Ana Sayfa Edebiyat Halil Cibran: “İçlerinde kederimizin sevincini ve sevincimizin kederini anlayacak biri var mı?”

Halil Cibran: “İçlerinde kederimizin sevincini ve sevincimizin kederini anlayacak biri var mı?”

Ne gariptir ki toplum olarak, aklı yavaş olana değil de ayağı yavaş olana, yüreği kör olana değil de gözü kör olana acırız…
Bütün sorularını yanıtladım, geriye bir tane bile kalmadı. Mektubun burasına kadar, baştan söylemek istiyorum dediğim şey hakkında tek söz bile söylemeden geldim. İçimdeki sis yağmura, sessizlik, o titreşip kanat çırpan sessizlik, konuşmaya dönemedi. Ellerini bu sisle doldurmayacak mısın? Gözlerini kapatıp bu sessizliğin sözlerini dinlemeyecek misin? Yalnızlığın bir kuş gibi dönendiği, koyunlar gibi yayıldığı, bir dere gibi çağladığı, bir meşe gibi dikildiği bu vadiye bir daha uğramayacak mısın? 

Yalnız açığa çıkan ışığı görebiliyorsan, Yalnız söylenen sesi duyabiliyorsan, Ne görebiliyorsun, Ne duyabiliyorsun.

Halil Cibran Aşk Mektupları

Dostum May,

Son sessizliğim şaşkına dönmüş ve kafası karışmış bir adamın sessizliğinden başka bir şey değil; çünkü seninle konuşmak isteyip, sitem edip-ama sonra da söyleyecek bir şey bulamayarak-bu karmaşa ve şaşkınlık vadisinde dikilip kalıyorum sık sık. Söyleyecek bir şey bulamadım, May, çünkü söylenecek bir şey bırakmadığını ve artık düşünceyi düşünceye, ruhu ruha bağlayan ve görünmez bir el tarafından örülmüş bu bağları koparmak istediğini hissettim.
Bir gün bu odada oturmuş ve tek söz bile söylemeden uzun bir süre sana bakmıştım. Sen de karşıdan bana bakmış, başını sallamış ve Cibran’la karşılaşanların düştüğü karmaşa ve şaşkınlıkla gülümseyen birinin gülüşüyle gülümsemiştin.

Tatlı mektubun önümdeyken şimdi ne söyleyebilirim? Bu yüce mektup şaşkınlığımı utangaçlığa çevirdi. Sessizliğimden, kabalığımdan utanıyorum, parmağımı dudağıma götürerek susmama neden olan gururumdan utanıyorum. Dün senin “suçlu” olduğunu düşünmüştüm, ama bugün iki melek gibi kucaklayan nezaketini ve yüce gönüllüğünü görünce kendimi suçlu görüyorum.
Ama beni dinle, sevgili dost, sessizliğimin ve incinmiş duygularımın nedenlerini anlatacağım. Benim iki yaşamım var: birinde çalışıyor, araştırıyor, insanlarla buluşup uğraşıyor ve yüreklerinin derinliklerindeki gizlere ulaşmaya çabalıyorum; diğerini dingin, huşu uyandıran, büyülü, başka yerler ve zamanlarla sınırlanmamış uzak bir yerde geçiriyorum. Geçtiğimiz yıl boyunca ne zaman bu uzak yere gitsem yanımda en küçük düşünceleri bile paylaşan, en derin duygulan bölüşen başka bir ruh buldum. Bunu saf ve yalın temellere ithaf ettim; ama bu temellerden uzak bir gizin varlığını ve nesnelerin normal gidişinden daha incelikli olduğunu anlamaya başlamam iki ayı bulmadı. Daha da acayip olan, (o yere) bu ziyaretlerden yüzüme gelen bir duman gibi bir dokunuşla ya da bazen küçük bir bebeğin soluması gibi ince, hafif bir sesin kulaklarımda yankılanmasıyla geri dönmemdi.
Bazıları bana “hayalci” diyor, ama bu sözcükle neyi kastettiklerini bilmiyorum. Ama kendi Benliğime yalan söyleyecek kadar “hayalci” olmadığımı da biliyorum. Öyle olsaydım bile Benliğim bana inanmazdı. Bu Benlik, May, yaşamda kendisinin olmayan hiçbir şeyi anlamıyor ve kendisinin denemediği hiçbir şeye de inanmayacak. Ve bir şeyi denediği zaman da, o şey Benlik ağacının bir dalı haline geliyor. Geçen yıl bir şey yaşamıştım-ama gerçekten yaşadım, düş kurmadım; bu başımdan birkaç kez geçti ve bunu hem aklımla, hem duygularımla yaşadım. Bunu yaşadım ve kendime ait bir sır olarak saklamaya karar verdim; ama sak-layamadım. Bu sırrı bir (hanım) arkadaşıma açtım. Bu sırrı onunla paylaştım, çünkü o anda onu paylaşmak benim için acil bir ihtiyaçtı. Arkadaşım bana ne dedi biliyor musun? Bana birden: “Bu lirik bir şiirden başka bir şey değil,” dedi. Eğer çocuğunu taşıyan bir anneye bebeğin “oyuncak” olduğu ve onu “süs” olarak taşıdığı söylenseydi, ne karşılık verirdi acaba? Ne hissederdi?
Aylar geçti, “lirik şiir” sözü silinmeyecek bir biçimde yüreğime kazındı. Ama arkadaşım tatmin olmamıştı. Ve daha da az tatmin olmak için beni beklemeye başladı, ona kızgın paylamalarla karşılanmayan tek söz bile edemedim, onda bir maskeyle gizlenmemiş hiçbir şey göremedim, ne zaman dışarı uzanacak olsam elime tırnaklarını geçirdi.
Bunun üzerine umutsuzluğa kapıldım. Benliğin güçlerinden hiçbiri bu umutsuzluk kadar acı değildir. Yaşamda hiçbir şey insanın Benliğine, “Bozguna uğradın,” demesi kadar zor olmaz.
Umutsuzluk, May, bir yüreğin dalgalarının en geriye
çekilişidir. Umutsuzluk, May, sesi çıkmayan bir duygudur.
O uzun aylar boyunca önünde dikilip tek söz etmeden uzun uzun yüzüne bakmamın nedeni bu işte. Bu hale gelene kadar sana bir şey yazmamamın nedeni bu. Kendime şunu fısıldamamın nedeni bu: “Artık oynayacak bir rolün yok.” Ama her kışın yüreğinde bir bahar zonklar ve her gecenin örtüsü ardında gülümseyen bir şafak vardır; böylece bu umutsuzluğum bir çeşit umuda dönüştü.
“Sonsuzluğa Doğru” adlı resmimi yarattığım saat ne kadar kutsaldı! Bir kadının dudaklarının şifa vermek için başka bir kadının boynuna dokunması ne hoş ve ne yüce! İçimizden yayılan ışık ne kadar görkemli, bu parlak ışık ne kadar görkemli, May!
İki kadın arasında parçalanmış bir erkeğe ne söyleyebilirim ki: biri düşlerinden uyandığı saatleri dokur; diğeri uyanıklık saatlerinden düşlerini oluşturur? Tanrı’nın iki ışık arasına yerleştirdiği bir yüreğe ne diyebilirim? Ne söyleyebilirim böyle bir adama? Üzgün olduğunu mu söyleyeyim? Bilmiyorum; ama üzüntüsünde bencillik yok. Bu dünyaya yabancı olduğunu mu söyleyeyim? Bilmiyorum;

ama sana onun yabancı kalmasını isteyip istemediğini soruyorum. Yabancı, yalnız ve bu dünyada dilini-ruhunun di-lini-anlayabilecek kimsesi olmadan mı kalsın? Bilmiyorum, ama sana onunla-senden başka kimsenin daha iyi anlamayacağı bir dilde-konuşmayı reddedip etmeyeceğini soruyorum.
Sen de bu dünyada bir yabancı değil misin? Bütün amaçlarında, arzularında, işlerinde, eğilimlerinde çevrene yabancı değil misin? Söyle bana, May, söyle, bu dünyada ruhunun dilini anlayan kaç kişi var? Merak ediyorum, seni sessizliğinde dinleyebilen, ya da sükunetinde anlayabilen ya da diğer evler arasındaki bir evde onun önünde otururken yaşamın kutsallıklarının en kutsalında sana eşlik edebilen birine kaç kez rastladın?
Sen ve ben Tann’nın dostlar, sevgililer, iyiliğini isteyenler ve hayranlar bahşettiği kişilerdeniz. Ve söyle bana, bu içten ve coşkulu dostlardan birine, “Çarmıhımı bir gün için taşı” diyebilir miyiz? İçlerinde şarkılarımızın ardında sese yakalanmayacak ve hiçbir telden çıkmayacak bir şarkı olduğunu bilen var mı? İçlerinde kederimizin sevincini ve sevincimizin kederini bir gün anlayacak biri var mı?
Bana şunu söylüyorsun: “Ressam ve şairsin ve ressam ve şair olduğun için mutlu olmalısın.” Oysa ben ne ressamım ne de şairim, May. Günlerimi ve gecelerimi resim yapıp yazmakla geçiriyorum, ama “ben” (bu, Benliğim demek) ne günlerimde ne gecelerimde bulunuyor. Ben sisim, May, nesneleri örten, ama asla birleştirmeyen sisim. Yağmurla da değişmeyen sisim. Ben sisim ve sis benim yalnızlığım, tek başınalığım, bu siste açlığım ve susuzluğum var. Yine de talihsizliğim bu sisin gerçekliğim olması ve gökyüzünde başka bir sisle buluşmak ve şu sözleri işitmek istemesi: “Yalnız değilsin, bizim gibi iki kişi var, onun sen olduğunu biliyorum.”
Söyle bana, söyle, dostum, bu dünyada bana şunu söyleyebilecek ya da söylemek isteyecek kimse var mı: “Ben başka bir sisim, ey sis, haydi dağlarla vadileri örtelim, ağaçların arasında, üstünde koşuşalım, yüksek kayalıkları kaplayalım, birlikte bütün varlıkların deliklerinden sızıp yüreklerine işleyelim, ayak basmamış, keşfedilmemiş uzak diyarlarda dolaşalım.” Söyle bana, May, senin dünyanda bunu bana tek bir sözcükte söyleyebilecek ya da söylemek isteyecek kimse var mı?
Bütün bunlardan sonra, gülümseyip bağışlamamı bekleyebilirsin.
Bu sabah durmadan gülümsedim. Şimdi de içimden gülümsüyorum. Bütün varlığımla gülümsüyorum-ve daha uzun bir süre gülümseyemeye devam edeceğim. Gülüşlerden başka bir şeyden yaratılmamışım gibi gülümsüyorum. Ama “bağışlayıcılık” beni başımı utançla önüme eğmeye, kendisi o kadar alçakgönüllü olan o soylu ruh karşısında saygıyla eğilip af dilemeye zorlayan heybetli bir sözcük. Tek suçlu benim. Sessiz kalmak ve umutsuzluk içinde olmakla tembellik ettim-bu yüzden yaptığım hatadan dolayı beni bağışlaman için yalvarıyorum.
Bu konuşmayı Bahithatu al-Badiya’dan1 bir ifadeyle açmak daha uygun olacaktı, ama kişisel ilişkilerimiz bizi etkiliyor ve özel konular da dikkatimizi daha önemli ve değerli konulara yönlendirmemizi engelliyor. Daha önce Bahithatu al-Badiya gibi Arapça bir kitap okumamıştım; daha önce iki portrenin böyle çizgilerle çizilip böyle renklerle boyandığını hiç görmemiştim. Yaşamımda daha önce bir portre içinde ikisinin çizildiğini hiç görmemiştim: bir kadın yazar ve reformcunun portresi ile bir yazardan ve bir reformcudan daha fazlası olan bir kadının portresi. Yaşamımda daha önce hiç iki yüzün tek bir aynadan bu kadar iyi yansıtıldığını görmemiştim- bir kadının, yarısı dünyanın gölgesiyle gizlenmiş yüzü ve başka bir kadının güneş ışınlarıyla aydınlatılmış yüzü. “Bir kadının, yansı dünyanın gölgesiyle gizlenmiş yüzü” dedim, çünkü çok uzun bir süredir Bahithatu al-Badiya’nın ölüm onu fiziksel çevresinden ayırana ya da kendini tüm ulusal ve sosyal etkilerden kurtarana kadar başarılı olamayacağını hissettim ve hâlâ da öyle hissediyorum. Diğerinin, güneş ışınlarıyla aydınlanmış Lübnanlı yüzün ise, tüm ruhların anane ve geleneğin tozundan ve hareketsizliğin gücünden oluşan vücutlarını fırlatıp attığı o ruhsal tapınağa yükselen ilk Doğulu kadına ait olduğuna inanıyorum. Bu, Varlığın Birliği’ni, görünenle görünmeyenden, bilinen ve bilinmeyenden oluşan her şeyi anlayan Doğulu ilk kadının yüzüdür. Ve en sonunda, zaman, yazarların yazılarını, şairlerin şiirlerini unutulma çukuruna attığı zaman, ilk Bahithatu al-Badiya, araştırmacıların, düşünürlerin ve “uyumayanların” ilgisini çekmeye devam edecektir. Sen, May, kırlarda haykıran bir sessin; sen kutsal bir sessin, kutsal sesler zamanın sonuna kadar geniş boşluklarda yankılanacaktır.
Bana sorduğun nazik soruların hepsini yanıtlamalıyım artık. İlki, “nasıl olduğum” sorusu. Nasıl olduğum konusuna fazla kafa yormuyorum; yine de, değişik biçimlerde ve boyutlarda spirallerin ve çarkların yaşamımı kuşatmış olmasına rağmen sanırım iyiyim.
“Ne yazıyorum?” Geceyle gün arasında bir ya da iki satır
bir şey yazıyorum. Geceyle gün arasında dedim, çünkü gün ışığını kış sonuna kadar bitirmem gereken büyük yağlıboya resimlerim için kullanıyorum. Bu resimler ve beni bağlayan sözleşme olmasaydı kışı Paris’te ve Doğu’da geçirebilirdim.
“Çok fazla mı çalışıyorum?” Her anımda, hatta uyurken bile çalışıyorum. Çalışma konusunda bir kaya kadar sağlamım, ama asıl işim ne resim yapmak, ne de yazı yazmak, içimde, derinde, May, sözcükler, satırlar, renklerle yapılmayan hareketli başka bir anlayış var. Yapmak için doğduğum iş fırçayla ya da kalemle yapılmıyor.
“Bugün giydiğim takım ne renk?” Aynı anda iki ayrı giysi giyme alışkanlığım var, biri dokunmuş ve dikilmiş, diğeri et, kemik ve kandan yapılmış. Ama şu anda üstümde olan sade, bol, uzun, mürekkep ve boya lekeli, temizliği dışında, dervişlerin giydiğine benzer bir sabahlık. Seninle konuşurken giymek istemediğim et, kemik ve kandan oluşan
öbür giysiyi yan odada bıraktım.
“Sabahtan beri kaç sigara içtim?” Sorun ne kadar nazik, ama yanıt vermek ne zor. Bugün, May, başından sonuna sigara içme günü ve sabahtan beri yirmiden fazla sigara içtim. Kendimi bildim bileli, sigara benim için vazgeçilmez bir ihtiyaç değil de bir keyiftir, onun için sigara içmediğim tek bir gün geçmedi. Ama suçlu sensin, bu “vadide” kendi başıma olsaydım, asla sigara içmezdim. Ama kendi başıma olmak istemiyorum.
Evim konusuna gelince, hâlâ duvarlar ve dolaplar yok -sorarım hangimiz mahkum olmak isteriz? Kum denizlerine ve sonsuz okyanuslara gelince, eski günlerdeki gibiler- derin, sahilsiz ve dalgalı. O denizlerde yol aldığım gemi yavaşça ilerliyor sadece. Kim gemime yeni bir kıyı verebilir ya da vermek ister? Bunu kim yapabilir, ya da yapmak ister, merak ediyorum.
Tanrı’ya Doğru adlı kitaba gelince, hâlâ şekli biraz belirsiz, çizimleri havada, görüntüleri ayın üstüne çizili. Öte yandan el-Müstevhid ise üç hafta önce sana bir nüshasını gönderdiğim Haberci2 adıyla çıktı. Aynı zarfta el-Avasif in (Fırtınalar)3 ve bağımın ham üzümleri olan Bir Damla Yaş ve Bir Gülümseyiş”in birer nüshasını da gönderdim. Yayımcımın yaz listesini göndermedim, çünkü yaz boyunca yurt-dışındaydım-bunun bir nedeni daha var! Ve çizimlere, seramiklere, camlara, eski kitaplara, müzik aletlerine, Mısır, Yunan heykellerine, gotik heykellere gelince-bütün bunlar, senin de bildiğin gibi, o sonsuz ve ölümsüz ruhun, Tan-n’nın kitabından alınan sözlerin birer göstergesi. Sık sık bunların önünde oturup içimde yarattıkları arzuyu düşünürüm; gözlerimin önünde yitip yerlerini onları görünmezler dünyasından görünür dünyaya getiren eski hayaletler alana dek bu nesnelere bakarım sık sık. Henüz siyah taştan bir Keldani heykeli bulamadım. Geçen bahar Irak’ta İngiliz Kazısı’na katılan İngiliz bir arkadaşım, “Bir tane bulursam senindir,” diye yazmıştı.
 Bütün sorularını yanıtladım, geriye bir tane bile kalmadı. Mektubun burasına kadar, baştan söylemek istiyorum dediğim şey hakkında tek söz bile söylemeden geldim. İçimdeki sis yağmura, sessizlik, o titreşip kanat çırpan sessizlik, konuşmaya dönemedi. Ellerini bu sisle doldurmayacak mısın? Gözlerini kapatıp bu sessizliğin sözlerini dinlemeyecek misin? Yalnızlığın bir kuş gibi dönendiği, koyunlar gibi yayıldığı, bir dere gibi çağladığı, bir meşe gibi dikildiği bu vadiye bir daha uğramayacak mısın? Bu yoldan tekrar geçmeyecek misin, May? Tanrı seni koruyup gözetsin. 

Halil Cibran
Aşk Mektupları
New York, 3 Kasım 1920

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version