Ana Sayfa Güncel Hayat ve Siyaset Fikret Başkaya, Sinan Sönmez söyleşisi: “Türkiye ekonomisi bir AVM ekonomisidir.”

Fikret Başkaya, Sinan Sönmez söyleşisi: “Türkiye ekonomisi bir AVM ekonomisidir.”

Fikret Başkaya: 1980, 24 Ocak kararları ve 12 Eylül öncesinde Türkiye’de bir dizi zaaf barındırsa da, iyi-kötü “ulusal kalkınmacı” bir perspektif geçerliydi. O tarihten sonra Türkiye her türlü kalkınmacı hedeften uzaklaşıp, yeniden kompradorlaşma tercihi yaptı. Dışarıyı içerinin ihtiyaçlarıyla uyumlandırmak açısı gerekirken, içeriyi dışarının ihtiyaçlarıyla uyumlandırma tercihi yapıldı. Yani ülkenin kaderi dış belirleyicilere ihale edildi… Aradan geçen 32 yıldan sonra genel durumu nasıl görüyorsun? Türkiye’nin “yükselen ülkeler” kervanına katıldığına dair tevatürün bir karşılığı var mı?

Sinan Sönmez: Ocak 1980 kararları gerek iktisat politikaları gerekse siyasi yönden bir kırılma noktası olduğu kadar bir dönemeç olmuştur. Kırılma noktasıdır çünkü kısa vadeli ekonomik istikrar amacının ötesinde orta ve uzun erimde Türkiye ekonomisinin küresel mal ve finans piyasalarına eklemlenmesi doğrultusunda yapısal dönüşümü öngörmüştür. Bu özelliğiyle sizin de sorunuzda vurguladığınız üzere 1980 öncesinde bütün zayıflıklar ve hatalara karşın, dönemlere göre değişmekle birlikte iyi kötü bir ulusal kalkınma perspektifi bir biçimde korunmaya çalışılmıştır. Bu tavır yalnızca yöneticilerin ulusal kaygıya veya kalkınma utkusuna sahip olmasıyla açıklanamaz. Bu dönemlerde Keynesci iktisat politikaları veya Keynesci kapitalizm gözden düşmemiş, deyim yerindeyse maçı kaybetmemişti ve 2. Dünya Savaşı sonrasında, 1970’li yıllara dek kapitalist sistem, 2 ciddi bir krize sürüklenmeden sermaye birikimini hızlı biçimde sürdürdü. Ne zaman kriz sistemi sarstı, tökezletti, sorunlara devlet müdahalesi çözüm getirmedi, neoliberal kapitalizme yönelme kaçınılmaz oldu.

İşte 24 Ocak kararları küresel düzeyde yeniden yapılanan kapitalist sisteme eklemlenme sürecini başlatmıştır.  Yetkililer neoliberal küresel düzenden pay alabilme doğrultusunda birbiri ardına kalkınma konusunda hiçbir kaygı duymadan kararlar almışlardır. 1978-1979’de IMF, Dünya Bankası, OECD çevrelerinin Türkiye’ye önerdikleri politikalar demeti hep aynıdır. İşte Sherman Robinson-Kemal Derviş iklisinin, Prof. Anna Kruger, Prof. Bela Balassa gibi isimlerin aynı doğrultudaki önerileri 24 Ocak kararlarında somutlaşmıştır. Anımsayalım; söz konusu iktisat politikası paketi Süleyman Demirel’in başbakanlığı döneminde hazırlanmış ve uygulamaya konulmuştur. Geçmişte DPT’de görev yapmış Demirel kalkınma ve planın canına okuyan kararların altına imzasını atmış, bu dönemde DPT müsteşarı olan Turgut Özal da, 12 Eylül darbesinden sonra Ekonomiden sorumlu bakan olarak, birkaç yıl sonra da başbakan sıfatıyla programı yürütmüştür. Tüm bu gelişmeler 24 Ocak kararlarıyla  bir eşikten  geçilerek yeni bir rota çizildiğini işaret etmektedir. Siyaseten de 24 Ocak’ı izleyen Eylül ayında yapılan askeri darbeyle bir dönem son erdirilmiş, yeni anayasa ve siyasi dönüşümle bir dönemeçten geçilerek hepimizin bildiği değişiklikler yapılmıştır.

Bugün ülkemizdeki siyasi sorun yumağının kökeninin büyük ölçüde 12 Eylül 1980 tarihinde yapılmış olan askeri darbede yattığını düşünüyorum.  24 Ocak 1980’den bu yana ekonomik yapı tamamen değişti. Kapitalizmde özünü korumakla birlikte kabuk değiştirdi. Finans kapitalizmi başat oldu ve finansallaşmanın sınır tanımadan saldırganlaştığı dönemde krizler birbirini izledi. İşte birinci, ikinci ve üçüncü kuşak krizlerden sonra 2007 sonbaharında hissedilen ertesi yıl ise somutlaşan son finansal kriz birçok ülkeyi ve Türkiye’yi etkisi altına aldı. Somut olarak Türkiye ekonomisi bence 24 Ocak kararlarını alanların amaçladığı noktadadır; küresel finans sermayesine göbekten bağımlı, spekülatif fonların cirit attığı, güçlü finans gruplarının kolaylıkla para kaldırdığı, küresel finans piyasalarıyla tam olarak bütünleşmiş bir ekonomik yapı oluşturulmuştur. Ancak bu haliyle ekonomi yüksek düzeyde kırılganlığa sahiptir. İşte “Yükselen Piyasa Ekonomisi” olmak böyle bir şey! IMF ve diğer bazı kurum veya kuruluşlar bu terimi çok sevdiler. Her ideolojinin kendi kavram ve terimlerini oluşturduğunu ve bunların üzerinden açıklama ve yorum yaptığını biliyoruz. Neoliberal kapitalizmin ortaya çıkardığı terimlerden biri de yükselen piyasadır. Benin düşünceme göre finansal yatırımların karlı olmakla birlikte risklerin de bulunduğu, merkez kapitalizmine bağımlı ekonomiler söz konusu. Haliyle Türkiye de bu düzenin parçası; spekülatörler için “yükselen bir piyasa!” (!)

Fikret Başkaya: Eğer ülkeye sermaye girerse ekonomi büyüyor, girmezse küçülüyor. Gelen sermaye ne tür sermaye ve ne amaçla geliyor? Nerelere yatırılıyor, nerelerden ne kaldırılıyor? Ortaya çıkan GSYH artışını ayrıştırdığın zaman nasıl bir manzara ortaya çıkıyor. Ekonominin neresi ne kadar büyüyor? Ve o buyüme kimin için ne anlama geliyor? Aslında şu GSYH denilen para hareketleri, paranın el değiştirmesi olduğuna göre?

Sinan Sönmez: Evet büyüme tümüyle sermaye girişine bağımlıdır. 24 Ocak kararlarıyla birlikte sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi hedeflenmiş, 28 ve 30 sayılı KHK’lar ile serbestlik yönünde önemli adımlar atılmıştır. Vurucu darbe Ağustos 1989’da alınan 32 saylı KHK ile indirilmiş ve sermaye hareketleri tümüyle serbest kılınmıştır. Artık ekonomide yeni bir döneme girilmiş, sermaye girişleri ekonomiyi şekillendirmeye başlamıştır. Artık büyümenin sürdürülmesi için, bu bağlamda yetersiz kalan iç tasarrufun açığını kapatmak için dışarıdan finansman sağlama devri kapanmıştır. Artık dışarıdan gelen sermaye büyümeyi belirlemekte, gelen paranın bir bölümü cari açığı finanse ederken aynı zamanda dış borç stokunu artırmakta ve bir bölümü rezerv birikiminde kullanılmaktadır. Kazanmadığınız dövizle, borçlandığınız parayla rezervleri artırma dönemine  geçilmiştir.  !990’lı yıllarda büyümenin inişli-çıkışlı bir seyir izlemesi, sermaye hareketlerindeki serbestlemeye koşut yapısal dönüşümümdeki eksiklik veya uyumsuzluktan kaynaklanmış ve bu nedenle  2000 yılıyla birlikte, hatta daha öncesinde, ekonomi yönetimi, birbiri ardına imzalanan 3 stand-by düzenlemesi ve Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ile İMF’ye, bu bağlamda bütünüyle neoliberal düzene tabi kılınmıştır. AKP bayrağı devralarak, neoliberal politikaları islami hamurla yoğurarak uygulamayı sürdürmüş ve halen de sürdürmektedir.

Dışarıdan gelen sermayenin bileşimi Türkiye ekonomisinin ne denli kırılgan olduğunu gözler önüne sermektedir. Biraz önce değindiğim cari açığın finansman ihtiyacı-dış borçlanma ve rezerv artışının oluşturduğu bağlantı üçgenine geri dönelim ve 2012 yılına ilişkin ödemeler dengesi bilançosu verilerini kullanarak somut bir saptama yapalım. Resmi rakamlara göre 2012 yılında cari açık 49 milyar dolara ulaşırken 68,3 milyar dolar tutarında sermaye girişi olmuştur. Burada bir noktayı işaret etmek gerekiyor: İran’dan yapılan petrol ve doğalgaz ithalat bedelinin altın ile karşılanmasına karşın, tam tersine ödemenin altın ihracı olarak kaydedilmesi cari açığı azalttığı gibi büyüme oranını da yükseltmektedir. Dolayısıyla resmi rakamların gerçeği yansıtmadığını belirtmek istiyorum. Bununla birlikte resmi rakamlar gelen toplam sermayede doğrudan yabancı sermaye payının %18 olduğu göstermektedir. Üstelik bunun tümü üretim kapasitesini artıracak niteliğe sahip değildir; gayrimenkul alımı, özel şirketlerin devralınması gibi uygulamalar söz konusudur. Anımsayalım; KİT’lerin özelleştirilmesinin yanısıra başta özel bankalar olmak üzere Türk Telekom benzeri büyük ve karlı kuruluşların yabancı sermaye tarafından satın alınması veya ortaklık ilişkilerine girilmesi doğrudan yabancı yatırım olarak görülmektedir. Söz konusu satın alım işlemleri veya ortaklıkların katma değer ve istihdam yaratma açısından katkısı olmamıştır.   2012   yılında gelen 68 milyar dolarlık sermayede spekülatif nitelikteki sıcak paranın payı  (portföy yatırım) %60 dolayındadır.  Cari açık finansman ihtiyacının ötesindeki dış kaynak girişi sonucunda dolar bollaşmış ve TL aşırı değerlenmiştir.

Bu koşullarda sıcak para girişi artarken devlet borç senetlerine talep artmıştır. Klasik borç-faiz arbitrajı işlemlerine başvurulmuştur. Dolayısıyla sermaye girişlerinin diğer yüzünde artan dış borç ve ödünç alınan parayla biriktirilen döviz rezervleri bulunmaktadır. Dış borç rakamları bu açıdan yol göstericidir.  2002 -2012 Kasım  arasında brüt kamu borcu 1,5 kat artarak 64,5 milyar dolardan 101 milyar dolara, özel kesim borcu 5 kat artarak 43 milyar dolardan 217 milyar dolara, toplam brüt dış borç ise 2,5 kat artarak 326,5 milyar dolara ulaşmıştır. Toplam dış borç içinde özel kesimin payı yüzde 33’den yüzde 67’ye ulaşmıştır. Özel kesimin dış borcu içinde kısa vadelilerin payı yüzde 40’ın üzerine tırmanmıştır.  2012 yılında ise ekonomiye şırınga edilen 68 milyar dolar tutarındaki sermayeden 52 milyar dolara yakını borç artışını yaratan niteliktedir ve 21 milyarlık kısmı da döviz rezervlerine kaydırılmıştır. Tabloyu TCMB’nin yayımladığı uluslararası yatırımlara ilişkin verilerle tamamlayabiliriz. Türkiye’nin uluslararası yatırım pozisyonundaki açık 2002’de 85,5 milyar dolar iken, 2011 sonunda 320,5 milyar dolara, Kasım 2012’de ise 392,3 milyar dolara ulaşmıştır. Bunun anlamı yükümlülüklerin varlıkların çok üstünde olmasıdır. Sıcak para grubunda yer alan portföy yatırım stoku 2002’de 23,9 milyar dolar iken 2011’de 109,4 milyar dolara, Kasım 2012’de 168,8 milyar dolara eşitlenmiştir.  Bankaların aldığı dış kredide stok 2002’de 6,7 milyar dolarken, 2001’de 58,5 milyar dolara,  Kasım 2012’de 62 milyar dolara tırmanmıştır. Üretici (reel) sektörün dış borç stoku da 2011’de 90,5 milyar dolara, Kasım 2012’de ise 95,3 milyar dolara ulaşmıştır. Devletin borç senetleri stoku aynı tarihlerde sırasıyla 20,4; 70,2 ve 103,7 milyar dolardır.  Rakamsal veriler açık seçik ekonominin dışarıdan gelen parayla ayakta durduğunu, borç içinde yüzen bir ekonomik yapı oluşturulduğunu işaret ediyor.

Oluşturulan modelde dışarıdan gelen para, örneğin yüksek büyüme hızına ulaşılan 2010 ve 2011’de tüketim harcamalarının ve özellikle inşaat sektörünün finansmanında kullanılmıştır.  2010’da %9,2’luk  büyümede  özel tüketimin payı 4,9 puandır., inşaat sektörünün büyüme hızı ise %19,2’ye ulaşmıştır. 2011’de %8,5’lik büyümede özel tüketim 5,9 puanlık katkıda bulunmuştur. . İnşaat sektörünün büyüme hızı bir önceki yıla göre hız kesmekle birlikte %11,2’ye ulaşmıştır Özel tüketim her tür banka kredisiyle desteklenmektedir; 2012 yılının ilk yarısında hanehalkı borcunun GSYH’ye oranının % 55’in  üzerine çıkması son derece anlamlıdır. Kısacası tüketime dayalı, içeriksiz dışarıdan gelen spekülatif sermaye ile finanse edilen büyüme söz konusudur.  2012’de ekonomik büyümenin baş aşağı gitmesine koşut olarak ithalatta bir yavaşlamanın olduğunu ve cari açıkta bir önceki yıla göre beliren daralmanın modelde radikal bir değişikliğe yol açmadığını vurgulamak gerekiyor.

Bu tablodan kimlerin zarar gördüğü açık seçik görülüyor: emekçiler, emekliler, tarım kesiminde ve kentsel alanda faaliyetlerini sürdürmeye çalışan küçük üreticiler başta olmak üzere geniş bir mağdurlar listesini oluşturabiliriz. Haliyle işsizleri bu listeye eklemek gerekiyor. Ortaya çıkan tablo kimlerin yüksek kazanç elde ettiğini ortaya koyuyor.

Fikret Başkaya: Hem neoliberal reçetelerin en bağnaz, en karagözlü şampiyonu-uygulaşıcısı olmak, hem de “yükselen ülke” şarkıları söylemek büyük bir çelişki değil mi?

Sinan Sönmez: Bence çelişki yok çünkü yükselen ekonomi veya yükselen piyasalar sıfatı kazanmanın yolunun küresel finans sermayesine bol kazanç sağlamaktan geçtiğini düşünüyorum. “Azgelişmiş ülke” veya “çevre”, sonraları “gelişmekte olan” ve “yeni sanayileşen” olarak nitelendirilen ülkelere son olarak neoliberal yörüngede aldıkları mesafeye ve küresel piyasalara uyumlarına göre yeni bir sıfat kazandırılmıştır.

Fikret Başkaya: Kredi sistemi  dahil herşeyin özelleştirildiği, piyasaya terk edildiği bir ülke,önünü görebilir, yolunu bulabilir mi? Böyle bir tablo söz konusuyken, yani ekonominin kırılganlığı giderek  büyürken, kısa ve orta vadeyle ilgili nasıl bir öngörüye sahipsin?

Sinan Sönmez: Bu soruya yanıtım bir kez daha uygulanan modele geri dönüşü gerektiriyor.

Model uluslararası piyasalara göre yüksek reel faiz ve bastırılmış döviz kuru (özellikle dolar), yani aşırı değerli TL temeline dayanmaktadır. Göreli yüksek reel faiz ve düşük kur özellikle spekülatif nitelikte kısa vadeli sermaye girişini hızlandırmaktadır. Bu bağlamda özel bankaların ve diğer özel sektörün uluslararası likidite bolluğundan yararlanarak ve Türkiye’de kurun zıplamayacağı varsayımı altında risk primini de ekleyerek daha düşük maliyetle ve giderek artan miktarlarda dış piyasalardan borçlanması söz konudur. Özel tasarrufun dramatik biçimde azalmasına paralel olarak finansal olmayan (üretici) özel sektör yüksek tutarlarda dış kredi kullanmaktadır Yaratılan döviz bolluğu sayesinde kur bastırılmaktadır. Döviz girişindeki artış aynı zamanda ithalat faturasının karşılanmasını sağlamaktadır. Ancak bastırılmış kur ithalatı cazip kılmakta, sanayiciler girdi ihtiyacını ucuzlayan ithalat ile karşılamakta ve aynı zamanda üretim maliyetini aşağı çekmektedirler. Altı çizilmesi gerekli nokta ihracatın büyük ölçüde ithalata bağımlı olması, ihracat artışının ithalatta daha yüksek artışa yol açması ve ihracata yönelik üretilen sanayi mallarının düşük katma değere sahip bulunmasıdır.  Artan ithalata paralel olarak piyasaya mal arzı da artmakta ve enflasyonist baskının hafifletilmesinde rol oynamaktadır. Böylesine kırılgan, dış piyasalara bağımlı ve edilgen bir model uygulanıyor. Bu model dışarıdan kaynak gelmedikçe çalışmaz. Bunu sağlamak için uygulanan temelsiz, perspektiften yoksun politikalar uzun süre devam edemez. Dışarıdan aktarılan parayla tüketimin körüklendi sırt çeviren bir ekonominin sürekliliği olamaz. Bence Türkiye ekonomisi bir “AVM ekonomisi”dir.  Taşından toprağına, ormanından kıyılarına, otoyollarından barajlarına, sağlık hizmetlerinden eğitime dek uzanan her tür kamu hizmeti, taşınmaz varlıklar ve işletmelerinin satıldığı bir ekonomik düzen süreklilik kazanabilir mi? Kısa vadede zaten sorunların baş gösterdiğini görüyoruz. Nitekim geçtiğimiz 2012 yılına ilişkin göstergelerina başvurmak yeterli olacaktır..  2012’nin ilk 9 ayı sonunda büyüme %2,6’ya gerilerken, özel tüketim harcamalarının ve özel sektör yatırımlarının büyümeye katkısı eksi değer almış, inşaat sektörü ise durma noktasına gelmiştir. AVM ekonomisi suni nefesle ayakta tutulmaya çalışılmaktadır.

Fikret Başkaya
Özgur Üniversite

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version