Ana Sayfa Felsefe Herşeyi Denetim Altına Alan Tek Boyutlu Sanayi Toplumu: Baskıcı Hoşgörü – Herbert...

Herşeyi Denetim Altına Alan Tek Boyutlu Sanayi Toplumu: Baskıcı Hoşgörü – Herbert Marcuse

Bir gazetenin sayfa düzeni gibi şeylerde (önemli bilgilerin parçalanarak ikincil konular, ilgisiz haberler arasına serpiştirilmesi, çok olumsuz bazı haberlerin göze çarpmayacak yerlere konulmasıyla), muhteşem reklamların hafifletilmemiş korkunç haberlerle yan yana konulmasında, haberlerin yayınının yoğun reklamlarla sunulması ya da kesilmesinde ortaya koyar. Sonuç karşıtların etkisizleştirilme sidir, hoşgörünün yapısal sınırlandırılması ve önceden biçimlendirilmiş zihniyet içerisinde meydana gelen bir etkisizleştirme. Eğer bir haber spikeri insan hakları savunucularına yapılan işkenceyi ya da öldürülmelerini borsa ya da hava durumunu anlatırken kullandığı duygusuz ses tonuyla, ya da kendi reklamını yaparken ki coşkuyla bildirirse, bu durumda böyle bir nesnellik düzmecedir.

Lanetlilerinin kurtuluşu sadece eski değil yeni efendilerinin de bastırılmasını gerektirir

Bu makale, ileri endüstri toplumumuzdaki hoşgörü düşüncesini inceler. Ulaşılan sonuç şudur; hoşgörünün amaçlarının gerçekleşmesi geçerli politikalar, tutumlar ve düşüncelere karşı hoşgörüsüzlüğü ve hoşgörünün yasadışı ilan edilmiş ya da bastırılmış politika, tutum ve düşüncelere doğru genişletilmesini gerektirir. Diğer bir ifadeyle, hoşgörü bugün yine kökenlerinde olduğu haliyle, modern dönemin başlangıcındaki haliyle- partizan bir amaç, yıkıcı bir özgürleştirici düşünce ve pratik [olarak]- ortaya çıkmıştır. Diğer taraftan, günümüzde hoşgörü olarak ifade edilen ve uygulanan şey en etkili dışavurumlarının çoğunda baskının nedeni olarak hizmet etmektedir.
Makalenin yazarı hâlihazırda özgürleştirici hoşgörüyü yaşama geçirebilecek hiçbir gücün, hiçbir otoritenin, hiçbir hükümetin varolmadığının farkındadır, ancak ütopyacı olasılıklar haline gelmiş gibi görünen olasılıkları hatırlamanın ve korumanın entelektüelin ödev ve görevi olduğuna- içerisinde bu toplumun gerçekte ne olduğunun ve ne yaptığının farkına varılabilecek bir zihinsel alan açmak için baskının somutluğunu kırma görevinin kendisinin olduğuna- inanır.
Hoşgörü kendi içinde bir amaçtır. Şiddetin yok edilmesi ve baskılamanın insanları ve hayvanları zulüm ve saldırganlıktan korumak için gerekli düzeye düşürülmesi insancıl bir toplumun önkoşullarıdır. Böyle bir toplum şimdiye dek varolmadı; böyle bir topluma ilerleyiş belki de çok daha önceden küresel bir ölçekteki şiddet ve baskılama ile durdurulmuştur. Nükleer savaşa karşı caydırıcı silahlar olarak, hükümetin yıkılmasına karşı polis eylemi olarak, emperyalizme ve komünizme karşı mücadelede teknik destek olarak, yeni sömürgeci katliamlarda, şiddette ve baskılamada kontrol altına alma yöntemi olarak yürürlüğe konulmuş, uygulanmış, ve benzer demokratik ve otoriter hükümetler tarafından savunulmuş ve bu hükümetlere tabi olan halklar statükonun korunması için gerekli pratikleri sürdürecek şekilde eğitilmişlerdir. Hoşgörü korku ve sefalet içermeyen bir varoluş yaratma şanslarını, eğer yok etmiyorsa, engelleyen politikalara, koşullara ve davranış biçimlerine kadar genişletildi.
Bu türden bir hoşgörü özgün liberallerin karşı çıktıkları çoğunluğun tahakkümünü güçlendirir. Hoşgörünün politik konumu değişti: aşağı yukarı sessizce ve yasal olarak muhalefetten geri alınırken, yerleşik politikalara gelince zorunlu hale getirildi. Hoşgörü etkin bir durumdan edilgin bir duruma, pratikten pratik olmayana dönüştürülür; yerleşik otoriteyi rahat bırakın. Hükümete karşı hoşgörü gösteren halktır; hükümette buna karşılık olarak yerleşik otoritenin belirlediği çerçeve içerisinde muhalefeti hoşgörür.
Aşırı derecede kötüye yönelik hoşgörü şimdi refah ya da daha fazla refah yolunda bütünün birliğine hizmet ettiği için iyi olarak görünür. Çocukların ve benzer yetişkinlerin reklam ve propaganda aracılığıyla sistematik bir şekilde aptallaştırılmalarını, yıkıcılığın saldırgan araba kullanışta ortaya çıkmasını, özel kuvvetler için asker toplama ve eğitmeyi hoş görmek, alış veriş, israf ve planlı eskimeye yönelik etkisiz ve iyiliksever hoşgörü çarpıklık ya da sapma değildir, bütün bunlar hoşgörüyü varolma mücadelesinin sürmesini sağlamak ve alternatifleri bastırmak için bir araç olarak kullanan bir sistemin özüdür. Eğitim, ahlak ve psikoloji alanındaki otoriteler çocuk suçlarındaki artışa karşı seslerini yükseltirler; her zamankinden daha fazla güçlü füzelerin, roketlerin, bombaların, sözde ve pratikte ve resimlerle, gururlu bir sunumuna karşı sesleri daha az çıkar – bütün bir uygarlığın olgunlaşmış bir hatasıdır bu.
Bir diyalektik önermeye göre doğruluğu belirleyen şey bütündür – bütünün parçalarından önce geldiği ya da üstün olduğu anlamında değil, fakat bütünün yapısı ve işlevlerinin her bir özel durum ve ilişkiyi belirlemesi anlamında. Bu nedenle, baskıcı bir toplum içerisinde, ilerici hareketler bile oyunun kurallarını kabul ettikleri ölçüde karşıtlarına dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. En tartışmalı örneklerden birini ele alacak olursak: bir bütünsel yönetim toplumu içerisinde politik hakların kullanımı (örneğin, oy kullanma, senatörlere, basın kuruluşlarına, vb., mektup yazma, karşı-şiddetin a priori reddedildiği protesto gösterileri) aslında içerikleri değişmiş ve etkinliklerini kaybetmiş demokratik özgürlüklerin varlığını doğrulayarak bu bütünsel yönetimin güçlenmesine hizmet eder. Böyle bir durumda, özgürlük (düşünce, toplanma, konuşma [özgürlüğü]) köleliği haklı göstermek için bir araç haline gelir. Dahası (ve sadece burada diyalektik önerme amacını tam olarak burada gösterir) bu özgürlüklerin varlığı ve uygulanmaları, bunların (çoğunlukla kendi belirlediği) sınırlamaları aşma çabalarının yoğunlaşması kaydıyla, bunların özgün muhalif işlevlerini geri kazanmalarının önkoşuludur. Genellikle, hoşgörünün işlevi ve değeri uygulandığı toplumda egemen olan eşitliğe dayanır. Hoşgörünün kendisi ağır basan ölçüte tabi kalır: kapsamı ve sınırları söz konusu toplum açısından belirlenemez. Diğer bir deyişle, hoşgörü sadece gerçekten evrensel olduğunda, hem yönetenler hem de yönetilenler, hem efendiler hem de köylüler, hem kasaba polisleri hem de onların kurbanları tarafından uygulandığında kendi içinde bir amaçtır. Böyle evrensel bir hoşgörü sadece gerçek ya da sözde düşman ulusal çıkarlar uğruna insanların askeri şiddet ve yıkım içinde eğitilmelerini gerektirmediği zaman olanaklıdır. Bu koşullar egemen olmadığı sürece, hoşgörü koşulları “yüklenmişlerdir”: bunlar kurumsallaşmış eşitsizlik, yani toplumun sınıfsal yapısı, tarafından belirlenmiş ve tanımlanmışlardır (ki bu durum yasal eşitlik ile kesinlikle uyumludur). Böyle bir toplumda, hoşgörü yasallaştırılmış şiddet ve baskı (polis, silahlı kuvvetler, her türlü muhafızlar) ve egemen çıkarlar ve bunların “bağlantıları” tarafından işgal edilen ayrıcalıklı konum olmak üzere iki temel üzerinden fiilen sınırlandırılmıştır.
Hoşgörünün bu arka plan sınırlamaları normal olarak mahkemeler, gelenek, hükümetler, vb. tarafından tanımlanan açık ve yasal sınırlamaları önceler (örneğin, “açık ve mevcut tehlike”, ulusal güvenlik tehlikesi, sapkınlık). Böyle bir toplumsal yapı çerçevesi içerisinde, hoşgörü güvenli bir şekilde uygulanabilir ve açığa vurulabilir. Bu iki türlüdür: (1) insan ve doğa üzerindeki zararlı etkileri açık olsa bile yerleşik ve kurulu davranış ve düşüncelerin edilgin bir şekilde hoşgörülmesi; (2) hem Sağ’a hem de Sol’a, hem şiddet hareketlerine hem de barış hareketlerine, hem nefret hem de insanlık partisine gösterilen etkin, resmi hoşgörü. Taraf tutmaktan kaçındığı için bu partizan olmayan hoşgörüyü “soyut” ya da “saf” olarak adlandırıyorum – ancak böyle yaparak [taraf tutmayarak] aslında ayrımcılık düzenini korur.
Özgürlüğün alanını ve içeriğini genişleten hoşgörü her zaman partizan – baskıcı statükonun liderlerine karşı hoşgörüsüz- olmuştur. Sorun sadece hoşgörüsüzlüğün derecesi ve boyutudur. İyice yerleşmiş liberal İngiltere ve Birleşik Devletler toplumlarında konuşma ve toplanma özgürlüğü, sözden harekete, söylemden eyleme geçiş yapmamaları kaydıyla, toplumun radikal düşmanlarına bile tanınmıştı.
Bu toplum, kendi sınıf yapısı tarafından dayatılan etkin arka plan sınırlamalarına güvenerek, genel hoşgörü uyguluyor gibi görünmektedir. Ancak liberal kuram çoktan hoşgörüye önemli bir koşul yüklemiştir bile: bu koşul “sadece yetileri olgunlaşmış insanlara uygulamak”tır. John Stuart Mill sadece çocuklar ve reşit olmayanlardan söz etmemekle kalmaz; ayrıntılarına iner: “Özgürlük, bir ilke olarak, insanlığın özgür ve eşit tartışma aracılığıyla gelişebilir hale geldiği zamandan önceki döneme ait herhangi bir duruma uygulanamaz.” O zamandan önce, insan hâlâ barbar olabilir ve “sonuç onların gelişmesi olduğu sürece, barbarlarla uğraşırken despotizm meşru bir yönetim biçimidir, ve araçlar bu sona gerçek etkileri tarafından meşrulaştırılır.” Mill’in sıkça alıntılanan sözlerinin, anlamlarının dayandığı, az bilindik bir içerimi vardır: özgürlük ve hakikat arasındaki bağlantı. Hakikatin özgürlüğün amacı olduğu ve özgürlüğün hakikat tarafından tanımlanması ve sınırlandırılması gerektiğine ilişkin bir algılama vardır. Bu durumda, özgürlük hangi anlamda hakikat için olabilir? Özgürlük öz-belirlenimdir, özerkliktir- bu neredeyse bir totolojidir, ancak bütün bir sentetik yargılar dizisi sonucunda ortaya çıkan bir totoloji. Birinin kendi yaşamının belirleme yeteneğini şart koşar: ne yapacağını ve yapmayacağını, ne için acı çekeceğini ve ne için çekmeyeceğini belirleyebilme. Ancak bu özerkliğin öznesi asla gerçekte olduğu ya da tesadüfen olduğu gibi olumsal, kişisel bir özne değildir; daha çok diğerleriyle birlikte özgür olabilen bir insan olarak bireydir. Her bir bireysel özgürlük ile diğeri arasında böyle bir uyumu olanaklı kılma sorunu rakipler arasında ya da özgürlük ve yasa arasında, genel ve bireysel çıkar, yerleşik bir toplum içindeki ortak ve kişisel refah arasında bir uzlaşma bulma sorunu değil de, öz-belirlenimi başından itibaren etkisizleştiren kurumların insanı artık köleleştirmediği toplumu yaratma sorunudur. Diğer bir deyişle, özgürlüğün varolan en özgür toplumlar için bile hâlâ yaratılması gerekmektedir. Onun [özgürlük] aranması gereken istikamet ve bu amaca ulaşmaya hizmet edebilecek geleneksel ve kültürel değişimler, en azından gelişmiş uygarlık içinde, kavranabilirdir, yani deneyim üzerinden insan aklı tarafından tanımlanabilir ve tasarlanabilir.
Kuram ve pratiğin karşılıklı etkileşimi içerisinde, doğru ve yanlış çözümler ayırt edilebilir hale gelir- asla zorunluluğun açığa vurmasıyla değil, asla olumlu olarak değil, sadece iyi düşünülmüş ve akla uygun bir rastlantıyla, olumsuzun ikna edici gücüyle. Çünkü gerçek olumlu geleceğin toplumudur ve bu nedenle tanımlama ve betimlemenin ötesindedir, diğer taraftan varolan olumlu aşılması gereken şeydir. Ancak mevcut toplumun deneyimi ve anlayışı pekâlâ özgür ve akılcı bir topluma katkısı olmayan şeyi, onun yaratımının olanaklarına engel olacak ve bozacak şeyi belirleyebilir. Özgürlük kurtuluştur, kuramda ve pratikte tarihsel bir süreçtir, bundan dolayı kendi doğru ve yanlışı, kendi hakikati ve yalanı vardır.
Rastlantının bu ayrım içerisindeki belirsizliği tarihsel nesnelliği ortadan kaldırmaz, ancak düşünce ve ifade özgürlüğünü özgürlüğe giden yolun önkoşulları olarak zorunlu kılar- hoşgörüyü zorunlu kılar. Bununla birlikte, bu hoşgörü ifadenin içeriği, ne söz ne de eylem, bakımından ayrım yapmayan ve eşit davranan bir şey olamaz; özgürlük olanaklarıyla çeliştiklerini ve onlara karşı hareket ettiklerini açıkça gösteren yalan sözleri ve yanlış eylemleri koruyamaz. Ayrım yapmayan bu tür hoşgörü masum tartışmalarda, sohbette, akademik tartışmada haklı görülebilir; bilimsel girişim ve özel dinler için vazgeçilmezdir. Ancak varoluşun barışçıllaştırılmasının, özgürlük ve mutluluğun söz konusu yerde toplum ayrım gözetmez olamaz: burada, hoşgörüyü köleliğin devamı için bir araç haline getirmeden belirli şeyler söylenemez, belirli düşünceler ifade edilemez, belirli politikalar önerilemez, belirli davranışlara izin verilemez.
Sanata yönelik “yıkıcı hoşgörünün” (Baudelaire), “iyi niyetli tarafsızlığın” tehlikesi çoktan anlaşılmıştır: sanatı, karşı-sanatı, sanat olmayanı, tüm olası çelişik tarzları, okulları, biçimleri eşit derecede (sıklıkla ani iniş çıkışlarla olsa da) özümseyen pazar içinde sanatın radikal etkisinin, sanatın yerleşik gerçekliğe karşı olan protestosunun tamamen yutulduğu “rahat bir yuva, dostane bir boşluk” (Edgar Wind, Art and Anarchy, New York, Knopf, 1964, s. 101.) sağlar. Bununla birlikte, sanatın ve edebiyatın sansürü her koşulda gericidir. Özgün sanat eseri baskının destekçisi değildir ve olamazda, sahte-sanat (ki bu böyle bir destek olabilir) sanat değildir. Sanat tarihe karşı durur, baskının tarihi olan tarihe karşı koyar, çünkü sanat gerçekliği yerleşik olanlardan başka yasalara tabi tutar: farklı bir gerçeklik yaratan Biçimin yasalarına- sanatın yerleşik gerçekliği anlattığı yerde bile yerleşik gerçekliğin olumsuzlanması. Ancak tarihle mücadelesi içerisinde, sanat kendini tarihe tabi kılar: tarih sanatın tanımının içine girer ve sanat ve sahte-sanat arasında ayrıma girişir. Böylelikle bir zamanlar sanat olan şey sahte-sanat haline gelir. Önceki biçimler, tarzlar ve nitelikler, önceki protesto ve reddediş şekilleri farklı bir toplum içinde ya da ona karşı yeniden ele geçirilemez. Bunlar özgün bir sanat eserinin gerici politik iletiler taşıdığı durumlardır- Dostoyevski istisnai bir durumdur. Ancak bu durumda, ileti sanat eserinin kendisi tarafından geçersiz kılınır: gerici politik içerik özümsenir, sanatsal biçim içerisinde saklanır: eser içinde edebiyat olarak.
Özgür konuşma hoşgörüsü gelişmenin, kurtuluşa doğru ilerlemenin yoludur, nesnel bir hakikat olmadığından ve gelişmenin çeşitli düşünceler arasındaki bir uzlaşma olması zorunluluğundan değil de, insanlığın büyük kısmını geliştirmek adına yapılmakta olan, yapılabilecek olan ve yapılması gereken şeyi öğrenerek ve kavrayarak keşfedilebilecek, ortaya çıkarabilecek nesnel bir hakikat olduğu içindir. Bu ortak ve tarihsel “gereklilik” doğrudan apaçık, el altında değildir: verili malzemeyi “kesip aralayarak”, bölerek, “parçalara ayırarak” (discutio)* ortaya çıkarılmalıdır- haklı ve haksızı, iyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı ayırt ederek. “Gelişimi” ilerleyen bir tarihsel pratiğe bağlı olan özne insan olarak her bir insandır, bu evrensellik hiçbir grubu ya da bireyi a priori dışlamayan tartışmanın evrenselliğinde yansıtılır. Ancak liberalist hoşgörünün her şeyi kapsayan karakteri bile, en azından kuramda, insanların kendi kendilerine duymayı, görmeyi ve hissetmeyi, kendi düşüncelerini geliştirmeyi, yerleşik otoriteye ve düşünceye karşı olsa bile kendi gerçek çıkarları, hakları ve yeteneklerini kavramayı öğrenebilecek (potansiyel) bireyler oldukları önermesine dayanıyordu. Bu konuşma ve toplanma özgürlüğünün gerekçesiydi. Gerekçesi artık egemen olmadığında, hoşgörü kendi düşünceleriymiş gibi efendilerinin düşüncelerini papağan gibi yineleyen, manipüle edilmiş ve beyni yıkanmış bireylere, ki bu bireyler için özerk olmayan özerklik haline gelmiştir, uygulandığında evrensel hoşgörü tartışmalı hale gelir.
Hoşgörünün telosu hakikattir. Hoşgörünün gerçek temsilcilerinin aklında önermeler mantığı ve akademik kuramınkinden daha büyük ve farklı bir hakikat olduğunu tarih kayıtları açıkça ortaya koymaktadır. John Stuart Mill tarihte zulme uğramış, kendi “içsel gücü” sayesinde zulme karşı zafer kazanamayan, “zindana ve işkence kazığına karşı” aslında içsel gücü olmayan hakikatten söz eder. Zindanlarda ve işkence kazıklarında zalimce ve başarılı şekilde yok edilen “hakikatleri” sıralar: Arnold of Brescia, Fra Dolcino, Savonarola, Albigensia’lılar,

dis-cütıo: (Latince)kırmak, parçalamak, paramparça etmek, dengesini bozmak. ÇN.
Waldensia’lılar, Lollard, and Hussitler. Hoşgörü, her şeyden önce, kafirler içindir- insanlığa giden tarihsel yol kafirlik gibi görünür: gücü elinde bulunduranlar tarafından uygulanan zulmüm hedefi. Bununla birlikte, kafirlik kendi başına hakikatin işareti değildir.
Mill’in de bu hareketleri yargılarken kullandığı, özgürlükteki ilerlemenin ölçütü Reformasyon’dur. Bu olay gerçekleştikten sonra yapılan bir değerlendirmedir ve [Mill’in] listesi karşıtları da içerir (Savonarola da pekâlâ Fra Dolcino’yu yakabilirdi). Olay gerçekleştikten sonra yapılan değerlendirme bile hakikati bakımından tartışmalıdır: tarih yargıyı düzeltir- çok geç. Bu düzeltmenin kurbanlara bir yararı olmaz ve cellatları aklamaz. Ancak alınacak ders açıktır: hoşgörüsüzlük ilerlemeyi ertelemiş ve masumlara uygulanan kıyım ve işkenceyi yüzlerce yıl sürdürmüştür. Bu durum ayrım yapmayan “saf hoşgörüyü destekler mi? Böyle bir hoşgörünün kurtuluşu engellediği ve statükoya kurban edilenlerin sayılarını çoğalttığı tarihsel durumlar var mıdır? Politik hak ve özgürlüklerin ayrım yapmadan güvence altına alınması gerici olabilir mi? Böyle bir hoşgörü niteliksel toplumsal değişimi baskı altına almaya hizmet edebilir mi?
Bu soruyu sadece en geniş anlamıyla “politik” olan- toplumu bir bütün olarak etkileyen, açıkça özel yaşam alanını aşan- politik hareketler, tutumlar, düşünce okullarına gönderme yaparak tartışacağım. Ayrıca, tartışmanın merkezinde bir değişiklik öneriyorum: tartışma sadece ve ilk olarak radikal aşırılara, azınlıklara, yıkıcılara, vb. yönelik hoşgörü değil, daha çok çoğunluğa yönelik, resmi ve kamu görüşüne yönelik, özgürlüğün yerleşik koruyucularına yönelik hoşgörü incelenecektir. Bu durumda, tartışmanın düşünce çerçevesi olarak sadece bireyler ve politik ve diğer örgütlerin üyeleri olarak halkın politika üretme, sürdürme ve değiştirmeye katıldığı demokratik bir toplum ele alınacaktır. Otoriter bir sistemde halk hoş görmez- yerleşik politikaların acısını çekerler.
Kişi hak ve özgürlüklerinin anayasa güvencesi altına alındığı ve (genel olarak ve çok fazla ve çok göze çarpan istisnalar olmadan) uygulandığı bir sistemde, muhalefet ve düzene aykırı düşünceler şiddetle ve/ya da şiddetli bir yıkıcılığı öğütleme ve örgütleme ile sonuçlanmadıkları sürece hoşgörülür. Bunun altında yatan varsayım yerleşik toplumun özgür olduğu ve herhangi bir ilerlemenin, hatta toplumsal yapıda ve toplumsal değerlerdeki bir değişimin, olayların olağan akışı içerisinde meydana geleceği, hazırlanacağı, belirleneceği, özgür ve eşit tartışma içerisinde, düşüncelerin ve malların serbest pazarında, test edileceği varsayımıdır.1 John Stuart Mill’den alıntıladığım

Takip eden tartışma için şunu yeniden belirtmek istiyorum, fiilen, en demokratik toplumlarda bile hoşgörü ayrım yapmayan ve “saf bir şey değildir. Sayfa 124’te söz edilen “arka plan sınırlamaları” hoşgörüyü etkili olmaya başlamadan önce sınırlar. Toplumun karşıt yapısı oyunun kuralına hile karıştırır. Yerleşik sisteme karşı duranlar güçsüz durumdadırlar ve bu bölümleri anımsatarak, şu varsayımdaki gizli önermeye dikkat çektim: özgür ve eşit tartışma kendisine yüklenen işlevi ancak ussal olursa yerine getirebilir- beyin yıkamadan, manipülasyondan, dış otoritelerden bağımsız özgür düşüncenin gelişmesi ve ifade edilmesi. Çoğulculuk ve güçler dengesi düşüncesi bunun yerine geçemez. İçinde çeşitli baskılar, çıkarlar ve otoriteler çokluğunun birbirlerini eşit şekilde dengelediği ve gerçekten genel ve ussal bir çıkarla sonuçlandığı bir devlet kuramsal olarak kurulabilir. Bununla birlikte, böyle bir kurgu içinde güçlerin eşit olmadığı ve böyle kaldığı ve hatta kendi yollarında devam ettiklerinde bu eşitsizliğin daha da arttığı bir topluma pek uymaz. Çeşitli baskılar birleşip, belirli dengeleyici güçleri yükselen bir yaşam standardı ve gücün artan bir yoğunlaşması sayesinde birleştirerek boğucu bir bütünlük oluşturduğunda ise hiç uymaz. Gerçek çıkarı yönetimin çıkarıyla çelişen işçi, gerçek çıkarı üreticinin çıkarıyla çelişen genel tüketici, görevi işvereninin göreviyle çelişen entelektüel kendilerini karşısında güçsüz oldukları ve anlamsız göründükleri bir sisteme boyun eğmiş olarak bulurlar. Varolan alternatifler düşüncesi içerisindeyken evinde olduğu açıkça ütopik bir boyuta buharlaşır, çünkü özgür bir toplum gerçekçi olamayacak ve tanımlanamayacak şekilde varolanlardan farklıdır. Bu koşullar altında, “olayların doğal akışı içerisinde” ve yıkım olmadan gerçekleşebilecek bir ilerleme büyük bir olasılıkla bütünü yöneten belirli çıkarlar tarafından belirlenen yönde olacaktır.
Aynı nedenle, bütünün kendisinin bir değişimi için çabalayan azınlıklara, nadiren de olsa egemen olan uygun koşullar altında, fikir alışverişinde bulunma ve tartışma, konuşma ve toplanma özgürlükleri verilecektir- niteliksel toplumsal değişime karşı çıkan ezici çoğunluğun karşısında zararsız ve çaresiz bırakılacaklardır. Bu çoğunluk, radikal grupların iyi-işleyen bir toplum içerisindeki çaresizliklerinin tanıtı olan, gereksinimlerin artan doyumu ve teknolojik ve zihinsel eşgüdüme dayanmaktadır.
Zengin demokrasi içerisinde zengin tartışmalar hüküm sürer ve yerleşik çerçeve içerisinde bu toplum bu tartışmalara karşı büyük ölçüde hoşgörülüdür. Her türlü bakış açısı duyulabilir: Komünist ve Faşist, Solcu ve Sağcı, beyaz ve zenci, silahlanma ve silahsızlanma yanlıları. Bundan başka, kitle iletişim araçlarındaki sonu gelmez tartışmalarda aptalca bir düşünceye zekice bir düşünceye gösterilen saygının aynısı gösterilir, bilgisiz olan bilgili olanın konuştuğu süre kadar konuşur, propaganda ile eğitim, hakikat ile yalan yan yana gider. Anlamlı ve saçmanın bu saf hoşgörüsü hiç kimsenin, ne grup ne de bireysel olarak, hakikatin sahibi olmadığı ve doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü belirleyemeyeceği yönündeki demokratik akıl yürütmeyle savunulur. Bu nedenle, rekabet içindeki tüm düşünceler tartışılmaları ve seçilmeleri için “halka” sunulmalıdırlar. Daha önce de ileri sürdüğüm gibi demokratik akıl

durum onların düşüncelerinin, konuşmalarının ve gazetelerinin hoşgörülmesiyle ortadan kalkmaz.
yürütme zorunlu bir koşula işaret eder, şöyle ki, halk bilgi temelinde tartışma ve seçme yeteneğine sahip olmalı, özgün bilgiye ulaşabiliyor olmalı ve bu temelde değerlendirmeleri özerk düşüncenin sonucu olmalı.
Çağımızda, soyut hoşgörüye ilişkin demokratik akıl yürütme demokratik sürecin geçersizleştirilmesi tarafından geçersizleştirilme eğilimindedir. Demokrasinin özgürleştirici gücü, niteliksel olarak farklı yönetim biçimlerine, kültüre, eğitime, çalışmaya- tüm insan varolşuna- açık olması, onun etkin muhalefete, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde, verdiği şanstı. Özgür tartışmanın ve karşıtların eşit haklara sahip olmasının hoşgörülmesi farklı muhalefet biçimlerini tanımlayacak ve netleştirecekti: yönleri, içerikleri, beklentileri. Ancak ekonomik ve politik gücün yoğunlaşması ve karşıtların teknolojiyi bir tahakküm aracı olarak kullanan bir toplum içerisinde bütünleşmesiyle, etkin muhalefet özgürce ortaya çıkacağı yerde engellenir: düşüncenin biçimlenmesinde, bilgi ve iletişimde, konuşma ve toplanmada. Tekelci kitle iletişim araçlarının- ki bunlar ekonomik ve politik gücün saf araçlarıdır- egemenliği altında toplumun yaşamsal çıkarlarını etkiledikleri yerlerde haklı ve haksızın, doğrunun ve yanlışın önceden belirlendiği bir zihniyet yaratılır. Tüm ifade ve iletişimden önce, anlambilim sorunudur bu: etkin muhalefetin, reklamı yapılan ve yönetilen dil içerisinde başlayan Düzen’e ait olamayan şeylerin algılanmasının engellenmesi. Sözcüklerin anlamı katı bir şekilde sabitlenir. Ussal ikna, muhalefete inandırma hemen hemen olanaksızlaştırılmıştır. Giriş yolları yerleşik olanlardan- varolan güçlerin propagandasıyla kurulmuş ve onların eylemlerinde doğrulanmış- farklı sözcük ve düşüncelerin anlamlarına kapatılır. Diğer sözcükler söylenebilir ve duyulabilir, diğer düşünceler ifade edilebilir, ancak, tutucu çoğunluğun geniş kapsamlı ölçeğinde (entelijansiya gibi kapalı bölgelerin dışında), hemen kamusal dil- düşünme sürecinin ilerleyeceği yönü a priori belirleyen bir dil- bakımından “değerlendirilirler” (ör., otomatik olarak anlaşılırlar). Düşünme süreci başladığı yerde biter: verili şartlar ve ilişkiler içinde. Tartışmanın kendi kendini onaylayan önermesi çelişkiyi reddeder, çünkü antitez tez bakımından yeniden tanımlanır. Örneğin, tez: barış için çalışıyoruz; antitez: savaş için hazırlanıyoruz (ya da hatta: savaşıyoruz); karşıtların birliği: savaşa için hazır olmak barış için çalışmaktır. Hüküm süren durum içinde, barış zorunlu olarak savaş için hazırlığı (hatta savaşmayı) içerecek şekilde ve bu Orwellci biçim içinde yeniden tanımlanır, “barış” sözcüğünün anlamı sabitlenir. Böylece, Orwellci dilin temel söz dağarcığı anlama yetisinin a priori kategorisi olarak iş görür: tüm içeriği önceden biçimlendirir. Bu koşullar, anlamın ussal gelişimini içeren ve anlamın kapanmasını engelleyen, hoşgörünün mantığını geçersiz kılar. Bundan dolayı, tartışarak ikna etme ve karşıtların eşit temsili (gerçekten eşit olduğu yerde bile) anlamanın unsurları olarak özgürleştirici güçlerini yitirirler; bunlar yerleşik tezi güçlendirmeye ve alternatifi yadsımaya daha yatkındırlar.
Rakip ve çelişen konuların, en adil şekliyle, değerlendirilmesi aslında demokratik süreçte karar-vermenin temel koşuludur- bu hoşgörünün sınırlarının belirlenmesinde de aynı derecede temel koşuldur. Ancak totaliter yapıdaki bir demokraside nesnellik çok farklı bir işlevi yerine getirebilir, yani doğru ve yanlış bilgi, beyin yıkama, haklı ve haksız arasındaki ayrımı yok etme eğiliminde olan zihinsel bir tutum geliştirmek. Aslında karşıt düşünceler arasındaki karar sunum yapılmadan ve tartışma başlamadan önce verilmiştir- bir gizli anlaşma, bir destekçi ya da yayıncı tarafından değil, bir diktatörlük tarafından değil de, yönetilen olayların akışı olan “olayların normal akışı” ve bu akış tarafından şekillendirilen zihniyet tarafından verilen karar. Burada da hakikati belirleyen bütündür. Verilen karar kendini, nesnelliğin açık herhangi bir müdahalesi olmadan, bir gazetenin sayfa düzeni gibi şeylerde (önemli bilgilerin parçalanarak ikincil konular, ilgisiz haberler arasına serpiştirilmesi, çok olumsuz bazı haberlerin göze çarpmayacak yerlere konulmasıyla), muhteşem reklamların hafifletilmemiş korkunç haberlerle yan yana konulmasında, haberlerin yayınının yoğun reklamlarla sunulması ya da kesilmesinde ortaya koyar. Sonuç karşıtların etkisizleştirilme sidir, hoşgörünün yapısal sınırlandırılması ve önceden biçimlendirilmiş zihniyet içerisinde meydana gelen bir etkisizleştirme. Bir dergi FBI ile ilgili bir olumlu bir de olumsuz raporu yan yana bastığında, nesnelliğin gerekliliklerini dürüstçe yerine getirir: ancak, büyük bir olasılıkla olumlu olan öne çıkacaktır, çünkü kurumun imgesi halkın zihnine derinlemesine işlenmiştir. Ya da, eğer bir haber spikeri insan hakları savunucularına yapılan işkenceyi ya da öldürülmelerini borsa ya da hava durumunu anlatırken kullandığı duygusuz ses tonuyla, ya da kendi reklamını yaparken ki coşkuyla bildirirse, bu durumda böyle bir nesnellik düzmecedir- dahası, öfkelenmesi gereken yerde sakin kalarak, suçlama olguların kendi içlerindeyken suçlamadan kaçınarak insanlığa ve hakikate karşı suç işler. Böyle bir tarafsızlıkla ifade edilen hoşgörü yürürlükteki hoşgörüsüzlük ve baskıyı önemsiz hatta haklı göstermeye hizmet eder. Eğer nesnelliğin hakikatle bir ilişkisi varsa, eğer hakikat bir mantık ve bilim sorunundan fazla bir şey ise, o zaman böyle bir nesnellik yanlış ve bu türden bir hoşgörü insanlık dışıdır. İnsanların neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamalarını sağlamak için yerleşik anlam evrenini (ve bu evren içine hapsedilmiş eylemi) parçalamak gerekiyorsa, bu aldatıcı tarafsızlıktan vazgeçilmelidir. Bu tarafsızlığa maruz bırakılan insanlar tabula rasa değildir, içinde yaşadıkları ve düşündükleri ve aşamadıkları koşullar tarafından beyinleri yıkanmıştır. Onların özerk hale gelmelerini, kendi başlarına varolan toplum içerisinde insan için neyin doğru neyin yanlış olduğunu bulabilmelerini sağlamak için, yürürlükteki beyin yıkamadan (artık beyin yıkama olarak algılanmayan) kurtarılmaları gerekir. Ancak bu eğilimin tersine çevrilmesi gerektiği anlamına gelir; onların karşıt tarafa meyilli bilgileri de almaları gerekir. Çünkü olgular asla doğrudan verili değildir ve onlara asla doğrudan erişilemez; onlar kurulmuşlardır, onları yapanlar tarafından “dolayımlanmışlardır,” “hakikatin bütünü” bu olguları aşar ve onların görünüşünden bir kopuşu gerektirir. Bu kopuş- tüm düşünce ve ifade özgürlüklerinin önkoşulu ve göstergesi- soyut hoşgörü ve düzmece nesnelliğin yerleşik çerçevesi içerisinde gerçekleştirilemez; çünkü bunlar tamda aklı kopuşa karşı şartlandıran unsurlardır.

Çev. Soner Soysal
Bu makale, Herbert Marcuse’nin oğlu Peter Marcuse’nin izniyle yayımlanmaktadır.
Tabula Rasa Felsefe & Teoloji Dört Aylık Akademik Dergisi  Ocak-Ağustos 2009

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version