Ana Sayfa Edebiyat EZİLENLERİN PEDAGOJİSİ KİTABININ YAZARI PAULO FREIRE İLE SÖYLEŞİ

EZİLENLERİN PEDAGOJİSİ KİTABININ YAZARI PAULO FREIRE İLE SÖYLEŞİ

“Ezilenler ancak ezildiklerinin ve kendi güçlerinin farkına vardıklarında, özgürleşme sürecine girer ve kendilerine inanmaya başlar.”

ELEŞTİREL PEDAGOJİ HAKKINDA YENİDEN DÜŞÜNMEK:

Macedo : Yetişkinlerin okuma yazma öğrenmesini, özellikle de ezilenlerin eğitilmesini sürekli bir uğraş edinmeye sizi hangi etkenler yöneltti?

Freire: Genç yaşlarımdan beri, eğitim uygulamalarına son derece yoğun ilgi duydum. Genç bir adamken,’ bir lisede Portekiz dili öğretmenliği görevini kabul etmiştim. Portekizce söz dizimini öğretmek ve öğrenmek beni büyülüyordu. Elbette ki o dönemde ailelerinin hali vakti gayet yerinde öğrencilerin öğretmenliğini yapıyordum.

Portekiz dili ve özelde de Portekizce sözdizimi çalışmaya duyduğum ilgi, dilbilim, dilbilgisi ve dil felsefesi alanlarındaki belirli okumalarla birlikte beni genel iletişim kuramlarına yöneltti. Ben özellikle anlam, dilsel işaretler ve birbiriyle konuşan özneler arasında gerçek bir iletişim gerçekleşmesi için dilsel işaretlerin kolay anlaşılabilir olması ihtiyacı konularıyla ilgiliydim. On dokuzumdan yirmi iki yaşıma kadar bu konular benim başlıca entelektüel uğraşlarımdı. Bir başka önemli etki de karım Elza’dır. (Şimdi yedi torunumuz var.) Elza beni olağanüstü etkilemiştir.

Böylece, dilsel çalışmalarım ve Elza’yla tanışmam beni pedagojiye yöneltti. Tarihsel, kültürel ve felsefi düşüncelerin yanı sıra belirli pedagojik fikirler de geliştirmeye başladım. Ama, bu fikirleri geliştirirken, çocukluğumun geçtiği yerin, Kuzeydoğu Brezilya’nın gayet dramatik ve meydan okuyan sosyal gerçeklikleriyle yüzleşmek zorundaydım. Ailemin ekonomik durumu yüzünden son derece zor bir çocukluk dönemi geçirmiştim. Şimdi işçilerle, tarım işçileriyle ve balıkçılarla çalışan genç bir adam olarak sosyal sınıflar arasındaki farklılıkların bir kez daha farkına vardım.

Çocukken işçi sınıfı çocukları ve tarım işçileriyle birlikteydim. Bir yetişkin olarak yine yetişkin işçiler, tarım işçileri ve balıkçılarla birlikteydim. Bu yeni karşılaşma pek az naifti ve beni, pedagojik araştırmayla daha derinden uğraşmaya duyduğum kişisel ihtiyacı kavramaya herhangi bir kitaptan çok daha fazla yöneltti. içinde bulunduğum eğitim uygulaması hakkında yetişkinlerden öğrenme konusunda beni motive etti.

Brezilya’da okuma -yazma bilmeyenlerin oranı son derece yüksek düzeyini sürdürdüğü için okuma yazma meselesini çok önemli buluyordum. Üstelik erkeklerin ve kadınların okuyup yazamaması bana gayet haksız görünüyordu. Okuma yazma bilmemenin içinde taşıdığı adaletsizliğin daha ciddi anlamları da vardır; okuma yazma bilmeyen-lerin,kendileri için karar vermekten, oy kullanmaktan ve siyasi sürece katılmaktan aciz olmaları bakımından kısırlaştırılması gibi. Bu bana saçma görünüyor. Okuma yazma bilmemek, kendisi için en iyi olanı seçmeyi ve en iyi (ya da en az kötü) önderleri seçmeyi sağlayan sağduyuyu önlemez.

Bu adaletsizliklerin beni de etkilediğini gayet iyi hatırlıyorum, bu adaletsizlikler düşünmelerim ve çalışmalarım sırasında pekçok zamanımı aldı. Bir gün, yetişkin eğitimi alanında dikkate değer tecrübelerden sonra, insanların içinde bulundukları gerçekliğe bakışları (ama benim bakış açım değil) hakkındaki münakaşalar ve tartışmalar yoluyla okul ve çocuklara ilişkin, ana babalar ve öğretmenler arasında yürüttüğüm toplantılarla ilgili bir dizi teknik geliştirdim. Brezilya’da buna ana baba ve öğretmen gruplan denir. Uzarı bir süre bu yüz yüze gelmelerde geliştirdiğim teknikleri ilerletme üzerinde yoğunlaştım; bu toplantıları neyin gerçek ve somut olduğu hakkında eleştirel düşünme forumları olarak görmeye çalıştım. Bu uğraşıyı uzun süre hiçbir şeyi yazıya dökmeden sürdürdüm (bu benim kültürümün sözel niteliğini yansıtıyor). Sonra sormaya başladım. Niçin, disiplin gibi kimi konulan münakaşa ederken kullanmış ve kullanmakta olduğum ilkeleri, eleştirel bakışı ve pedagojiyi izleyen bir şey olmasın ki? Disiplin nedir? Özgürlük ve otorite arasındaki ilişki nedir? Babanın otoritesi ve çocuğun özgürlüğü arasındaki ilişki nedir? Çocuklar1 niçin ezberden cümleler okuyup, alfabenin harflerini deneyerek bulmasınlar? Gerçekte, cümleyi bir hareket noktası olarak kullanarak, bir bütün olarak kelimenin tümlüğüyle başlamalıdırlar, yoksa bir harf simgesiyle, en küçük birimle değil. Şunu sordum; yetişkin öğrencilerimle konuştuğum zaman sözkonusu ettiğim temalar hakkında neden yazılmasın? Azgelişmişlik nedir? Milliyetçilik nedir? Demokrasi nedir? İnsanlara kelimeleri okumaları öğretilirken de niçin aynı şey yapılmasın ki?

PAULO FREIRE VE “EZİLENLERİN PEDAGOJİSİ” KİTABI ÜZERİNE – AYŞE KAYGUSUZ

Bir kez formüle ettikten sonra, bir öğretme yöntemi bulana kadar bu temaları araştırdım. Bana bu soruyu sormanız önemli, çünkü Kuzey Amerikalı okuyucunun benim pedagojik düşüncemin gelişimiyle ilgili herhangi bir bilgisi olduğunu sanmıyorum.

Macedo: Tarım işçileriyle yeniden karşılaşmanızı anlatırken, onlardan pekçok şey öğrenmemiz gerektiği nosyonundan söz ettiğiniz. Bu öğrenme sürecini daha ayrıntılı olarak tartışır mıydınız?

Freire: Tarım işçilerinden elbette ki öğrenecek pekçok şeyimiz var. Tarım işçilerinden söz ettiğim zaman, vurguladığım şey, ötekilerden öğrenmemiz gereği idi, genelde öğrenenlerden öğrenmemiz gereği. Sürekli olarak vurgulamaktayım, tarım işçilerinden öğrenmeliyiz çünkü onları benim eğitim uygulamamın belirli bir anında öğrenenler olarak görüyorum. Öğretmenliğini yaptığımız öğrencilerden pekçok şey öğrenebiliriz. Bunun olması için, öğretmenin her şeyi bildiği ve öğrencinin hiçbir şey bilmediği monoton, sıkıcı ve elitist gelenekçiliği aşmamız şarttır. Açıktır ki, öğrencilerimizden (ister tarım işçisi, ister kentli işçi, ister lisansüstü öğrenci olsunlar) öğrenmemiz gereğini tanırken, öğrenci ve öğretmenin bir ve aynı olmadığını da göz ardı etmemeliyiz. Ben bunu söylemiyorum. Yani, eğitimci ve öğrenci arasında bir fark vardır. Bu genel bir farktır. Bu genellikle bir kuşak farkıdır da.

Bu konu, yine siyasidir. Bana göre aynı zamanda ideolojiktir de. Eğitimci ve öğrenci arasındaki fark, her şeyden önce kuram ve uygulama, otorite ve özgürlük ve belki dün ve bugün arasında varolan gerilimle aynı olan belirli ve sürekli bir gerilimle ilgili bir olgudur.

Eğitimciler bu gerilimin ve bu farkın bilincinde oldukları zaman, bu farklılıkların uzlaşmaz hale gelmemesi için sürekli tetikte olmalıdırlar. Yapmamız gereken şey, her bir günü öğrenenlerle yaşamak ve aramızdaki bu gerilimle -uzlaştırılabilir olan bu gerilimle- başa çıkmaktır. Bu durumu uzlaşmaz değil de uzlaştırılabilir olarak tanımak, bize elitist ve otoriteryen değil de demokratik eğitimci niteliği verir.

Ne kadar eleştirel yaşarsak (bu Giroux’cu anlamda radikal bir pedagoji diyeceğim şeydir) radikal ve eleştirel bir eğitim uygulamasını o kadar içselleştiririz, öğretme ve öğrenmeyi birbirinden ayırmanın im, kâıısızlığını o kadar fark ederiz.

Ben, bilginin nesnesinin, bir iyelik olmaktan ziyade, bilinebilir bir özne haline geldiği gerçek bir öğrenme durumunda ötekilerle birlikte olabilirim. Bu tip bir durum bilebilen öznelere eğitimcilere ve öğrenenlere aracılık eder. Eğitimci ve öğrenen birbiri hakında bilgi sahibi değilse ve eğer bir diğerine öğretmiyorsa bu somut ilişkiyi yaşamaları ve değerlendirmeleri imkIDısızdır.

Bu düşünce çizgisi boyunca ben genel olarak ve kategorik olarak (değilse ve eğer bir diğerine öğretmiyorsa) bu somut ilişkiyi birisinden, kategorik olarak tarım işçilerinden öğrenmemiz gerektiğini savunuyorum. Eğer üniversitedeki öğrencilerinden hiçbir şey öğrenmeye ihtiyaçları olmadığına inanan öğretmenler varsa, bunların bir tarım işçisinden öğrenmek konusunda ne söyleyeceklerini tasavvur edebilirsiniz. Bunların elitizmi onları tarım işçilerinden ve işçilerden öylesine uzaklaştırır ki sıklıkla benim bu konudaki görüşlerimi epeyce demagojik veya cahilce bulurlar. Fakat değildir. Kısaca, bilme sürecinin sıkı bir kavranışının onu bir sosyal süreç olarak gördüğünü, (toplam süreçten ayrılmış bireysel bir andan ibaret değil), öğretmek ile öğrenmenin birbirinden ayrılmasının imkânsız olduğunu düşünüyorum.

Macedo: Çoğu kez statükonun dışında yer alan bir düşünür olarak algılanıyorsunuz. Sistemden kopma, düşüncenizi daha yaratıcı ve eleştirel kılıyor mu?

Freire: Bir ayağımı sistemin içinde öteki ayağımıysa sistemin dışında tutarak düşünmeye ve öğretmeye çalışıyorum. Elbette ki , eğer sistem varolmaya devam ediyorsa sistemin tamamen dışında olamam. Ancak sistemin kendisi dönüştürülebilseydi o zaman tamamen sistemin dışında olabilirdim. Fakat sistem zaten kendi kendine bir dönüşüm halinde olduğu için bir türlü dönüştürülmez. Böylelikle etkili olmak için, sistemin kenarlarında yaşayamam. İçinde olmalıyım. Doğal olarak, bu belirli bir ikililik doğuruyor, sadece benim için değil, siz, Giroux, Carnoy ve Berthoff gibi kişiler için de. Bu hiç kimsenin kaçamayacağı bir ikilik; siyasi varlıklar olarak var oluşumuzun bir parçası olan bir ikilik.

Bu ikiliğin doğası nedir? Taktik bakımdan, hepimizin bir ayağı sistemin içinde; ve stratejik olarak hepmizin öbür ayağı sistemin dışında. Yani, benim rüyamın ve hedefimin bakış açısından, ben, stratejik olarak öteki ayağımı çekmeye çalışan sistemin dışındayım! Ve bu öbür ayağımla, elbette ki sistemin içindeyim.

Bu ikililik sıklıkla risklidir. Bu da pekçok kişinin niçin her iki ayağını da sistemin içinde tuttuğunu açıklar. Zaman zaman sağ ayaklarını yavaşça dışarı basmaya çalışan fakat hemen akabinde korkularına yenilen kişiler tanırım. Dışarı adım atan ve cezalandırılan öteki kişileri görür onlar. Sağ ayağıyla sımsıkı dışarı bastığı için hizmet süresi yakılan Giroux’nun durumu buna örnektir. Sistemin dışında olmaya çalışan (ve hatta bunu ilan etmiş olan) pekçok kişinin Giroux’nun mihnet-li tecrübesini öğrendikten sonra geri çekildiğinden ve her iki ayağını da içeri bastığından kuşku duymuyorum. Bu kişiler kendi ikililiklerini çözmüşlerdir. Onlar geleneksel bir tavrı kabul etmişlerdir. Ben Giro-ux’yu seviyorum ve ona hayranım, çünkü sağ ayağını dışarıda tutmayı sürdürüyor!

Macedo: Öznellik ve eğitim siyasası ilişkisinden sözetmiştiniz. Bu temayı biraz daha açar mısınız?

Freire: Öznellik ile ilgili konular genelde kuram ve uygulama ve varoluşla ilgili konulara benzer. Bunlar zaman boyunca felsefi düşünceye dokunan konulardır. Belirli bir şekilde bu konular öznellik üzerinde etki eden bilinci nasıl gördüğün bakımından iş görürler. Hegel öncesi veya Hegelci olabilecek bir idealizme düşme olasılığı var, burada nesnelliği yaratma gücüne sahipsiniz. Ayrıca öznelliğin sadece bir soyutlamadan ibaret olduğu, nesnelliğin bir kopyası olduğu şeklindeki uzlaşmazcı görüşe de düşebilirsiniz. Yani Marx bu idealist meşguliyetlerde büyük bir sıçrayış yapar. Fakat ben Marksist bayrak altındaki pekçok kişinin, zaman zaman alaycı bir şekilde özgürleştirici kadercilik dediğim bir kaderciliğe bağlı mekanik açıklamaları benimsediklerine inanıyorum. Bu tarihe verilmiş bir özgürlüktür. Bu nedenle özgürleşmeyi getirmek için herhangi bir çaba harcamak şart değildir. Ne olursa olsun özgürlük gelecektir. Ben bu kaderciliğe inanmıyorum elbette ki. Kendime her iki tip öznelciliğe de düşme izni veremem: Ne tarihi belirleyene ne de benim özgürleştirici kadercilik dediğim öznelciliğe.

Tamamiyle yanılabilirdim fakat Marksist eleştirel bakış açısı iÇinde bile, öznelliğin tarihteki rolünün kavranması sorunu yüzyılın sonuna kadar kıyasıya yüzleşmek zorunda olduğumuz bir etken, gerçek bir problemdir. Öznellik, özgürlük, dünyanın yeniden kurulması ve devrim problemleriyle bağlanülıdır, bir devrim öznelliği devredışı bırakmak veya hiç değilse kurallaştırmak zorundadır öyle ki nesnel düşünmenin tasarımlarını izlesin. Doğrusu bana epistemolojik olarak kavranamaz görünüyor. Kaldı ki, bana göre, bu yüzyılın sonuna kadar bütün bu konuların artık tamamen yoluna koyulması zorunludur -sosyal hareketlerin rolü ve iktidar konuları gibi problemlerin. Ben. tarihin oluşturulmasında öznellik ve bilinçle son derece ilgili olduğum ve bunların rolünü hayati gördüğüm için artık toplumu dönüştürürken önemli görevin iktidarı ele geçirmek değil, iktidarı yeniden keşfetmek olduğunu düşünüyorum. İdealist bir bakışa veya tarihin mekanik bir açıklamasına düşmeksizin, eğitimin (ki dönüşüm için bir araç değildir) iktidarın yeniden keşfiyle pekçok şey yapacağını düşünüyorum. Bu yüzyılın düşünürleri, eğitimcileri ve Giroux gibi akademisyenlerinin ortaya koyacakları büyük bir işlev var. Sembolik olarak Giroux diyorum yoksa Giroux’nun kuşağından çok sayıda başka eğitimciyi de kastediyorum, Camoy gibi ekonomistleri mesela, Carnoy kendisinden öncekilerin pek az diyalektik olan düşüncesini aşmaya girişmiştir. Günümüzde Camoy sorunuzu yanıtlarken söz ettiğim görüşleri daha daha ileri götürüyor. Ayrıca Agnes Heller’ın, Lukacs’ın eski bir öğrencisinin kitaplarında da aynı konuları bulacaksınız. Bu konular bakımından ben, çok fazla katkıda bulunduğumu sanmıyorum, bunu söylemek sahte bir alçakgönüllülük değil, üzüntü duyuyorum. Ne var ki bu konuların daha fazla kavranmasına katkıda bulunmaya çalışmayı sürdüreceğim.

Macedo: Düşüncenizin ve eğitim uygulamanızın siyasi sonuçları nelerdir?

Freire: Genç bir adam olarak eğitim uygulamalarıma başladığım zaman, bunun potansiyel siyasi sonuçlarının farkında değildim. Siyasi içerikleri hakkında pek az düşünmüştüm, düşüncemin ve uygulama” mm siyasi niteliği hakkında işe daha az düşünmüş durumdaydım. Bu düşüncelerin siyasi netliği vardı ve bu bir gerçekliktir. Eğitimin siyasi yapısı eğitimcinin öznelliğinden bağımsızdır yani, eğer eğitimci asla tarafsız olmayan bu siyasi yapının bilincinde ise bağımsızdır. Bir eğitimci sonunda bunu anladığı zaman siyasi ayrıntılardan artık asla kaçamaz. Bir eğitimci kendisine, içkin olarak siyasi olan seçimler hakkında soru sormak zorundadır, varolan yapı içinde onları kabul edilebilir kılmak için pedagoji kisvesinde olsalar bile. Böylelikle seçimler yapmak en önemli şeydir. Eğitimciler kendilerine kim için ve kim adına çalıştıklarını sormak zorundadırlar. Ne kadar bilinçli ve inançlı olurlarsa, eğitimci olarak rollerinin, mesleklerini tehlikeye atma iradesi de dahil risklere girmeyi gerektirdiğini o anlarlar. İşlerini, eleştirmeden, sadece mesleklerini korumak için yapan eğitimciler henüz eğitimin siyasi niteliğini kavramamışlardır. !

Recife’de yetişkin eğitimi işinde çalıştığım ilk günün gecesini gayet iyi hatırlıyorum. Eve gittiğimde Elza bana “Nasıl gitti?” diye sordu. Ve ona şöyle dedim “Elza, sanırım bugün gördüğüm şeyi, bugün yaşadığım şeyi, iki ya da üç yıl sonra pekçok kişi bana soracak, ‘bu ne Paulo?’ diye. Fakat muhtemelen ben hapse atılmış olacağım. Ve hapse atılma olasılığımın daha yüksek olduğunu düşünüyorum.” Gerçekte üç değil dört yıl sonra tutuklandım.

Bu dönemde henüz eğitimin siyasi niteliği hakkında kafam tamamen berrak değildi ve ilk kitabım olan Eğitim için Eleştirel Bilinç’te bu siyasi netlik yoksunluğu açıkça görülür. Mesela, bu ilk kitapta siyasete değinememiştim bile. Yine de, çalışmalarımın belirli bir anını temsil ettiği için bu kitaptan yararlanmayı sürdürdüm. (Elbette ki, ben, kabaca söylersek, yazdığım son kitap değilim. Bütün kitaplarım düşüncemdeki gelişmenin aşamalarını ortaya koyarlar.) Fakat bu kitap ikinci ve üçüncü kitaplarımda aştığımı düşündüğüm naif varsayımlar içeriyor. Düşüncemin ve arayışımın tümü bir siyasi çerçevenin bir parçasıydı ve hâlâ da öyledir, bu çerçeve olmaksızın çabalarım abes olurdu.

Macedo: Tutuklandığınızdan söz ettiniz. Tutukluluk deneyiminiz

nedir?

Freire: 1964’te Brezilya’da darbeden sonra kısa bir süre tutuklandım. Gerçekte çok daha uzun süre tutuklanan pekçok kişi vardı. Sürgünden önce iki kere tutuklandım, bunların toplamı 75 gündür.

Mazoşist değilim ama bu benim için ilginç bir deneyimdi. Acı çekmekten hoşlanmıyorum ve kesinlikle bunu tekrar yaşamak hoşuma gitmez. Fakat tutukluluk süresinden, olan bitenler hakkında düşünerek yararlandım. Bu günler bir öğrenme deneyimiydi. Elbette ki, eğitimin siyasi niteliği yüzünden tutuklanmıştım. Şimdi “Paulo, yetişkin eğitimiyle ilgili başkaları da vardı ve onlar tutuklanmadılar” diyebilirsi-niz.Yanıtım onların siyasi olmadığı olabilirdi. Aynca onların siyasi olduklarını da söyleyebilirim. Tek fark onların siyasasının egemen sınıfın çıkarlarını zedeleyecek ölçüde ilerlemediğidir. Asıl fark budur. Tarafsız eğitimci yoktur. Biz eğitimcilerin bilmesi gereken şey, kimin yararına bir siyasi felsefe tipini benimsediğimiz ve kimin yararına ça-lıştığımızdır. Şükür ki, benim siyasi fikirlerim egemen sınıfın çıkarlarının yararına değildi ve böyle olmamayı da sürdürüyor.

Macedo: 75 günden sonra sürgün mü edildiniz?

Freire: Hapisteki 75 günden sonra daha ileri sorgulama için Rio de Janeiro’ya götürüldüm. Ve orada bana gazeteler aracılığıyla tekrar hapsedileceğim söylendi. Arkadaşlarım ve ailem beni, Brezilya’da kalmanın abes olacağına ikna ettiler. Böylece Şili’ye sürgüne gittim ve sonra ABD’ye geldim. Buradan Avrupa’ya geçtim. Toplam olarak sürgünde 16 yıl geçirdim.

Macedo: Sürgündeki deneyimleriniz eleştirel ve pedagojik düşüncenizin daha da gelişmesine herhangi bir etki yaptı mı ?

Freire: Hiç kimse sürgünde huzur içinde olmaz. Bir kere hiç kimse sürgüne kendi seçimiyle gitmez. İkincisi hiç kinıse, üzerinde kuvvetle iz bırakmayan bir sürgün dönemi geçiremez. Sürgün sizi varoluşsal biçimde etkiler. Bir varlık olarak sizi kuşatır. Sizi fiziksel ve zihinsel olarak sarsar. Sürgün, erdemlerinizi ve hatalarınızı büyütür. İşte sürgünün bana yaptığı budur.

Sürgündeyken, öğrenmeyle hakikaten ilgilendiğimi anlamıştım. Sürgünde öğrendiğim şey, bu kitapta tüm okuyuculara anlattığım şeydir: Her bir gün dünyaya açık ol, düşünmeye hazır ol; söyleneni sada-ce söylendiği için kabul etmeye hazır olma, okuduğunu yeniden okumaya eğilimli ol. Her bir gün sorgula, sor ve kuşku duy. Sanırım en gerekli olanı kuşku duymaktır. Emin olmamanın, yani, “kesinlikler”den fazlasıyla emin olmamanın hep gerektiğini düşünüyorum. Benim sürgünüm, uzun bir sürekli öğrenme dönemiydi.

Ben gençliğimden beri öğrenmeyle ilgili olduğum için, kendimi belirli mekânlarda (Şili, Cambridge, Cenevre ve La Paz) bir sürgün döneminde bulunca, düşünmeye ve kendimi sorgulamaya başladım, böylece bu yerlere ve sürgün dönemine büyük bir öğretmen muamelesi yapmış oldum.

Sürgünün bana öğrettiği ilk derslerden biri., öteki kültürler hakkında değer yargıları oluşturamayacağını ve oluşturmamam gerektiğiydi. Biz Brezilyalıların kendimize özgü bir stilimiz var: Caddede yürüme şekli, bir köşeyi dönme şekli, tipik ifadeler, mimikler vs. Elbette ki bizim tarzımız herhangi bir başka tarzdan ne daha iyi ne de kötü.

Şili’de ben, bir Brezilyalı olarak belirli durumlarda farklı şekilde tepki gösterdiğimi öğrendim.

Gençliğimden beri farklı kültürlere açık oldum ve bu açıklık duygusu benim bir öğretmen ve eğitimci olarak pekçok şey öğrenmeme yardım etti ve benim fikirlerimi, ki ille de öteki kültürlere aktarılabilir olmaları gerekmez, düşünmeme ve yeniden düşünmeme yardım etti. Mesela, Şili’deki çalışmamın ilk ayından sonra birkaç şey daha açık hale geldi. Şilililer , -ben değil- kendi eğitim biçimlerini tasarlamalı ve gerçekleştirmeliydiler. İkincisi ben onlara yapabildiğim ölçüde yardım etmeliydim. Üçüncüsü onlara ancak onları daha iyi anlamaya başladığım takdirde yardım edebileceğimi öğrendim. Ve onların kültürünü ve tarihini kavramaksızın onları daha iyi anlayamazdım.

Bu benim için büyük bir öğrenme deneyimiydi, ve Gine-Bissau’ya, Yeşil Burun Adaları’na, Angola’ya ve Sao Tome ve Principe’ye davet edildiğim zaman Afrika’da daha huzurlu bir zihin ve daha eleştirel bir yaklaşım şeklinde tekrarlandı. Bu yerleri ısmarlama bir alçakgönüllülükle ziyaret etmedim, güçlü inançlardan köklü bir şekilde destek alan bir alçakgönüllülük taşıyordum. Ötekilerin kültürleri hakkında öğrenme olarak adlandırdığım görevimin gerçek doğasını, ötekilere geçerli olduğunu düşündüğüm şeyi biraz öğretebilecek kadar öğrenmiştim.

Bana, sürgünün görüşlerimi gözden geçirmeme yardım edip etmediğini sorduğunuzda, bazı ortak örnekler verecektim, kesinlikle ukalalık olarak değil, fakat bu kültürel farklılıkların entelektüel gelişmemin derinleşmesine yaptığı doğrudan etkiyi gösteren örnekler.

Şili’de üç hafta kadar kaldıktan sonra Şilili bir arkadaşla Santiago’da bir caddede yürüyüşe çıktık ve biz yürürken ben tipik bir Brezilyalı davranışıyla elimi onun omzuna koydum. Ansızın rahatsızlık hissetmeye başladı. Bu hoşnutsuzluğunu hissettim ve arkadaşım bana sonunda şöyle dedi “Paulo, omzumda bir erkeğin elini hissetmek hoşuma gitmiyor.” Elimi derhal çektim tabii ki ve bana hissettiklerini bilme şansı tanıdığı için ona teşekkür ettim. Eve döndüğümüz zaman düşündüm “Duygusal bir davranışı reddeden bir kültürde yolunda gitmeyen bir şeyler mi var?”

Sonra, yıllar sonra Afrika’da Tanzanya’yı ziyaret ettim. Bir ders arasında Afrikalı bir profesör ve beni oraya davet eden arkadaşım kampusta yürüyorduk. Yürürken arkadaşım elimi tuttu ve parmaklarını benimkilerin arasına geçirdi, tıpkı üniversitenin bahçesinde gezen âşıklarmışız gibi. Kendimi korkunç kötü hissettim. Kuzeydoğudan bir Brezilyalı olarak ki ağırlıklı olarak machista (maço; ç.n.) bir kültürdür; başka hiçbir şekilde tepki veremezdim. Bir başka erkeğin elimi tutmasını kabul edemezdim. O zamana kadar sadece kadınların elini tutmuştum.

Arkadaşım elini gevşettiği bir an, yakalar da tekrar tutar korkusuyla hızla ellerimi ceplerime soktum. Sonra kendi kendime sordum: “Paulo, duygusal bir davranışı reddeden senin kültüründe yolunda gitmeyen bir şeyler mi var?”

Bu tip şeyler önemsiz gibi görünüyor; fakat kıvır zıvır görünen olayların, gerçekte çok önemli olduklarına, çünkü tüm hayatımızla, kültürümüzle ve insanı öteki hayvanlardan ayırt eden belirleyici özelliklerle bağlantılı olduklarına bu kitabın okuyucularının dikkatini çekmek isterdim. O halde bu kıvır zıvır olaylar bana bir temel sağlarlar ve onları ne kadar çok yaşantılarsam benim, öğrenirken ve düşünürken kendimle teması kaybetmememe o kadar yardım ederler.

Son bir şey daha: Amilcar Cabral’ın çeşitli kültürlere dair olağanüstü idraklerinin beni nasıl etkilediğini tasavvur edemezsiniz. Ayrıca Gramsci de öteki kültürlere yönelttiği sağlam bakışlarıyla beni gayet derinden etkilemiştir.

Macedo: Bir Süreç İçindeki Pedagoji: Gine-Bissau’ya Mektuplar adlı kitabınızda Yeşil Burun Adaları’ndan söz ederken bir kültürün yeniden benimsenmesi nosyonundan söz ediyorsunuz. Amilcar Cabral’ın vurguladığı gibi Portekizceyi, sömürgecinin dilini kullanarak Yeşil Burun Adaları’nı ve Gine-Bissau’yu yeniden Afrikalılaştırmanın mümkün olduğu kanısında mısınız?

Freire: Yeşil Burun Adalıların yeniden Afrikalılaştırılmasından söz 14ttiği zaman Amilcar Cabral kültürel kimlik dediği şeyi de vurgulamıştı. Eğer kültürü parçalanmışsa, kendi kültürü içindeki bir halkı, ki kültürü kimliğidir, Afrikalılaştıramazsınız. Dil, küjtürün en acil, özgün ve somut dışavurumlarından biridir. Böylelikle bana göre Gine-Bissau ve Yeşil Burun Adalan’nın yeniden Afrikalılaştırılması kültürün bir bütün olarak yeniden benimsenmesiyle ilgilidir ve bu da bu insanların dilini de kapsar. “Yeniden benimsenme” diyorum çünkü halkın belirli bir benimsemesi hiçbir zaman varolmaktan çıkmamıştır. Hiçbir sömürgeci, bir halkı, soykırım hariç kültürel olarak gerçekten kısırlaştıramaz. Sömürge süreci yanı sıra, akıl almaz ve diyalektik bir karşı hareket getirir. Yani, halkın sömürgeleştirmeye tepkisini kışkırtmayan hiçbir sömürgeci müdahale yoktur. Ben bu sorunu siyasi ve ideolojik de görüyorum, yoksa sadece dilsel bir sorun olarak görmüyorum. Bu, hükümet ve parti için siyasi kararlar anlamına gelir. Fakat bu siyasi kararlar da ayrıca bir dizi idari ve ekonomik sonuç getirirler.

Öncelikle Yeşil Burun Adaları, Gine – Bissau, Sao Tofee ve Princi-pe ve öteki ülkelerin halklarının sadece sömürgecinin dili olduğu için Portekiz dilinden tamamen kopmalarının aptallık olduğu fikrimi paylaşacağınızı sanıyorum. Portekiz kültürünün olumlu yanlarını tamamen reddetmek (mesela, Portekizce yazan yazarları okumayı reddetmek) saçmalık olur. Bu ülkelerle yeniden bir ilişki kurma sürecinde sabık sömürgeciler Portekizcenin sunabileceği avantajları vurgulayarak yardım etmelidirler. İhtiyaçların ortaya koyduğu sorun, Afrika yerli dillerinin kullanımının, ekonomi, siyaset ve maliye gibi alanlarda dereceli olarak sömürgecinin dilinin yerini alabilecek şekilde nasıl harekete geçirileceği ve nasıl yerleştirileceğidir.

Gerekli tüm eserleri (kitapları, belgeleri, metinleri) bir gecede Cre-ole diline çevirebileceğinizi sanmıyorum. Bu ülkelerin, temel malların akışını durdurmaksızın bun:u yapacak ekonomik temelleri yok. Böyle-ce bu ülkeler bu ikilikle yüz yüze gelmek zorundadırlar. Bu, kültür bakımından en önemli problemlerden biridir, fakat altyapı için hayati olan öteki temel konuların feda edilmesiyle çözülemez.

Bu ülkelerin ilkokulun ilk yıllarından liseye kadar tüm aşamaları Creoleleştirmeleri gerek, ‘ yani insanlar korku duymaksızın ve hiçbir elitist sınırlamayla karşılaşmaksızın kendi yerli dilleriyle kendilerini ifade etmekte kendilerini özgür hissetsinler. Gerçekten de sömürgecinin dilini değil de kendi dillerini konuşmalarının derecesi hakkında kendileri bir karara varacaklardır. Üstelik Yeşil Burun Adaları ve Gine Bissau gibi ülkelerin bir ulusal dil seçmelerinin büyük bir tehlike içerdiğini düşünüyorum. Bu yeni ülkelerin yüz yüze geldikleri siyasi güçlüklerin tümünü de anlıyorum. Bununla birlikte bu güçlükler hiçbir Creole’nin bulunmadığı Angola ve Mozambik’te çok daha büyük. Angola ve Mozambik hükümetleri yerli dillerden birini nasıl ulusal dil olarak seçebilir? Bunu yapmak muhtemelen, kendilerini dilsel olarak söz hakları ellerinden alınmış hissedecek çeşitli etnik gruplar arasında bir kopuş (fitne) anlamına gelirdi. Bu, devrim sürecini bile tehlikeye sokabilirdi. Ne var ki, etnik farklılıkların önünü kesen bir Creole’nin bulunduğu Gine -Bissau ve Yeşil Burun Adaları’nm durumu bu değildir.

Asıl problem, bu ülkelerin teknik, bilimsel ve siyasi düşünme için resmi dil olarak Portekizceyi benimsemeleridir. Yeşil Burun Adalı çocuklar coğrafyayı, tarihi, biyolojiyi, matematiği ve sosyal bilimleri Portekizce öğreniyorlar. Bu, ulusal dilin bir görevi olmalıdır yoksa “resmi” dilin değil. Bu Brezilya’daki öğrencilerimden Brezilya tarihini İngilizce okumalarını istememe benzer. Düşünme yapısının nasıl tecavüze uğrayacağını görebilirsiniz: Yabancı bir konu (İngilizce gibi) bir başka konuyu inceleyecek olan öğrenciye dayaülır. Eğer Yeşil Burun Adalı bir çocuğun Portekiz dilini öğrenmede güçlükleri varsa, Portekizce olarak öteki konuları öğrenmede nasıl güçlükle karşılaşacağını tasavvur edebilirsiniz.

Ben, bu tip siyasanın önümüzdeki birkaç yıl içinde daha gerçekçi olmak zorunda olduğu kanısındayım. Siyasetçiler dil konusunda net olmak zorundalar. Dilin sadece bir iletişim aracı değil, aynca ulusal varlık için bir düşünme yapısı da olduğunu kabul etmeleri gerek. Dil, bir kültürdür.

Sanırım, okuduğum yazılarınızdan çıkardığım kadarıyla bu sizin de görüşünüz Donaldo. Eğer bu ülkeler Portekizceyi, resmi, siyasi ve bilimsel dil olarak kullanmakta ısrarlı olurlarsa, bu konu bir kez daha siyasi bir konu haline gelecek, çünkü Portekiz dili, ideolojisiyle halkın varlığına sızarak tarihi ve bilimsel oluşumu (biçimlenmeyi) belirleyecek. Bunun ötesinde, Portekizceyi kullanmayı sürdürmekte bir başka tehlike daha var: Elitizm. Sömürgeci tarafından eğitilmiş oldukları ve böylece Portekizceyi akıcı konuştukları için sadece politikacılar ve onların çocukları iki dilde de rahattırlar. Eğitim sisteminde sadece iktidar sahibi aileler başarılıydı. Sınavlarda başarılı olan ve iyi notlar alanlar sadece bu ailelerin çocuklarıydı. Bilim ve teknolojiye erişebilenler sadece onlardır. Böylelikle, çocukların büyük kısmı, köylülerin oğullan ve kızlan safdışı bırakılacaktır. Ve yarın iktidarın yeni kuşağı sadece bugünün iktidardaki ailelerinin çocuklarından oluşacaktır.

Bu ayrıca halkın büyük kısmıyla, bugün iktidarda olan ailelerin çocukları, ki bunlar yarın yönetimde olacaklardır, arasına büyük bir sosyal uzaklık koyacaktır. Son tahlilde kültür siyasasının bir boyutu olan dil siyasası kocaman bir devrimci çelişki yaratarak sosyal sınıf farklılıklarım derinleştirecektir.

Paulo Freire
Ezilenlerin Pedagojisi

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version