Ana Sayfa Güncel Hayat ve Siyaset İdealleri pratiğe dökmenin karmaşası: Margaret Randall ile söyleşi – Linda Ruutu*

İdealleri pratiğe dökmenin karmaşası: Margaret Randall ile söyleşi – Linda Ruutu*

“Hiçbir şüpheye düşmeden, günümüz Amerikan politik ve ekonomik sisteminin insanları özgürleştirmek niyetinde olmadığını biliyorum. Sistem bizi kontrol altına almak için dizayn edildi. Yurtiçinde ve yurtdışında bile. Evet, devletin içinde de dışında da insanların hayatlarında küçük de olsa iyileştirilmeler talep eden insanlar var: daha az yoksulluk, daha fazla iş olanağı, evrensel sağlık hizmeti, iklim değişikliğine daha fazla dikkat, farklı renkten insanlara, kadınlara, geylere ve lezbiyenlere daha fazla eşitlik. Ancak gerçek anlamda yapısal bir değişiklik, bir sistem değişikliği için ezilenlerin özgürleştirilmesi gerekecektir. Bizim devlet sistemimizin dayanaklarıyla böyle bir şey vuku bulamayacaktır.”

Margaret Randall, feminist bir sosyal aktivist olmasının yanında, aynı zamanda şair, yazar ve fotoğrafçı kimlikleri ile de ön plana çıkan biri. Şimdilerde New Mexico Albuquerque’de yaşamakta olan Randall, 1936 yılında New York’ta doğdu. Hayatının bir süresi de Amerika Birleşik Devletleri dışında geçti. 68 öğrenci hareketine katıldığı New Mexico’dan sonra, 1969 senesinde Küba’ya iltica etti. Küba’nın kalkınma dönemi süresince Küba’da yaşadı ve buradan da 1980 – 1984 yılları arasında, “Sandinista Projesi”nin ilk dört senesine tanıklık ettiği Nikaragua’ya yerleşti. 1974 senesinde ise, Amerika – Vietnam Savaşı’nın son aylarına tekabül eden zamanlarda Kuzey Vietnam’da bulundu.

Yüzün üstünde yayınlanan kitabının yanı sıra şiir, makale ve fotoğraf alanlarında da geniş çaplı bir koleksiyon yayınladı. 1960’lı yıllarda, İngilizce ve İspanyolca olmak üzere ikidilli olarak zamanının en dinamik ve anlamlı yazınlarını yayınlayan “El Corno Emplumado/The Plumed Horn” adlı derginin kurucu ortağıydı ve editörlerinin arasındaydı. Cuban Women Now (Günümüzün Kübalı Kadınları); Sandino’s Daughters (Sandino’nun Kızları); This Is About Incest (Ensest Hakkında) Walking to the Edge: Essays of Resistance ( En Uca Doğru Yürümek: Direniş Yazıları) Hunger’s Table: Women, Food & Politics (Açlığın Sofrası: Kadın, Yemek ve Siyaset); Gathering Rage (Öfke Biriktirmek) ve Inside the Nicaraguan Revolution (Nikaragua Devrimi’nin İç Tarafı). Bazı güncel yayınları ise şunlardır : Ruins (Harabeler); First Laugh (İlk Kahkaha) The Rhizome as a Field of Broken Bones ( Kırık Kemiklerin Tarlası olarak Rizom Bitkisi) ve As If the Empty Chair/Como si la silla vacía. ( Boş Sandalyeymişçesine). 2013 yılı sonbaharında da Che on My Mind (Zihnimdeki Che) and More Than Things (Şeylerden Daha Fazlası) adlı eserlerini yayınladı.

1984’te Randall, Birleşik Devletler’e geri dönse de, 1952 senesinde ortaya çıkan McCarran-Walter Göçmenlik ve Milliyetçilik Hareketi kapsamında hakkında sınır dışı edilme kararı alındı. Onun Amerikan vatandaşlığını kaybetmesine sebep olan şey, Meksika’da yaşarken Meksika vatandaşlığına geçmiş olmasıydı. Geri döndüğünde, Birleşik Devletler Hükümeti, Randall’ın yazılarında ifade ettiği düşünceleri “Toplum Düzen ve Refah’a Aykırı” olarak değerlendirip bu gerekçeyle vatandaşlık statüsünü iade etmedi. Beş sene boyunca süren bu davada Randall; Anayasal Hakları Güvence Altına Alma Merkezi’nin (Center for Constitutional Rights) yanı sıra bazı yazarlar tarafından da destek gördü. Bu süreç sonunda, 1989 yılında davayı kazandı ve böylece vatandaşlık statüsünü geri almış oldu.

Margaret Randall, olumlu bir toplumsal değişim için vermiş olduğu emeklerden ötürü kendisinden daha genç sosyal eylemciler için bir örnek sergilemektedir. Cesareti, açık sözlülüğü, adalete ve eşitliğe duyduğu bağlılık ile okurlarına ilham vermektedir. Connecticut Üniversitesi’nde Kadın, Cinsiyet ve Cinsellik Çalışmaları derslerinde “Margaret Randall’ın Pişmanlık Barındırmayan Yaşamı” (The Unapologetic Life of Margaret Randall ) adlı belgeseli izledikten sonra kendisiyle söyleşi yapabilme ayrıcalığına sahip oldum. Hemen o an, özellikle Meksika’dan Küba’ya kaçmasından büyülenip Randall’ın hayatından çok etkilenmiştim. İzlediğim belgeselde, belki de bana en dokunaklı gelen şeyler, Margaret’in sosyal adalet için duyduğu derin hararetli ve dünyayı daha yaşanabilir bir hale getirmek için duyduğu derin arzuydu. Bir araştırma projesi dahilinde kendisiyle bir söyleşi yapma niyeti içinde olduğumu dile getirdim ve şansım yaver gidip profesörüm Delia D. Aguilar aracılığı ile kendisine ulaşabildim. Randall yoğun programına rağmen söyleşi yapmayı kabul etti ve oldukça uzun olan sorularımı tepeden tırnağa yanıtladı. Randall’a mail attığım günün hemen ertesi sabahı sorularımı cevaplandırmış olması, onun harikulade bir yazar ve aktivist olmasının yanı sıra ne kadar da gönlü açık bir insan olduğunu göstermektedir.

Margaret Randall dört çocuğa ve on toruna sahip olup, çeyrek asırlık bir süredir hayat arkadaşı Barbara Byers ile birlikte yaşamaktadır.

Margaret Randall ile Söyleşi

1. (A) İkinci dalga feminizm ile günümüz feminizmini nasıl mukayese ediyorsunuz? Mesela, bugünün feminizminin kaybettiği ve ikinci dalga feminizmin sahip olduğu ya da bugünün feminizminin kazandığı ve ikinci dalganın sahip olamadığı şey nedir?

İkinci dalga feminizm ve bugünkü feminizmi mukayese etmek veya zıtlıklarını karşılaştırmak yerine, aralarındaki ilişkiyi organik olarak ardışık ve birbiriyle ilintili olarak düşünmeyi tercih ediyorum. Sonrakinin varlığı, önceki olmadan mümkün olamaz. Feminizm için münferit zaman dilimleri belirlemeyi seven medya uzmanları, bazı akademisyenler ve diğerleri bu zaman dilimlerini isimlendirilmesi ile çok fazla ilgileniyor. “Klasik Dönem Maya Uygarlığı” ya da “Soğuk Savaş” gibi daha uzun süreli tarihsel dönemler için belki bunu yapabilirsiniz. Ancak, ben bir kadınım, bir feministim ve en önemlisi şu an hayattayım. Bu terimleştirme hali, benim olaylara bakış açımda nedendir bilinmez ama anlamsız geliyor.

Eğer; yirminci yüzyılın erken dönemlerinde kadınların seçme hakkı için mücadele veren kadınlar (ve erkekler) olmasaydı, yürekli tekstil işçileri olmasaydı ya da Hull House (Hull Göçmen Evi) kadınları olmasaydı; bu yüzyılın sonlarına doğru üreme hakları ve ERA (Eşit Haklar Tasarısı) için bir mücadele de olmazdı. Roe vs. Wade başarısı olmamış olsaydı ve hatta Eşit Haklar Tasarısı uğruna verilen mücadelenin yetersizliği olmasaydı, feministler bugününün mücadele alanlarıyla değil hala bu aynı sorunlarla mücadele ediyor olacaktı. Fakat tabi ki tarihteki farklı dönüm noktaları, sadece kadın hakları konusunda değil bütün insanlık için farklı mücadeleler doğurmaktadır.

Bugün, birçok genç feminist, benim nesliminkilerden çok daha farklı önceliklere sahip. Bazıları bizim mücadelemizden bir çeşit rahatsızlıkla bahsetmekte olup bizim önceden yaptıklarımız olmasaydı şu an ne oldukları durumda bile olamayacaklarını kestiremiyorlar. Zaman zaman, öncesinde mücadelesini verdiğimiz ve kazandığımız, hatta kaybettiklerimiz savaşları tam olarak tanımlayıp bunların önemini kavrayabildiklerine dair şüpheye düşüyorum. Eşitlik mücadelesini birbirinden ayrık bir dizi çaba yerine süreklilik içeren bir süreç olarak görüyorum. Mücadelemiz için akılda kalıcı yeni etiketler yaratma çabası, bana, bir olay bütünün içinden küçük bir kısmı alıp asıl anlatılmak isteneni yanlış yorumlayan ve asıl konudan uzaklaştıran medya sersemliğine benzer gibi geliyor. Bu durum süregelen ihtiyaçlarımızın gerçek anlamda taşıdığı karmaşayı muğlaklaştırıyor.

(B) Birçok yazar günümüz feminizminin (anaakım feminizm) kapitalizm, emperyalizm ve yeni sömürgecilik eleştirisinden yoksun olduğunu savunuyor. Bu görüşe katılıyor musunuz? Anaakım feminizmin bu gibi konuları tartışmasını önemli buluyor musunuz? Feminist söylemde bu sorunlara nasıl odaklanılabilir?

Ana akım feminizmin kapitalizm, emperyalizm ve yeni sömürgecilik eleştirisinden yoksun olduğunu düşünüyorum. Fakat anaakım olan her şey zaten aynı şekilde işliyor; kapitalist toplumlarda bu neredeyse anaakımın bir tanımı anlamına geliyor. Anaakım ırkçı karşıtları, eşcinsel hakları aktivistleri, ekonomistleri hatta tarihçileri bile.

Uzun süredir mücadelemizin temel sorunlarından birinin birbirimize olan karşılıklı bağımlılığımızı kavrama kabiliyetsizliğimiz olduğuna inanıyorum: örneğin kapitalizm ya da emperyalizmin; ırk, sınıf ve cinsiyet kavramlarının birbiriyle kesiştiği alanlarda kadın haklarını ne şekilde etkiliyor oluşunu. Çünkü bu ülkede kurnaz bir şekilde dışlanıyoruz. Dışlanmak derken, yetersiz eğitim aldığımızı ve küresel bağlamda benliğimiz hakkında çok az bir farkındalığımızın olduğu bir hissiyatın içine itilmemizi kastediyorum. İyi niyetli insanlar bile, kendi ihtiyaçlarını diğerlerinin ihtiyaçlarından ayrı olarak görme eğiliminin içindeler. Ben bir feministim. Ya da ırkçılıktan muzdaripim. Ya yoksulum. Ya da zehirli atık çöplüğünün dibinde yaşıyorum. Bireysel hayatlarımıza ve problemlerimize odaklanma eğilimde olup aradaki bağlantıyı ve resmin tamamını, yani sorunlarımızın kesiştiği gibi ve bu sorunların çözümlerinin de kesiştiği gerçeğini görmekten aciziz.

Anaakım feminizin bu konuları tartışıyor olmasını önemsiz bulup bulmadığım konusunda ne mi düşünüyorum; bunu tabi ki önemli buluyorum. Bence, adaleti sağlama konusunda gönül veren herkesin mücadelelerimizin ortak bir paydada buluştuğunu fark ediyor olması önemli bir şeydir.

2. Birçok ülkede yaşamış birisi olarak ve kişisel deneyimlerinizden yola çıkarak, sizce kadınları (veya başka ezilen grupları) özgürleştirmek için yapılması gereken nedir? ABD. bağlamında, mevcut politik ve ekonomik sistemde böyle bir şey olma ihtimali var mı? Eğer yoksa, Amerika’da şu anki sisteme gerçekten karşı çıkacak bir devrimin başlaması için ne gerekir?

Linda, ben farklı, daha adil bir dünya yaratmak için çok gayret sarf etmiş bir nesilden geliyorum. 68’de öğrenci hakları taleplerinden çok daha öteye giden Meksika öğrenci hareketine dahil oldum. 1969’dan 1980’e kadar Küba’da bu ülkenin devrimci kaynakları üzerinde çalışarak yaşadım. 1980’den 1984’e kadar Sandinista Nikaragua’da, bölgenin inisiyatiflerinden haberdar olarak ve çalışarak yaşadım. Bütün bu çabaların o veya bu şekilde başarısızlığa uğradığını gördüm (Küba devriminin hala devam ettiği savunulabilir, hatta bundan onur duyarım; ancak bu devrimin başlatanların en başta tasavvur ettiği şekilde devam ettiğini kimsenin öne sürebileceğini düşünmüyorum). Daha kapsamlı olan küresel sosyalizm deneyinin başarısızlığını, 1989-90’da doruk noktasındayken iç patlamalarla çöktüğünü de gördüm. Bu noktada devrim gibi kelimeler bir şekilde bana anlamsız geliyor. Ya da belki de bu kelimelere haddinden fazla farklı anlamlar yüklendi ki, kelimeler asıl anlamlarını gerçek etkilerini kaybettiler.

Hiçbir şüpheye düşmeden, günümüz Amerikan politik ve ekonomik sisteminin insanları özgürleştirmek niyetinde olmadığını biliyorum. Sistem bizi kontrol altına almak için dizayn edildi. Yurtiçinde ve yurtdışında bile. Evet, devletin içinde de dışında da insanların hayatlarında küçük de olsa iyileştirilmeler talep eden insanlar var: daha az yoksulluk, daha fazla iş olanağı, evrensel sağlık hizmeti, iklim değişikliğine daha fazla dikkat, farklı renkten insanlara, kadınlara, geylere ve lezbiyenlere daha fazla eşitlik. Ancak gerçek anlamda yapısal bir değişiklik, bir sistem değişikliği için ezilenlerin özgürleştirilmesi gerekecektir. Bizim devlet sistemimizin dayanaklarıyla böyle bir şey vuku bulamayacaktır.

3. Bireyselcilik ve kolektivizm bağlamında Amerika ve diğer yaşadığınız ülkeler arasındaki zihniyet farkını nasıl karşılaştırırsınız? Özellikle sosyal adalet aktivizmi konusunda, en fazla kolektif çabayı nerede gördünüz? Farklı zaman dilimleri arasında kolektivizm ve bireyselci çabalara ilişkin bir fark gördünüz mü?

Kolektivizm ve bireyselcilik konusu kolay bir konu değil. Bunun “ya x’tir ya da y” gibi bir denklem olduğunu düşünmüyorum. Deneyimlerim, özellikle Küba’da, bana kolektif fayda için çalışmanın toplumsal değişimler için kaçınılmaz olduğunu öğretti; fakat bunun yanında belirli bireysel hakları korumak da insan onuru ve yaratıcılığı için çok ciddi derecede önemli taşır. Bu iki kavram arasında uygulanabilir bir ortak taban bulmak her zaman en önemli şey olmuştur; ancak ben hiçbir yerde gerçekleştiğini henüz görmedim. Sandista deneyinin ilk yıllarında, Vietnam veya Nicaragua gibi bazı yerlerde bunun çok küçük parçalarını yaşadık. Fakat emperyalizme karşı mücadele haddinden fazla emek istediği için, sağlamlaştırılıp dayanıklı bir hale getirilemedi. Çünkü o zamanlarda bu ülkelerde yaşayan herkes böyle çözümleri kafalarında kavramsallaştıramıyordu ya da hatta buna dair bir niyetleri yoktu.

Bu durumu açıklayan sık sık anlattığım bir hikaye var. Sandinistaların Nikaragua’da 1990 seçimlerini kaybettiği dönemde, 1992 veya 93 olması lazım, orada bir kitap için alan çalışması yapıyordum. Bir gece, Küba Büyükelçiliği’ne bir toplantı için davet edildim. Bazı çokça saygı duyulan Kübalı gazeteciler, Nikaragualı meslektaşlarını basın özgürlüğü tartışmasına davet etmişti. Küba’nın tamamıyla kontrol altına alınmış ve bayıcı bir basına sahip olma konusunda şöhreti kötüdür. Sandinistalılar, çok çeşitli karşıt düşünceleri içinde barındıran bir basın anlayışını sürdürebiliyor olmalarından ötürü gurur duyuyorlardı. Oradaki bütün gazeteciler özgür bir basının en ideal çalışma ortamı olduğunda hemfikirdi. Fakat Nikaragualılar kendi basın özgürlüklerinin teşvikinden gururla bahsederken Kübalılar onlara kendi devrimleri hala devam ettiği halde onlarınkinin bittiğini hatırlatarak karşılık veriyordu. Bu hikayeyi anlatmamın nedeni o ya da bu tarafın savunmasını yapmak değil, sadece idealleri pratiğe dökmenin karmaşasını örneklemek için anlatıyorum.

Kolektif ve birey haklarını birleştiren bir ideale dair en iyi çabayı nerede gördüğümü söyleyemem; çünkü farklı zamanlarda farklı yerlerde buna dair anlık yaşantılara sahip oldum. Küba’da örneğin, bilhassa Amerika tarafından, ne zaman devrim tehdit altında hissettirildiyse, o zaman devlet ve parti düşünce muhalefet üzerindeki denetimlerini sıklaştırıyor olacaktı. Bu tehdit geri çekildiğinde kontrol de gevşetilecekti. Bence bu, Küba önderliğinin gerçekten daha özgür bir toplum istediğini kanıtladı. Fakat bu itme-çekme hali çetindir. İnsanlar düşüncelerini dile getiremezler ve kendi kendilerini sustururlar; sonra tekrar dile geldiklerinde var olan en tehlikeli sansür şekli olan otosansürle kendilerini bastırmazlar.

4. Yazılarınızın ele alınış biçiminde lezbiyen olduğunuzu açıkladıktan sonra bir değişim fark ettiniz mi? Yazdıklarınızla hemfikir olmayan insanların, homofobiyi, yazdıklarınızı değersizleştirmek için kullandığı oldu mu?

Öncelikle bu soruyla ilgili cevabıma hiçbir zaman anaakım bir yazar olmadığımı belirtmekle başlamak zorundayım. 100’den fazla kitabım, birçok yazım, makalem, dergilerde basılan şiirlerim gibi yayınlarım olsa da ve yazılarımın bazıları on binlerce insana ulaşmış olsa da; benim okuyucu kitlemi genel olarak ilerici, feminist, adalet arayan insanlar oluşturuyor. Yazılarımın ele alınış biçiminde, lezbiyen olduğumu açıklamamın sosyalist olduğumu açıklamamdan daha fazla bir değişiklik olduğunu düşünmüyorum. Gruplarca insan “kendi kendilerine” yazmanın yollarını aramaya eğilimindeydi belki benim lezbiyen olduğumun bilinmesi gey okurlar arasında daha geniş bir kitle kazanmamı sağlamış olabilir. Ancak, her zaman en sadık okuyucu kitlemin bütün gruplar ve gereksinimler arasındaki ilişkiyi anlayabilen ve takdir edenler olduğunu hissettim.

5. Sizce Amerika’nın dış politikasını değiştirmesi ile emperyalizm ve militarizmden uzaklaşması için ne gerekiyor?

Dünyaya ve bizlerin dünyadaki rollerimize bambaşka bir bakış açısıyla bakmamız ve karşıt veya kendi ayrık alanlarımızda tıkılıp kalmaktansa birlikte çalışmanın herkese yarar sağlayabileceğine dair geniş çapta yayılmış bir anlayış gerekmektedir.

Bunun için, her şeyden önce, birkaç nesli kapsayacak şekilde kamusal eğitimin gerçek tarihi öğretmeye yönelmesi gerekiyor. Ve daha da önemlisi, insanlara düşünmeyi öğretmek. Bunun için değer yargılarında muazzam değişimler ile güç kavramının, insanları bastırmak ve kontrol altına almak yerine, insanları güçlendirip onlara izin vermek yoluyla daha iyiye hizmet edeceği anlayışının oturtulması gerekiyor. İşte o zaman, insanlık refahını en yüce olarak gören ve farklı bir şekilde eğitim almış halk, farklı bir yönetim anlayışını seçebilecektir.

Amerikan dış politikası, iklim değişiklikleri ile nasıl mücadele etmemiz gerektiği ya da insanlara nasıl makul bir hayat teminatı verileceği üzerinden değil; ülkenin devletin menfaatleri üzerinden şekilleniyor. Bence Amerika’nın dış politikasını değiştirmesi ile emperyalizm ve militarizmden uzaklaşması için ne mi gerekiyor? Bu noktada, trajik bir şekilde, bunu çok uzak bir ihtimal olarak dahi görmüyorum. Yanlış yönde geri dönemeyecek kadar ileri gittik ve söylemimiz bunu açıklığa kavuşturmak yerine muğlaklaştırmaya dayalı.

6. 1980’lerdeki sınırdışı edilmek gibi kişisel bir olayı daha geniş bir adaletsizlik anlayışı içinde nasıl kavramsallaştırdınız?

Sosyalist ilkeleri anlamaya başladığım ve hayatımda bilinçli bir şekilde ideallerimi aksettirmeye çalıştığım ilk andan beri; yaptığımız her seçimin, bu dünyada nasıl ayakta durmak istediğimizi ya da istemediğimizi yansıttığını öğrenmeye başladım. Hayır, bu doğru değil. Aslına bakarsan bunu kendimi sosyalist olarak tanımlamadan çok önce seziyordum.

Bunu sadece 80’lerdeki göçmenlik davam sayesinde değil, çok daha önceleri öğrendim. New York’ta, 50’lerin sonlarına kadar gidelim, çocuk sahibi olmak istedim. Evli değildim ve o zamanki söylemle “gayri meşru” çocuk sahibi olmak uygun görülmüyordu. Fakat, 1960’ta ilk çocuğumu kendi kendime edinmekte tereddüt etmedim; çünkü benim için doğru olanın bu olduğunu biliyordum.

Küba’da, orada yaşadığım ve çalıştığım son senelerde, garip bir itilme duygusuna katlanmak zorunda kaldım. İşimden atılmıştım; fakat maaşımı almaya devam ediyordum. Persona non grada haline gelmiştim; belirli önemli bölgelerde gözden düşmüştüm, bu çok açıktı. Birtakım arkadaşlarım beni ziyaret etmeyi bırakmıştı, buna dair başka işaretler de olmuştu ve ne kadar cevap bulmaya ne kadar çabalasam da bunların neden benim başıma geldiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Sonunda, bazı fikirlerimin ve evime uğrayan bazı arkadaşlarımın zamanın resmi Küba zihniyetine göre fazla “alışılmadık” olduklarını anladım. Oğlum “takdir görebileceğim” başka bir yere taşınmam konusunda ısrar etti; fakat ben reddettim. Izdırap veren bu durum açıklığa kavuşmadan Küba’yı terk etmek istemedim. Hatalı olduğuma inanmadım ve terk edip gitmenin suçluluğun bir çeşit kabulü anlamına geleceğini hissettim. Sonunda hak ettiğim açıklamayı ve olabildiğince özür ile birlikte alınca Nikaragua’ya taşındım. Ama asla sonuçta bu eziyetli yılların Küba devriminin göstergesi olarak görmedim. Her zaman şu benim için çok açıktı: Devrimler insanlar tarafından yapılır ve bazı insanlar esaslı bir öngörüye sahipken diğerleri kendi “liderinin peşinden gitme” küçük zihniyetlerini aşmaktan aciz vasat birer takipçi olmaktan öteye gidemiyorlar.

Bu seneler aynı zamanda göçmenlik davamın olduğu senelerdi. Tabii ki davamı kendim için kazmak istedim; sonunda eve, doğduğum ülkeye gidebilecek; ihtiyar anne babama hayatlarının son yıllarında arkadaşlık edebilecek ve istediğim zaman gelip gidebilecektim. Ancak, davamın daha geniş kapsamlı çıkarımlarını da anlıyordum. McCarran-Walter’ın ağır şekilde adaletsiz bir yasa olduğunu ve genel olarak ABD göçmenlik yasasının aile birliği veya bireysel adalet yerine daha çok siyasi bir ilkeden beslendiğini biliyordum. İfade özgürlüğü ve görüş ayrılığına özgürlük gibi konularda savaşmak istedim. Bir taraftan da epeyce tanınan bir yazar olduğum için yalnızca politik işkenceden kurtulmak veya kendileri veya çocukları için daha iyi bir hayat için her gün sınırı geçen yüz binlerce göçmenin sahip olmadığı türde bir desteğe sahiptim.

Yani, kendim için olduğu kadar bu insanlar için de savaşma yükümlülüğü hissettim. Genel göçmenlik yasasını değiştirmeye çalışmak için benim davamı kullanmanın önemli olabileceğini biliyordum. Bu yakın ilişki benim için birtakım somut şekillerde kendini ifşa etti. Örneğin, göçmenlik davamın görüldüğü yıllar boyunca bana devamlı yalnızca pişman olduğumu söylememim, “bir daha asla öyle şeyler yazmayacağımı” söylememin kazanmama yardım edebileceği hissettirildi. Zaman zaman bunun beni cezp ettiğini söylemeyeceğim. Ama yazdığım şeyleri yazmaya, hatta yirmi sene sonra farklı şekilde ifade edebilsem bile ifade ettiğim düşünceleri ifade etmeye hakkım olduğu inancıma bağlı kalmak zorunda olduğumu biliyordum. Her sabah uyanacak ve inandığım idealleri savunmak için kendime bu idealleri yeniden iade edecektim.

Muhtemelen Linda, senin soruna en iyi yanıt, bunun sadece kişisel bir olayı daha geniş bir adalet anlayışı içinde kavramsallaştırmak olmadığı amaç ok önceden de söylediğimiz gibi aslında başıma gelenlerin ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyorken, kişisel olan bir şeyin gerçekten siyasal olduğunu anlamaktır.

Çeviri: Roza Kamiloğlu ve Serhat Bilgiç

* “Sandino’nun Kızları” ve “Küba’da Kadınlar” isimli eserleri Türkçe’ye çevrilip yayınlanan feminist, şair, yazar, fotoğrafçı ve sosyal aktivist Margaret Randall’in MRZine’de yayımlanan söyleşisi.

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version