle bana! Baksana, ne kadar insan, ne kadar gözyaşı, ne kadar acı, ne kadar günlük yaşam var bayramsız! Ya ben! Beni böyle bir kız seviyor, beni… ama sen de göreceksin şimdi, kendin de takdir edeceksin bu soylu kalbi. Ben alt tabakada doğdum, şimdi bir rütbem ve özgür bir gelirim, bir maaşım var. Bedensel kusur sahibi olarak doğdum, biraz aksağım. Baksana, beni olduğum gibi sevdi. Bugün Yulian Mastakoviç öyle tatlı, öyle özenli, öyle nazikti ki; benimle nadiren konuşur; geldi: ‘Ne o, Vasya (Tanrı aşkına, aynen böyle Vasya dedi), bayramda sefahat etmeye gidiyorsun değil mi?’ (Gülüyordu.)
“Şöyle şöyle, dedim, majesteleri, bir konu var, cesaretlendim ve şöyle dedim: ‘Eğleniriz, belki de, majesteleri,’ Tanrı aşkına, böyle dedim. O da bana para verdi, sonra bana bir iki şey daha söyledi. Kardeşim, ben ağladım, Tanrı aşkına, gözlerimden yaşlar boşandı, o da, sanırım, duygulandı, beni omzumdan tutup şöyle dedi: ‘Duygulan, Vasya, hep şimdi duygulandığın gibi duygulu ol…’”
Vasya bir an için sustu. Arkadiy İvanoviç arkasını döndü ve o da gözyaşını eliyle sildi.
“Ve dahası, dahası…” diye devam etti Vasya, “ben hiç sana bundan bahsetmedim, Arkadiy… Arkadiy! Dostluğunla beni ne kadar mutlu ettin, ben sensiz yeryüzünde yaşayamazdım, – hayır hayır, bir şey söyleme, Arkaşa! Ver bana elini, ver te…şek…kür… e…derim!..” diye sözünü tamamladı.
Arkadiy İvanoviç doğruca Vasya’nın boynuna atılmak istedi, ama caddeyi geçiyorlardı ve tam kulaklarının dibinde keskin bir “çüş-çüş-çüş!” sesi duyuldu; ikisi birden, ürkmüş ve telaşlanmış bir halde, kaldırıma koşturdular. Arkadiy İvanoviç bundan bile mutluydu. Belki de sırf o ânın sıradışılığı için Vasya’ya müteşekkir olduğundan… Canı sıkılmıştı. Bu vakte dek Vasya için çok az şey yaptığını hissediyordu! Hatta Vasya bu kadar az şey için bile teşekkür etmeye kalkışınca, utanmıştı! Ama koca bir yaşam hâlâ önlerindeydi, o yüzden Arkadiy İvanoviç rahat bir nefes aldı…
Onları beklemekten kesinlikle vazgeçmişlerdi! Bunun kanıtı da çaya oturmuş olmalarıydı! Doğrusu, genellikle yaşlı insanlar gençlerden daha büyük öngörüye sahip olur! Lizanka ciddi ciddi onun gelmeyeceğine inanıyordu: “Gelmeyecek anneciğim; bütün kalbimle hissediyorum, gelmeyecek”; ama annesi her seferinde, tam tersine, kendi kalbinin de onun kesinlikle geleceğini, uzun süre oturup çalışmayacağını, koşup geleceğini, şimdi yılbaşı olduğu için resmî bir işinin de olmayacağını söylüyordu! Lizanka, kapıyı açarken bile onu beklemiyordu; gözlerine inanamadı ve onları soluk soluğa kalmış bir halde, ökseye yakalanmış bir küçük kuş gibi atan kalbiyle, vişne gibi kıpkırmızı olmuş bir halde karşıladı. Tanrım, ne sürpriz! Ne mutlu bir “ah!” uçup çıktı dudaklarından! “Yalancı! Güvercinim benim!” diye çığlık attı, Vasya’nın boynuna atılırken… Ama hayretini, bir anda bastıran utancını bir düşünün: Vasya’nın hemen ardında, sanki arkasına saklanmak ister gibi eli ayağı birbirine karışmış bir halde Arkadiy İvanoviç duruyordu. İtiraf etmek gerekir ki, o kadınlara karşı biraz tecrübesizdi, hatta çok tecrübesizdi, hatta bir keresinde şu gelmişti başına… Ama bu başka zaman. Yine de kendinizi onun yerine koyun: Burada gülünç bir şey yok; kapı önünde, galoşlarını, kaputunu giymiş, telaşla çekip çıkardığı kulaklıklı bir şapka takmış, sarı, örgü, çirkin bir atkıyı boynuna sıkıca dolamış, bir de arkadan düğümlemiş bir halde durmaktadır. Bütün bunları hemen söküp çıkarmak, daha uygun bir şekilde ortaya çıkmak gerekir; çünkü kendini daha uygun bir halde göstermek istemeyen kimse yoktur. Ama bu sırada çekilmez, can sıkıcı ama elbette yine de sevimli olan Vasya, iyi yürekli Vasya; ama dahası katlanılmaz, acımasız olan Vasya, “İşte,” diye bağırmaktadır, “Lizanka, işte sana benim Arkadiy! Nasıl? İşte benim sevgili dostum, kucakla onu, öp onu, Lizanka, önce öp, sonra daha iyi tanıyınca, kendin öpersin…” Peki ne yapsın? Peki ne yapsın, diye soruyorum, Arkadiy İvanoviç? Atkısının yarısını ancak çıkarabilmişti! Doğrusu, ben bile bazen Vasya’nın aşırı heyecanından utanıyorum; elbette, iyi yürekli, ama… beceriksiz, münasebetsiz!
Sonunda ikisi de girdi içeri. İhtiyar kadın Arkadiy İvanoviç’le tanışmaktan çok mutlu olmuştu; hakkında çok şey duymuştu, o… Ama sözü yarım kaldı. O konuşurken, odada mutlu bir “ah!” sesi güçlü bir şekilde çınladı. Tanrım! Lizanka beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan berenin önünde durmuş, mutlulukla kollarını kavuşturmuş ve gülüyordu, öyle gülüyordu ki… Tanrım, Madam Lero’da neden daha da iyi bir bere yoktu!
Ah, Tanrım, daha iyi bir bereyi nereden bulacaksınız? Bu en iyisi! Daha iyisini nereden bulacaksınız? Cidden söylüyorum! Dahası, bu durum karşısında biraz hoşnutsuzluk bile duyuyorum, hatta sevenlerin bu nankörlüğüne karşı öfkeleniyorum. Yani, baksanıza, baylar bayanlar, baksanıza, bu sevda beresinden daha iyisi mümkün mü! Bakınız… Ama hayır, hayır, bu şarkılarım boşuna; hepsi benim sözüme geldi artık; bu anlık bir yanılma, bulanıklık, ateşli duygu ânıydı; onları affetmeye hazırım doğrusu… Ama yine de bakınız… bu bereyle ilgili söylediklerimi mazur göreceksiniz, baylar bayanlar: tülden hafif, geniş, kiraz rengi bir kurdele, dantellerle kaplı, tülle fistonun arasından ve arkasından geniş, uzun iki kurdele daha uzanıyor; enseye, boyna düşecekler biraz… Bereyi biraz enseye doğru yatırıp takmalı; baksanıza; neyse, bunu sizden daha sonra rica edeceğim!.. Görüyorum bakmadığınızı!.. Anlaşılan, size göre fark etmez! Başka bir yana bakıyorsunuz… İki iri iri, inci gibi gözyaşı tanesinin bir anda kömür gibi gözlerde belirdiğini, uzun kirpiklere yuvarlandığını ve sonra Madam Lero’nun tülden yapılmış sanat eserinin üzerine hızla düştüğünü gördünüz… Ve benim canım sıkıldı yine: Bere için bu iki gözyaşı damlası olmamalıydı!.. Hayır! Bence, böyle bir şeyi soğukkanlı bir şekilde karşılamak gerekir. Ancak o zaman gerçekten değer biçilebilir ona! İtiraf edeyim ki baylar bayanlar, ben bereden yanayım!
Oturdular. Vasya, Lizanka’nın yanına; ihtiyar kadınsa Arkadiy İvanoviç’in… Sohbet başladı ve Arkadiy İvanoviç kendine hâkim oldu. Mutlulukla hak veriyorum ona. Hatta bunu ondan beklemek güçtü. Vasya hakkında bir-iki söz ettikten sonra fevkalade bir şekilde Yulian Mastakoviç’ten, onun hayırseverliğinden bahsetmeyi başardı. Öyle akıllı, öyle akıllı konuşuyordu ki, konuşma doğrusu bir saat boyunca hiç kesilmedi. Arkadiy İvanoviç’in nasıl bir beceri ve nasıl bir taktikle Yulian Mastakoviç’in, Vasya’yla doğrudan ya da dolaylı ilgisi olan bazı özelliklerine değinmeyi başardığını görmek lazımdı. İhtiyar kadın bundan da büyülendi, gerçekten büyülendi: Bunu kendisi de kabul etti, Vasya’yı bir kenara çekti ve orada ona dostunun mükemmel, çok sevimli ve en önemlisi de çok ciddi, güvenilir bir delikanlı olduğunu söyledi. Vasya mutluluktan neredeyse kahkaha atacaktı. Bu ciddi Arkaşa’nın, çeyrek saat boyunca onu yatakta döndürüp durduğunu hatırlamıştı! Sonra ihtiyar kadın Vasya’ya işaret etti ve peşinden belli etmeden, dikkatle yan odaya gelmesini söyledi. Lizanka’ya karşı biraz kötü davrandığını kabul etmek gerekiyor, kuşkusuz kendini tutamadığından, onu kandırıyor ve Lizanka’nın yılbaşı için Vasya’ya hazırladığı hediyeyi gizlice göstermeyi düşünüyordu. Bu hediye boncuk işlemeli, altın renkli ve üzerinde çok güzel bir resim olan bir cüzdandı: Bir yanına bir geyik resmedilmişti, aslına sadık, çok güzel, hızlı hızlı koşan bir geyik; diğer yanında ünlü bir generalin, mükemmel ve aslına sadık bir şekilde yapılmış portresi vardı. Vasya’nın nasıl heyecanlandığını anlatmayacağım. Bu arada salonda da vakit boş geçmiyordu. Lizanka hemen Arkadiy İvanoviç’e yaklaştı. Ellerini tuttu, bir şey için teşekkür etti ona ve Arkadiy İvanoviç sonunda, bahsi geçen şeyin aziz Vasya olduğunu tahmin etti. Hatta Lizanka aşırı duygulanmıştı: Arkadiy İvanoviç’in, nişanlısının gerçek bir dostu olduğunu, onu çok sevdiğini, onu gözettiğini, öğütleriyle onun attığı her adıma destek olduğunu duymuştu; doğrusu, o, Lizanka, ona teşekkür etmeden duramaz, teşekkür etmekten kaçınamazdı, dahası Arkadiy İvanoviç’in kendisini de Vasya’yı sevdiği gibi seveceğini umuyordu. Sonra Vasya’nın sağlığına dikkat edip etmediğini sordu, ateşli karakteri nedeniyle, insanların ve günlük yaşamın güdük yanları nedeniyle duyduğu bazı kaygıları dile getirdi, zaman içinde onu dinî bir şekilde gözeteceğini, kaderinin iyi olmasına dikkat edeceğini, özen göstereceğini ve dahası, Arkadiy İvanoviç’in onları terk etmeyip, birlikte yaşamayı sürdüreceğini umduğunu söyledi.
“Üçümüz tek insan gibi olacağız!” diye haykırdı çok saf bir heyecanla.
Ama gitmek gerekiyordu. Doğal olarak, karşı çıktılar; ama Vasya kesin bir şekilde kalamayacaklarını bildirdi. Arkadiy İvanoviç de aynı görüşü yineledi. Tahmin edileceği gibi, Yulian Mastakoviç’in Vasya’ya verdiği, acil, zorunlu, önemli ve bir sonraki sabah teslim edilmesi gereken; ama daha bitmemiş, hatta biraz bölük pörçük olmuş bir işti asıl neden. Anne bu ve duyunca ah çekti, Lizanka’ysa sadece telaşlandı, kaygılandı ve hatta Vasya’yı kovdu. Son öpücük de bundan kurtulamadı; kısa, telaşlı, ama daha ateşli ve güçlü oldu. Sonunda veda edildi ve iki arkadaş evin yolunu tuttu.

Sokağa çıkar çıkmaz, hemen birbirlerine izlenimlerini anlatmaya başladılar. Böyle de olmalıydı: Arkadiy İvanoviç âşık olmuştu, Lizanka’ya ölümüne âşık olmuştu! Bunu da en şanslı kişi olan Vasya’dan başka kime açabilirdi? Böyle de yaptı: İnsaf etmeyip hemen her şeyi Vasya’ya itiraf etti. Vasya dehşetle güldü ve aşırı mutlu oldu, hatta bunun hiç de boşuna olmadığını ve artık daha da dost olacaklarını belirtti. “Beni anladın Vasya,” dedi Arkadiy İvanoviç, “Evet! Onu aynen senin gibi seviyorum; o tıpkı senin gibi benim de meleğim olacak, bu yüzden sizin mutluluğunuz bana da taşacak, beni de koruyacak. Benim de ev sahibem olacak, Vasya; benim mutluluğum onun ellerinde olacak; sana olduğu kadar, bana da ev sahipliği yapacak. Evet, sana olan dostluğum, ona karşı dostluğum olacak; artık bende ikinizin yeri aynı; ama bende senin gibi, bir arada iki varlık olacak…”
Arkadiy bu heyecan selinin ardından sustu; ama Vasya bu sözlerle ruhunun derinliklerine dek sarsılmıştı. Aslında, Arkadiy’den hiçbir zaman böyle sözler beklemiyordu. Arkadiy İvanoviç genellikle konuşamazdı, hayal kurmayı da hiç sevmezdi; şimdiyse bir anda en neşeli, en aydınlık, en renkli hayallere dalmıştı! “İkinizi birden nasıl koruyacağım, nasıl özenle bakacağım,” diye devam etti. “Birincisi, ben, Vasya, bütün çocuklarınıza, her birine vaftiz babası olacağım; ikincisi, Vasya, gelecek için çabalamak lazım. Mobilya almak lazım, daire tutmak lazım, hem ona, hem sana, hem bana ayrı bölmeler lazım. Biliyor musun, Vasya, yarın kapılardaki ilanlara bakmaya koşacağım. Üç… hayır, iki oda, bize daha fazlası gerekmez. Hatta, Vasya, bugün saçma konuştum bence, para yeter; ne demek! Onun o küçük gözlerine bakar bakmaz yeteceğini anladım. Her şey onun için! Ah, nasıl da çalışacağız! Şimdi, Vasya, bir daire için 25 rubleyi riske atıp ödeyebiliriz. Daire, kardeşim, en önemlisi! İyi odalar… içinde insanın neşelenip renkli hayaller kuracağı daireler! İkincisi, Lizanka bizim kasamız olacak: son kopeğine kadar! Artık lokantaya gider miyim! Sen beni ne sandın? Hiç olmaz! Zam da ikramiyeler de gelecek, çünkü biz çok çalışacağız! Toprağı süren öküzler gibi çalışacağız!.. Bir düşünsene,” ve Arkadiy İvanoviç’in sesi mutlulukla hafifledi, “birden kişi başına 30 ya da 25 ruble ikramiye alıyoruz!.. Ödül olarak da bereler, atkılar, francalalar! Bana hemen bir atkı örmeli; baksana, üzerimdeki ne berbat: Sarı, kirli bana bugün büyük zarar verdi! Sen de pek hoşsun, Vasya: Bir düşünsene, ben öyle paket gibi duruyorum… neyse olay o değil! Ama işte, bak, bütün gümüşleri ben cebimden karşılayacağım! Bir hediye vermem gerekiyor size – bu bir şeref, bu benim onurum!.. Tabii benim ikramiyelerim kaçmıyor: Skorohodov’u, uzaklaştırmışlar mıydı? Sanki onun cebine bir balıkçıl yerleştirmişler. Kardeşim, ben, gümüş kaşıklar, iyi bıçaklar alacağım – gümüş bıçak değil, seçkin bıçaklar ve yelek, yani kendim için bir yelek; sonuçta sağdıç olacağım! Ama sen artık durdur beni, durdur, kardeşim, ben artık senin tepende, bugün, yarın, bütün gece sopayla duracağım, seni çalışmaya zorlayacağım: bitir! Bitir, kardeşim, daha çabuk! Ve sonra akşamleyin, sonra ikimiz de mutlu olacağız; tombala oynayacağız!.. Akşamleyin oturacağız, harika! Aman Allahım! Sana yardım edemiyor olmam ne üzücü. Alır senin yerine yazardım… Neden el yazımız aynı değil ki?”
“Evet!” diye yanıt verdi Vasya. “Evet! Acele etmek lazım. Sanırım, şimdi saat on bir olmalı; acele etmek lazım… İş başına!” Ve bütün bu zaman boyunca gülümseyen Vasya, bunu söyledikten sonra dostça duygular dökmeyi bıraktı ve kısacası, çok canlı bir hal aldı, birden sessizleşti, sustu ve caddede koşarak ilerlemeye başladı. Sanki, birdenbire ağır bir fikir onun alev alev yanan başını buza çevirmişti; sanki bütün kalbi sıkışmıştı.
Arkadiy İvanoviç telaşlanmıştı, peş peşe gelen sorularına Vasya’dan neredeyse hiçbir yanıt alamamıştı, başka sözlerle, genellikle de konuyla en ufak ilgisi olmayan ünlemlerle karşılık veriyordu. “Neyin var Vasya?” diye haykırdı sonunda, ona zar zor yetişerek. “Neden böyle endişelisin?” “Ah, kardeşim, yeter saçmaladığın!” dedi Vasya sıkıntıyla. “Cesaretini yitirme, Vasya, tamam” diye atıldı Arkadiy, “ben senin çok daha kısa sürede yazıp bitirdiğini görmüştüm… boşver! Senin yeteneğin var! En kötü durumda kalemi hızlandırırsın: zaten taşbasması yapmayacaklar. Yetiştirirsin!.. Sen şimdi heyecanlandın, ağır bir iş bekliyor diye telaşlandın…” Vasya yanıt vermedi ya da ağzının içinde bir şeyler geveledi ve ikisi kesin bir telaşla eve koşturdular.
Vasya hemen kâğıtların başına oturdu. Arkadiy İvanoviç sessiz sedasız bir halde, çıtını çıkarmadan soyundu, yatağa uzandı, gözlerini Vasya’ya dikti… Bir korku çökmüştü üzerine… “Neyi var?” dedi kendi kendine, Vasya’nın sapsarı yüzüne, alev alev gözlerine, her hareketinde dile gelen o huzursuzluğuna bakarak. “Eli de titriyor… baksana, gerçekten! Ona iki saat uyumayı önerse miydim; belki heyecanı uykuda geçerdi.” Vasya o sırada sayfayı bitirdi, gözlerini kaldırdı, dalgın bir şekilde Arkadiy’e baktı ve bakışlarını hemen kaçırıp, tekrar kalemi aldı eline.
“Baksana Vasya,” dedi birden Arkadiy İvanoviç, “biraz uyusan iyi olmaz mıydı? Baksana, ateş içindesin…”
Vasya hoşnutsuzca, hatta öfkeyle baktı Arkadiy’e ve yanıt vermedi.
“Baksana Vasya, sen ne üzerinde çalışıyorsun?”
Vasya hemen kendini toparladı.
“Çay içmez misin, Arkaşa?” dedi.
“Nasıl? Niye?”
“Güç verir. Uyumak istemiyorum, artık uyumayacağım! Hepsini yazacağım. Ama şimdi çay içip dinlenirim, üzerimdeki ağırlık da geçer.”
“Peki, Vasya kardeş, mükemmel! Zaten ben de bir şey önermek istiyordum. Benim aklıma niye gelmedi ona şaşıyorum. Ama biliyor musun? Mavra kalkmaz, imkânı yok uyanmaz…”
“Evet…”
“Saçmalık bu, boşver!” diye haykırdı Arkadiy İvanoviç, yataktan sıçrayıp kalkarak. “Ben hazırlarım semaveri. Ne var ki?”
Arkadiy İvanoviç mutfağa koşup semaverle uğraşmaya başladı; bu arada Vasya yazıyordu. Arkadiy İvanoviç giyindi ve Vasya geceleyin karnını iyice doyurabilsin diye fırına koşturdu. Çeyrek saat sonra semaver masaya konmuştu. İçmeye başladılar, ama bir sohbet ortamı oluşmadı. Vasya daha da kaygılanmıştı.
“Baksana,” dedi sonunda sanki aklına bir şey gelmiş gibi, “yarın sabah tebrik etmeye gitmek lazım…”
“Senin gitmen gerekmez.”
“Hayır kardeşim, olmaz,” dedi Vasya.
“Ben hepsine senin yerine imza atarım… boşver! Sen yarın çalış. Bugün, dediğim gibi, saat beşe kadar oturursun, ben de uyurum. Yarın nasıl olsun? Seni saat sekize doğru uyandırırım…”
“Benim yerime senin imza atman iyi olur mu?” dedi Vasya, yarı tereddütlü bir halde.
“Ne olacak ki? Herkes böyle yapıyor!..”
“Doğrusu, korkuyorum…”
“Neden ki, neden?”
“Yani, başkası değil ki bu, Yulian Mastakoviç – Arkaşa, o, benim hamim; başkasının elinden çıktığını fark ederse…”
“Fark ederse! Ama, ne diyorsun, Vasyacığım! Nasıl fark edebilir? Zaten ben, biliyorsun, senin imzanı tıpkı senin gibi atıyorum ve kıvrımları bile senin gibi yapıyorum, Tanrı aşkına. Yeter; ne diyorsun! Kim fark edecek?..”
Vasya yanıt vermedi ve çayını hemen içip bitirdi… Sonra kuşkuyla salladı başını.
“Vasya, güvercinim! Ah, bir başardık mı! Vasya, neyin var senin? Beni ürkütüyorsun! Yani, Vasya, artık uyumayacağım. Göstersene, çok kaldı mı?”
Vasya ona öyle bir baktı ki Arkadiy İvanoviç altüst oldu ve dili tutuldu.
“Vasya! Neyin var senin? Ne oldu? Neden öyle bakıyorsun?”
“Arkadiy, ben, aslında, yarın Yulian Mastakoviç’i tebrik etmeye gideceğim.”
“Ee, devam et, lütfen!” diyerek sıkıntılı bir bekleyişle ona dikti Arkadiy gözlerini. “Dinle, Vasya, sen kalemini hızlandır; sana kötü bir şey önermiyorum, Tanrı aşkına! Yulian Mastakoviç’in kendisi de birçok kez senin yazının açık seçik, okunaklı olmasını beğendiğini söylemişti! Fakat Skoroplohin de kâtip gibi okunaklı ve güzel yazıları sırf evdeki çocuklara üzerine karalayacakları kâğıt götürebiliyor diye beğenir: Düdük, bir kâtip alamaz kendine! Yulian Mastakoviç’in tek dediği, tek istediği de: okunaklı, okunaklı, okunaklı! Fakat! Gerçekten! Vasya, artık seninle nasıl konuşacağımı bilemiyorum… Korkuyorum hatta… Sen beni bu hüznünle öldürüyorsun.”

Fyodor Dostoyevski
Yufka Yürekli adlı öyküden bir bölüm.

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version