Ana Sayfa Felsefe Fetih Tanrısı ya da Hayvan Leşçiliğinin Sahiplenme Anlayışıyla Aşılması

Fetih Tanrısı ya da Hayvan Leşçiliğinin Sahiplenme Anlayışıyla Aşılması

Hiçbir hükümranlık milyonlarca insanı yönetecek kadar güçlü değildir; tabii eğer dinden ya da kölelikten -veya her ikisinden birden- destek almıyorsa… [Joseph de Maistre, Du pape]

Sahiplenmek, başkalarını mülksüzleştirmektir

Demografik büyümeye ve iklim değişikliklerine karşı koyamayan, durgun haldeki toplayıcı bir ekonominin ardından gelen “neolitik devrim”, elbette ki inkâr edilemez avantajlar sayesinde yayılmıştır. Doğanın saldırganca fethi, topraktan ve toprak altından çıkartılan fazlalıkların mübadelesi ve teknik icatların gelişimiyle hammaddenin işlenmesi, o zamana dek küçük göçebe toplulukların teminatı olmuş topluluk kaynaklarında yaşanan kıtlık tehdidine etkin bir cevap veriyordu.

Tahıl ambarları, kolektif azık sağlayan verimli tarlalar, teknik gelişim, mal dolaşımı, daha rahat koşullar sağlanması yeni uygarlığın mükemmelliğini kolaylıkla kanıtlamış olabilirdi, ama savaşların, yok edilen hasadın, yersiz yere kışkırtılan açlıkların, bir avuç kişinin yararına çoğunluğun köleliğinin son derece aşırı bir şekilde kaçınılmazlaşması bu umutları anında dengelemiş oldu; üstüne üstlük doğadan sökülüp alınan kaynakların fiyatları ya da ticari değerleri onları yaşamı dert etmeyen ve yaşam için kullanılmayan soyut zenginliğe dönüştürdüğünden, bu kaynakların tükenme riski de cabasıdır.

İlk tarımsal mülkler, buraları işleyenlerin ve geçimlerini buradan sağlayanların etrafında tahkim edilmiş surlar yükseltir. Bu sur onları hem korur hem de hapseder. Sınır öncelikle klanın mülkiyetini belirtir, ardından kabilenin, sonra da site devletin. Bunun ötesinde kimseye ait olmayan ülke başlar, vahşi haldeki doğanın ülkesi; artık bolluğun ve toplayıcılığın şiirsel ilişkisiyle değil, sömürüye dayalı çalışmanın şiddetine içkin bir düşmanlık ilişkisi dolayısıyla algılanan bir doğa.

Yeryüzü doğasına yönelik şiddet, aynı zamanda insan doğasına da zarar verir ve birbirini izleyen insanlıkdışı uzun sekanslar boyunca yankılanır.
Başlangıçta tarlalarda çalışma, taşla, madenle çalışma kolektif yaşam ve geçinme tarzlarını zenginleştirse de, sahiplenme halini almış bir leşçilikte ayak diremede ve değişim değeri kullanım değerine baskın çıkan nesnelerin metaya dönüşümünde genelleşmiş bir yabancılaşmanın ilkesi görülür. Toplumlara yavaş yavaş dayatılan hiyerarşik yapı ile temel gereksinim mallarının fiyatlarını yükseltmek için bunlarda kıtlık yaratan spekülasyona başvuru bu durumun somutlaşmış halidir.

İlkel toplulukların dayanışması böyle parçalanır; herkes kendinden koparılmıştır, çoğunluk küçük bir azınlığın yararına kendi emeğinin ürününden yoksun kalmıştır; bu azınlık da özlem duyabileceği hazlardan yoksundur.
Sahiplenmek, başkalarını mülksüzleştirmektir, kendini de varlıkların ve şeylerin hazzından yoksun bırakmaktır. Böylece site devletin hudutları içinde kendinden ve kendi olmayandan nefret kök salar. Doğa karşısında hissedilen korku, nefret ve anlayışsızlık karışımı, kişinin yakınındaki varlıklara da –eş, çocuk, hayvan, bitki– benzer şekilde zarar verir.
Ekonomileşmiş insan –homo economicus– kendi içinde dişi, çocuk, hayvan, yaşam olarak ne kalmışsa onu ekonomileştirmeye yönelir. Bu, metanın kurumuş ağacında çarmıha gerilmiş ve kendi çektiği işkenceyi görevin ve kurtuluşun yolu yapan erkeğin saçma zaferidir.

İster kolektif olsun, ister özel, doğayı nesneye dönüştürerek ona tecavüz eden sahiplenme eylemi, yalnızca hayvanlar âlemine özgü leşçilik içgüdüsünün tinselleşmiş biçimi olmakla kalmaz, herkesin hem herkese hem de kendine karşı sürdürdüğü bir savaşa da varır – çünkü aynı zamanda tin, hayvanlığı libidinal doyum özgürlüğü olarak görüp bastırır. Ve bu savaş bütün dinlerin kutsal savaşıdır, çünkü kendi kurgusal birliğini, parçalanmış, zayıf düşmüş, darmadağın olmuş, kendi çölünün ortasından seslenen –ex deserto clamans– insan üzerinde temellendirir.

Mit, tarım toplumunu yalancı gerçekliğine çimentolar. Din, dünya algısının sınırlarını kendi surlarının boyutlarına indirgeyen koruyucu ve baskıcı bir siper gibi hareket eder. Ein Festburg ist unser Gott! Tanrı’mız bir kaledir!
Kâr ve iktidar alanının yönettiği çalışmanın insanın kendisinden ve dünyadan haz almayı engellediği yüzyıllar boyunca din bu yasağı kutsamaktadır, çünkü tanrılar bu din sayesinde mutsuzluğun hüküm sürmesini sağlamakta ve bu acıyı dindirmenin gücünü ellerinde tutmaktadırlar; laneti ve kurtuluşu din sayesinde düzenlerler, ruhları ezerler, “tohumlar kralı”nın, yeni doğmuş bebeğin, kuzunun, komünyon törenlerinin kurbanını din aracılığıyla kabul ederler.

Doğa’yı onurlandırma kisvesi altında, onu hızla çoğalan ve kendi kendini yok eden bir kaos olarak algılayan ve eşi benzeri olmayan gaddarlıktaki öldürme törenleriyle kutsayan orji tarzı ve Diyonizyak ibadetlerden başlamak üzere, istisnasız bütün dinlere içkin olan doğa-karşıtlığının, antiphysis’in temeli budur.
Sahiplenme hazzın yerine geçer, iktidar da varolma erkinin yerini alır. Var olmanın hazzı yerini sahip olmanın kaygı verici açgözlülüğüne bırakır. Fetih Tanrı’sı savaşçılara, din adamlarına, efendilere ve kölelere ihtiyaç duyar; onun insan varlıklarına ihtiyacı yoktur.
Mekanikleşmiş Bedenin Bölünmesi,
Birleştirici Mitin Kurucu Anlamda Kurban Edilmesidir.

Raoul Vaneigem
Fransızcadan Çeviri: Işık Ergüden

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version