Ana Sayfa Edebiyat Filozof Hayyam: “Bugün mutlu olmaya bak. Çünkü yarın yok!” – Sadık Hidayet

Filozof Hayyam: “Bugün mutlu olmaya bak. Çünkü yarın yok!” – Sadık Hidayet

Hayyam’ın felsefesi hiçbir zaman güncelliğini yitirmeyecektir. Çünkü küçük gibi görünen ama içi özlü bu terâneler muhtelif devirlerde insanı derbeder eden önemli ve karanlık felsefî problemleri, cebren insana yüklenen sorunları, çözülmeden kalan sırları ele alır.

Hayyam bu ruhî işkencelerin tercümanı olmuştur. Onun feryatları milyonlarca insanın acılarının, ıstıraplarının, korkularının, umutlarının, elemlerinin yansımasıdır. İnsanlar bunları düşünerek sürekli azap çekmiştir. Hayyam terânelerinde garip bir dil ve üslupla tüm bu zorlukları, muammaları, bilinmezlikleri açıkça, gizlisi saklısı olmadan çözmeye çalışır. Asabî ve ürpertici gülüşlerinin altında, dinî ve felsefî sorunları halledip, hissedilir ve akılcı bir çözüm yolu arayışına girer.

Kısacası, Hayyam’ın terâneleri, kayıtsız ve laubali de olsa, kişinin düşüncelerinden ve kederlerinden bir bölümünü yansıtan ayna gibidir. Bunu fark edince insan irkilmekten alamaz kendini. Hayyam’ın rubailerinden bugün doğabilimcilerin de dikkatini çeken bir felsefî ekol ortaya çıkmaktadır. Onun buruk ve acı şarabı eskidikçe, kıymeti daha da artmaktadır. Zaten bu yüzden terâneleri dünyanın her yerinde, türlü çevrelerde ve ırklar arasında ilgi görmektedir.

Hayyam’ın her düşüncesini tek tek büyük şairlerde ve filozoflarda bulmak mümkündür. Ancak bunların hiçbirini Hayyam ’la mukayese etmek mümkün değildir. Hayyam, üslubunda çok ilerdedir onlardan. Ondaki sağlam yapı onu her şeyden çok Lukretius, Epikür, Goethe, Shakespeare ve Schopenhauer ’le başbaşa giden büyük bir filozof ve şair olarak karşımıza çıkarır.
Şimdi bu rubaileri söyleyenin düşünce tarzını ve felsefesini tespit edebilmek için rubailerindeki düşünceleri ve felsefeyi çıkarmamız gerekir. Çünkü elimizde bunun dışında bir araç yoktur. Dışardan görünen yaşamı ve kendi iç dünyası, bağlantılı olduğu kişiler, çevresi, yaşam tarzı, etkilenişleri, izlediği felsefe, bilimsel ve felsefî eğitimi bizce meçhuldür.

Hayyam geriye birkaç bilimsel, felsefî ve edebî yapıt bırakmış olsa da, bunların hiçbiri, bu araştırmada bize yol gösteremez. Çünkü Hayyam’ın gizli düşüncelerini, kalbinde gizli kalan şeyleri bize sadece rubailer gösterebilir. Oysa zamanın, ortamın şartlarına göre ya da başkalarının siparişiyle yazılan kitapları biraz dalkavukluk ve gösteriş kokar ve felsefesini tam manasıyla ortaya çıkarmaz.

Hayyam’ın rubailerinde karşılaştığımız ilk fikir, şairin son derece cüret ve pervasızlıkla, acımasız mantığıyla hiçbir gevşekliği, çağdaşlarının düşüncelerindeki zavallılıkların hiçbirini ve teorik ve dinsel felsefelerini kabul etmemesi, tüm iddiaları ve sözleri elinin tersiyle itmesidir. Hicrî 646/miladî 1248 yılında yazılan Ahbâru’l-ulemâ bi ahbâri’l-hukemâ adlı kitapta Hayyam’ın şiirleri hakkında şu satırlar yazılmıştır:
“Şiirlerinin içeriği şeriat için zehirli yılanlar ve dalalet zincirleri mesabesindedir. Dini yüzünden halk tarafından kınanıp da içinde gizli olan şeyler ortaya çıkarıldığında, öldürülmekten korktu, sustu, kalemini yerine koydu ve hacca gitti, kirli sırlarını ortaya döktü. Kalbindeki gizli şeyleri perde altından gösteren, içindeki durgunluğun maksadını da kararttığı meşhur şiirleri vardır.”
Bu durumda Hayyam’ın evren hakkında kendine özgü bir düşünce ve felsefî anlayışının olması gerekir. Şimdi onun düşünce tarzına bakalım: Bu rubaileri söyleyen kişi tüm dinî konulara alayla yaklaştığı zaman, bilmedikleri şeyler hakkında konuşan ulema ve fıkıhçılara hakaretler yağdırarak saldırdığı zaman okuyucu hiç kuşkuya düşmez. Bu husus, aryâî bir ruhun sâmî itikadlarına karşı gösterdiği bir başkaldırı ya da düşüncelerinden dolayı nefret ettiği seviyesiz ve mutaassıp bir çevreden Hayyam’ın intikam alışıdır. Hayyam gibi özgür düşünceli ve kılı kırk yaran bir filozofun kendi zamanındaki fıkıhçıların uydurma, cebrî ve mantıksız tapınma hükümlerine körükörüne boyun eğmeyeceği, onların çürümüş masallarına kanmayacağı ve bayağı tuzaklarına düşmeyeceği aşikârdır. Çünkü din herkesin kayıtsız şartsız itaat etmesi gereken, temel ilkelerinden asla şüphe duyulamayan cebrî hükümler ve görevlerden ibarettir ve bir grup muhafız bu hükümlerden yararlanarak avamı piyon olarak kullanır. Fakat Hayyam, uyulması gereken tüm bu dinsel konuları alaycı ve itikatsız bir üslupla ele alır; davranış ve sebeplerden yola çıkarak olan biteni ve bunların nedenlerini anlamak ister. Ölüm ve yaşam meselelerini pozitif bir yaklaşımla, mantığa, hissedilenlere, gözlemlere, yaşamın maddî akışına dayayarak çözmeye çalışır. Bu yüzden dünyadaki olayları tarafsızca izleyen biri olarak kalır.

Hayyam o zamanki bilim adamlarının çoğunda olduğu gibi kalbiyle ve duygularıyla yetinmez, dört dörtlük bir âlim gibi gözlemleriyle, mantığıyla elde ettiklerini söyler. Bilindiği gibi, birisi dinsel efsanelerin batıl olduğunu kanıtlarsa, o kadar da önemli bir iş yapmış sayılmaz. Çünkü bilimlerin sayesinde zaten kendiliğinden batıl olmuştur. Fakat Hayyam’ın zamanını ve mutaassıp çevresini göz önünde bulundurursak, onun çalışmaları, makamını çok yükseklere çıkarır.
Hayyam, zamanındaki devlet büyüklerinin emir ve ricası üzerine yazdığı bilimsel ve felsefî kitaplarında gizlilik ve takıyyeyi elden bırakmamış ve görünüşte tarafsız bir tavır takınmışsa da, eserlerinde kaleminden kaçan bazı bilimsel konular görülebilir. Örneğin Novruzname’nin dördüncü sayfasında şöyle der: “Yüce Tanrı’nın emriyle dünyanın halleri değişti ve mesela dünyaya ve onun dönüşüne uygun olacak şekilde yepyeni şeyler ortaya çıktı.” Acaba bu son cümleden meşhur Adaptation du milieu formülü çıkmıyor mu? Çünkü o, Tanrı’nın mevcudatı ayrı ayrı yarattığını inkâr eder ve bunların âlemin dönüşüne uygun olacak şekilde ortama uyum sağladığına inanır. Avrupa’da büyük yankılar yaratan bu bilimsel kuralı acaba Hayyam 800 yıl önce ferasetiyle anlayıp tahmin etmemiş midir?

Aynı kitabın üçüncü sayfasında “Yüce Tanrı güneşi nurdan yarattı; gökleri ve yerleri onunla besledi” yazılıdır. Bu da, filozof ve şairin yanı sıra bir de tabiî bilimler âlimiyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor bize.
Fakat Hayyam, terânelerinde bu gizlilik ve takıyyeyi bir kenara bırakmıştır. Çünkü ruhunun yarası olan bu terânelerde, yaşadığı ortamın çürük ilke ve yasalarını kabullenmez, aksine onların düşüncelerindeki bütün maskaralıkları mantığıyla ortaya çıkarır. Hayyam’ın, yaşadığı çevredeki hurafelerle ve mevhumlarla mücadelesi terânelerinin tümünde açıkça görülebilir. Zahitlerin, fıkıhçıların ve ilahiyatçıların hallerine acı acı güler ve benzeri görülmemiş bir biçimde, olanca ustalığı ve mahareti ile burunlarını sürter.
Hayyam ölüm ötesi konulara alaycı, kuşkucu bir eda ve “derler ki, diyorlar ki” sözünü naklederek başlar:
Gûyend: Behişt u hûr-i ayn hâhed bûd…
Derler ki: Cennet ile huriaynlar olacak.
Gûyend merâ: Behişt-i aden bâ hûr hoş est …
Derler ki: Aden cenneti, hurilerle hoştur…
Gûyend ki: Dûzehî buved âşık u mest…
Derler ki: Cehennemlik olacak âşık ile sarhoş
Bir zamanlar insanı ilahî cemalin aynası ve yaradılışın amacı olarak tasavvur ederlerdi. İnsanlığın bütün efsaneleri onun çerçevesinde oluşturulmuştu. Gökteki yıldızlar ona yazgısını göstermek için yaratılmış, yeryüzü, zaman, cennet, cehennem onun hatırı için var edilmişti. İnsan küçük dünyaydı ve büyük dünyanın bir örneği ve temsilcisiydi. Nitekim Baba Efzal şöyle der:
Eflâk u enâsir u nebât u heyvân
Aksî zi vucûd-i rûşen-i kâmil-i mâst
Felekler, dört unsur, bitkiler ve hayvanlar
Bizim mükemmel ve aydınlık varlığımızın bir aksidir.
Hayyam maddeci ve bilimsel bakış mantığıyla insana “câm-ı cem” der. Onun var olması ve ölümü bir sineğin var olup ölmesi kadar önemsizdir.
Âmed şoden-i to enderin âlem çîst?
Âmed megesî pedîd o nâpeydâ şod!
Senin bu âleme gelip gitmenin anlamı ne?
Bir sinek var olmuş, sonra yok olmuş. İşte o kadar!
Şimdi de fıkıhçıların ve ulemanın akidelerini alaylı alaylı inkâr etmesi karşısında, doğa ötesi konulara nasıl bir çözüm yolu bulduğunu görelim. Hayyam yaptığı gözlemlerin ve araştırmaların sonunda insanoğlunun kavrama kapasitesinin sınırlı olduğu problemiyle karşılaşır. Nereden geliyoruz ve nereye gidiyoruz? Kimse bilmiyor. Haklıymış gibi görünüp bu meseleler hakkında konuşanlar zırvalamaktan başka bir şey yapmıyor; hem kendilerini hem başkalarını aldatıyorlar. Hiç kimse ezelin sırlarını anlamamış ve anlamayacak. Ya da asla sır diye bir şey yok. Olsa bile, hayatımızı etkilemiyor. Örneğin dünya, yeni var olmuş veya eskiden varmış; ne işimize yarayacak acaba?
Çon men reftem; cihân mohdes çi kadîm
Tâ key zi hadîs-i penc o çâr ey sâkî!?
Dünya yeniymiş, eskiymiş; ne değişir? Ben gittikten sonra!
Ne zamana kadar beşten, dörtten dem vuracaksın be sâkî?
Vaktimizi beş duyu ve dört unsurla tartışarak geçirsek ne olacak yani? Bize ne? Öyleyse mevhum umutlara ve korkulara kapılarak, saçma sapan tartışmalarla vaktimizi öldürmeyelim. Söyledikleri, uydurdukları şeyler sırf masal! Bilimle olsun, dinin yardımıyla olsun, asla çözülmeyecek evrenin muamması ve hiçbir gerçeğe ulaşamayacağız. Üstünde yaşadığımız şu yeryüzünün ötesinde ne bir saadet var ne bir ceza. Geçmiş ile gelecek; iki yokluk. Ve biz iki dünyanın sınırı olan bu iki yokluk arasında yaşayacağımız kısacık bir ânı idrak etmeliyiz. Bundan yararlanmalı; yararlanırken de acele etmeliyiz.
Hayyam’a göre, yemyeşil tarlaların kenarı, erguvan rengi şarap kadehine binlerce gölge aksettiren mehtap, çengin gönül alıcı ahengi, ay yüzlü sâkîler, yeni açmış çiçekler yaşamın korkunç bir kâbus gibi gelip geçen tek gerçeği. Bugünü yaşamaya, mutlu olmaya bakalım. Çünkü yarını kimse görmemiştir. İşte bu, tek yaşam arzusudur.
Hâlî hoş bâş zanki maksûd înest.
Bugün mutlu olmaya bak. Çünkü amaç bu. (Yarın yok)
Hayyam hissedilen ve maddî gerçeklerin karşısında bir büyük gerçeğe daha inanır. Bu da, hayır ve mutluluğa baskın çıkan şer ve kötülüktür. Muhtemelen Hayyam’daki bu cebrî düşünce daha çok astronomi ve maddeci felsefenin sonucunda oluşmuştur. Aldığı bilimsel eğitimin onun felsefî gelişimi üzerindeki etkisi tüm açıklığıyla görülür. Hayyam’a göre tabiat körükörüne dönüşünü sürdürür. Gökyüzü bomboştur ve kimsenin imdadına koşmaz.
Bâ çerh mekon hevâle kender reh-i akl
Çerh ez to hezâr bâr bîçâter est!
Feleğe havale ederim deme işini.
Akıl yolunda zira

Felek bin beter zavallı senden!
Felek güçsüz ve iradesizdir.
Gücü olsa, kendi dönüşünü durdururdu.
Der gerdiş-i hod eger merâ dest budî,
Hod râ berehandemî zi sergerdânî.
Yetseydi gücüm kendi dönüşüme,
Kurtarırdım kendimi âvarelikten!
O zamanki astronomi görüşleri doğrultusunda Hayyam feleği mahkûm eder ve hareket halindeki gök cisimlerinin değişmez yasalarını tüm benliğiyle algılayarak canlandırır. Yıldızlar ve onların düzenli yasaları hakkında dakik incelemeler yaptıktan sonra hayatımızın, feleklerin dönüşündeki haşin kanunların etkisi altında kaldığını kabul eder ama dinsel anlamda kaza ve kadere inanmaz. Çünkü yazgıya isyan eder; bu yüzden kötümserliğe kapılır zaten. O, Tanrı’dan değil, daha ziyade feleğin dönüşünden şikâyet eder. Sonunda tüm yıldızların uğursuz olduğuna, uğurlu bir yıldız bulunmadığına inanır.
Eflâk ki coz gam nefzâyend diger.
Felekler gamdan başka bir şeyi arttırmazlar.
Novruzname’nin kırkıncı sayfasında nakilde bulunarak şöyle der: “Denildiğine göre, her iyilik ve kötülük gezegenlerin etkisiyle ve Yüce Tanrı’nın takdir ve iradesiyle yeryüzüne iner ve bir şahsa çarparak, acımasızca deler geçer.”
Nizâmî-yi Arûzî, Hayyam hakkında naklettiği bir hikâyede, Melikşah’ın ava çıkmak için havanın uygun olup olmadığı konusunda Hayyam’dan tahminde bulunmasını istediği, onun da meteoroloji ilmine dayanarak doğru tahminde bulunduğunu söyleyerek1 şöyle devam eder: “Huccetu’l-Hak Ömer’in kararını gördüm. Ama onun astronomi hükümlerine asla inanmadığını anladım.”
Bir başka rubaisinde varoluşun nedenini dört unsur ve yedi gezegenin etkisinde bulur:
Ey anki netîce-yi çehâr o heftî;
Vez heft o çehâr dâyim ender teftî.”
Ey dört ile yedinin neticesi olan!
Yedi ile dördün yüzünden sürekli telaştasın.
Yukarıda da geçtiği gibi Hayyam’ın kötümserliği gençlik yıllarına kadar uzanır. Bu kötümserlik hiçbir zaman bırakmamıştır yakasını. Sürekli gam, keder, yokluk ve ölüme bulanmışlık Hayyam’ın düşüncesindeki özelliklerden biridir. Mutluluğa, sevince davet ederken, mutluluk sözcüğü boğazında kalır, tıkanır. Çünkü tam bu sırada ölümün gövdesi, kefen, mezarlık ve yokluk binlerce işaretle, keyif ve işret meclisinden çok daha kuvvetli olarak insanın gözünde canlanır ve bir anlık mutluluğu berbat eder.
Doğa özen göstermeden, hoyratça yapacağını yapar. Yavrularını besledikten sonra soğukkanlılıkla, olgunlaşsın veya olgunlaşmasın, başakları biçen, hunhar, divane bir dadıdır.
Hiç gelmeseydik dünyaya keşke! Madem ki geldik, ne kadar erken gidersek, o kadar mutlu oluruz.

Sadık Hidayet
Hayyam’ın Teraneleri

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version