Ana Sayfa Edebiyat William Shakespeare oyunlarından biri; Hamlet ve oyun üzerine değişik düşünceler

William Shakespeare oyunlarından biri; Hamlet ve oyun üzerine değişik düşünceler

Goethe (1749 – 1832): “Romantik çağın yazıcıları Shakespeare’i, yaratılıştan eşsiz olduğu kadar sanatkârlığında da eşsiz buluyorlar. Hâkim fikir şudur: oyunlarında hiçbir şey tesadüf eseri değildir: Shakespeare duyuşu ile de düşünüşü ile de bütün insanlığı temsil edebilecek kudrette bir filozoftu; zaman kayıtlarına bağlı kalmıyan bir insan ve hayat anlayışı vardı; bize çok şey öğretebilir; Shakespeare bir üstün insandır. Shakespeare, öyle anlaşılıyor ki, Hamlet’te hislerimizin hedefi olan şeylere dikkat etmek ile zihnimizden geçen şeylere fikir yormak arasında bir muvazene -gerçek olan ile hayali olan âlem arasında bir denklik- gözetmenin zaruretini göstermek istemiştir. Hamlet’te bu muvazene bozuluyor; düşünceleri, hayalinin yarattığı şekiller, gerçekten gördüğü şeylere nispetle çok daha canlıdır. Hattâ, gerçekten gördüğü şeyler bile, hemen düşüncelerinin menşurundan geçiyor, geçerken de kendi bünyelerine yabancı bir renk ve şekil alıyor.”

Hamlet (1564-1616)
Şairin babası John Shakespeare, aslı çiftçi olan bir adamdı. 1550 civarında, yakın bir kasabadan göçüp gelerek Stratford’da yerleşti. Anlaşılan her çeşitten mal satan bir bakkal dükkânı işletmeye başladı, kendisinden zaman zaman zahîre tüccarı, deri tüccarı, eldivenci filan diye bahsedilişini böyle izah etmek belki yanlış olmaz. Stratford’da yerleştikten beş altı sene sonra varlıklı bir aileden Mary Arden adlı bir kızla evlendi. İlk iki kızları küçük öldü; William Shakespeare üçüncü çocuklarıdır. Vaftiz kaydının tarihi 26 Nisan 1564 olduğuna göre nisan sonlarında doğmuştur. John Shakespeare’in kasabadaki itibarı gittikçe artıyordu. Belediye meclisine âza olmuştu; hattâ bir ara reis de seçildi. William’dan sonra iki kızı ile üç oğlu daha oldu. Kardeşlerinin hepsi de şairden önce ölmüştür.

William Shakespeare kasaba okuluna gitmiş ise, orada her çocuk gibi o da bir miktar Lâtince öğrenmiştir. Zamanla ziraat işleri bozulmaya başladığı, kasabada birçok yangınlar çıktığı için olacak ki, babasının serveti de itibarı da azalmaya başladı. Borçlandı. Belediye meclisinden de çıkmak zorunda kaldı. William Shakespeare bu yüzden okumaya devam edememiş ve babasının dükkânında çalışmaya başlamış olacaktır. Yakın bir köyden hali vakti yerinde bir çiftçi ailesinin kızı olan, ama kendisinden yedi sekiz yaş büyük bulunan, Anne Hatmaway ile seviştiği sıralarda on sekiz yaşında idi. 1582 kasımında babasına haber vermeden (belki kendi de pek istemeden), kız tarafının zoru ile, başka bir kasabada Anna’ı nikâh etti; 1583 mayısında da bir kızları doğdu. İki sene kadar sonra da ikiz çocukları oldu: kızın adını Judihth koydular, oğlununkini de Hammet. Fakat çok geçmeden William Shakespeare, eyaletin hem hâkimi hem de Parlamentoda temsilcisi olan Sir Thomas Lucy ile, beyin hususi konusunda avlanmak yüzünden, bozuştu. Herhalde Straford’dan ayrılmayı lüzumlu gördüğü muhakkaktır; o hâdiseyi, pek sevmediği karısından uzaklaşmak için bir vesile etmiş olabilir. Bu muhabbetsizlik ömrünün sonuna kadar sürmüş olacaktır; çünkü mirasından karısına bıraka bıraka bir yatak bırakmıştır; hem de en iyisini değil ”ikinci en iyisini!”.

O zaman Londra çeşit çeşit eğlence yerleri ile dillerden düşmiyen bir beldeydi. Fakat, eğlence yerlerinin çoğu belediye nizamlarından kurtulmak için şehir dışında kurulmuştu. Bunlar arasında birçok meyhanelerden başka boğa, horoz, ayı döğüşlerine mahsus sirkler vardı; iki tane de tiyatro işliyordu. Bu uzak yerlere arabayla yahut atla gelinirdi. Kibar kişilerin at uşakları vardı; ama orta hallilerin hususi adamları yoktu, onların hizmetini de çocuklar filân görürdü. Shakespeare de Londra’da belki kendi at tutmak, belki de bu işe koşacak çocuklar kullanmak suretiyle hayata atılmış zannediliyor. Böylece, tiyatroculuk mesleğinin dış kapısından işe başladıktan sonra fırsat buldukça yavaş yavaş içerlerine girmiştir.

O zamanlar oyunculuk hiç de itibarda bir meslek değildi. Hattâ, 1572 yılında, bir asîl konağına kapılanmış olmayanların -ellerinde mahallî hâkimden alınmış vesika yoksa- serserilerle bir tutan kanun çıkarılmıştı. Neyse ki oyuncular bunun çaresini bulmuşlardı: kendilerini bir asilin hizmetinde gösterip onun adı ile tanınırlardı. Ama ondan aylık almak şöyle dursun, gönlünü etmek için, bayramlarda filan konağında oyunlar verirler, geri kalan zamanlar da taşrada kendi hesaplarına oynarlardı. Bu yolla çalışan yüz kadar oyuncu kolundan en tanınmış Leicester Beyinin oyuncularıydı. Bu Bey, Kraliçe Elizabeth’in gözdesi olduğu için, oyuncularına 1574’te Londra’da oynamak iznini aldı. Oyunlar han avlularında veriliyordu. Fakat belediye meclisi çok geçmeden kendini gösterip oyun yüzünden her cins adamla dolan hanların birçok ahlâksızlıklara yol açtığını ileri sürerek halka şehir içinde oyun verilmesini durdurdu. Bunun üzerine, başlarında James Burgage ile Leicester Beyinin oyuncuları da Londra’nın kuzeyinde, hemen sur dışında kendilerine bir bina kurdular; adını “Theatre” koydular. Az sonra da yanlarında Londra’nın ikinci tiyatrosu “Curtain” kuruldu. Öbür taraftan, belediye nizamları, seyircilerden para toplanmamak şartiyle dost meclislerinde hususi maksatlar için oyunlar verilmesine müsaade ettiği için işbilir (Kırallık Kilisesinin koro başısı) Kırallık korosundaki çocuklara Kara Papazlar diye anılan mahallesinde bir hususi tiyatro kurmuştur. Ama kendi öldükten sonra bu iş pek yürümedi, 1582’de de tiyatro büsbütün kapandı. Buna benzer, ikinci bir tiyatro da St. Paul kilisesi yakınlarında kurulmuştu. Oyuncuları St. Paul kilisesinin koro çocuklarıydı; başlarında da öğretmenleri vardı. Bu tiyatrolar küçük, üstü kapalı yerlerdi; oyunlar meşale ışığında verilirdi. Pahalı oldukları için buralara ancak kibarlar giderdi. Asıl halkın rağbet ettiği tiyatrolar şehir dışındakilerdi. Üç kat balkonu ve orta yerinde avlusu bulunan bu değirmi binaların üstü açıktı. Yağmur filân yağarsa avludaki seyircilerin korunmasına imkân yoktu; zaten bu sınıf seyircilerin oturacakları yerleri de olmadığı için ayakta dururlardı. Sade giriş için bir peni verirlerdi. Altı peni verenler sahnenin iki yanında oturabilirdi. Balkonlar localara ayrılmıştı. Bu yerler için adam başına otuz peni alınırdı. Üçüncü balkona giriş iki peniydi. Gerek üçüncü balkonun, gerek avlunun içine doğru uzanan sahnenin üstü saz bir damla örtülüydü.

Shakespeare oyunculuğa başladığı sıralarda Londra’da sekiz on oyuncu kolu, her bir kolda da yirmi kadar oyuncu vardı. şair, tahminlere göre Leicester Beyinin oyuncularına katıldı. O Bey öldükten sonra bütün kol Derby Beyinin oğlu Strange hizmetine girdi. O da öldükten sonra 1593’te Saray Nazırının Adamları adiyle çalışmaya başladı. Shakespeare, sanatında iyi bir oyuncu tanınacak kadar kendini göstermişti; ama hiçbir zaman büyük roller -meselâ kendi kahramanlarını- oynıyacak kadar yükselmedi; onları hep Richard Burbage oynardı. Zamanla oyunculuktan dram yazıcılığına bunun için geçmiş olabilir. Günden güne halktan daha çok rağbet gören tiyatroların da yeni yeni yazıcılara ihtiyaçları vardı. Shakespeare, kumpanyası için eski oyunlar yenilemeye her halde önce başladı. İngiliz tarihinde alınan mevzular alâka görüyor diye Henry VI adı ile tazelediği üç bölük oyun bu mahiyettedir. Tarih bakımından o oyunlarda geçenlerin devamı demek olan Richard III de aynı alâkanın verdiği hızla yazılmış olmak gerektir. Zaten bu çıraklık yıllarının oyunlarında -Henry VI, Titus Andronicus, Yanlışlıklar Komedyası gibi eski bir oyunun yenilenmişi ile karşı karşıya değilsek- günün rağbette oyunlarına benzer oyunlar buluyoruz. Nasıl ki Richard III, Londra seyircilerini Timurlenk gibi oyunlariyle ihtirası gururu ihtişamı büyük olan kahramanlara ve gösterişli hitabelere alıştıran Marlowe örnek edinilerek yazılmış bir oyundur. Yahut teşbihleri, istiareleri, bilgiç sözleri, edalı kişileri ile Lyly örneğinden Aşkın Emeği Boşa Gitti gibi hafif oyunlar çıkıyor.

Ama bu düzenlemecilik, bu özendi devri çok sürmedi. 1594 – 1595 yıllarından başlayarak Richard II, Romeo ile Juliet, Venedikli Tacir gibi oyunlarla Shakespeare yavaş yavaş kendi şahsiyetini göstermeye başladı. Meselâ Richard II mevzuunu yine tarihten almak, yine İngiltere kırallarından birinin hayatını canlandırmakla beraber fırtınalı söz, fırtınalı hareket sevdasına düşmiyen bir oyundur. İkinci Richard’da Shakespeare, vazifesine nispetle kendisi zayıf kalan, duygulu fakat iradesiz kahramanlarının ilk örneğini vermiş oluyor. Bu çekingen ve kendi içine kapanıp düşünmesini seven tip zamanla olgunluğunu Hamlet’te bulacaktır. Venedikli Tacir için kullanılan hikâyeler birden fazladır. Alacağına karşılık borçlusundan bir kilo et kesmeye kalkan, fakat “Et hakkındır, ancak anlaşmamızda olmadığı için kan akıtamazsın; hem bir kilodan bir gram fazla kesemezsin!” demek akıllılığını gösteren bir hakime yenilen yahudinin hikâyesi o zamanlar halk arasında tekrarlanıp duran bir destandı. Vasiyetinde, kızını alacak kocanın, altın gümüş ve kurşun üç mahfazadan hangisi içinde kızının resmi olduğunu kestirmesini şart koşan baba ve o öldükten sonra kızının başından geçenler ayrı bir hikaye idi. Kocalarına birer yüzük verip sonra kendileri erkek kıyafetine girerek bu yüzükleri hile ile tekrar ele geçiren kocasının vefasızlığı ile alay eden iki genç kadının hikayesi ise büsbütün ayrı bir hikâye. Ama Shakespeare kendi hırslarından başka kanun tanımıyan bütün sakatlıkları düzeltebilen Portia tezadını ortaya koyarken o hikâyelerin hepsini birbiriyle karıştırıyor. İngiltere tarihinin büyük günlerini anan tarihî oyunları Henry IV ile Henry V de bu sıralarda yazıldı.

Tarihlerden, İngiliz kahramanlığı üzerine en gururla duranı, Henry V muhakkak ki halk kahramanı Essex Beyinin (sonradan muvaffakıyetsizliğe uğrıyan) İrlânda seferiyle alâkalıdır; zaten beşinci perdenin başında buna bir telmih de vardır. Henry IV dramında yarattığı zevk düşkünü, içki düşkünü, korkak şişman Falstaff, söylediğine göre, Kıraliçe’nin o kadar hoşuna gitmiş ki, onu bir kere de âşık olur görmek istemiş. Bunun üzerine şair de Falstaff’ın, yaşına başına bakmadan kadın peşine düşünce nasıl onların maskarası olduğunu gösteren Winsdor’lu Şen Kadınlar komedyasını yazmış. Herhalde şairin Falstaff, hâkim Shallow gibi tipleri daha o tarihlerde halkın diline ve hâfızasında yer etmişti. Ama, sonraları eserlerine bakarak anlıyoruz ki, Shakespeare henüz o zaman tam olgunluğa erişmemiş. Ortaya koydukları güzel dramlardır: mevzularının ana hatlarından başka her şeyi sanatkâr kendi düşünüp bulmuştur; zevk ve alâka ile seyrediliyor; yer yer insanı düşündürüyor; hayatın aydınlık sevimli tarafları iyi aksettirilmiş; nazmı (bütün eserlerinde kullandığı on on bir hecelik kafiyesiz nâzım) mısra sonunda soluksuz tıkanıp kalmıyor, akıcılık kazanmıştır. Fakat insanı ergin insan, sanat eserini olgun eser haline getiren ıstırap ve çile henüz gereğince işlenmemiştir. Ancak Venedik’li Tacir’de Shylock, Beğendiğiniz Gibi’de Jaques, Julius Caesar’da Brutus zaman zaman bu hayat derinliğini sezer görünüyorlar. Bununla beraber, 1595 ile 1600 arasında ortaya konan bu eserler, daha o zaman sanatkârları çağdaşlarının başına geçirecek kadar yeni ve değerli bulunmuş olacak ki, 1598 de, günün ahlâk ve edebiyat meseleleri üzerine bir kitap çıkaran Frances Meres, İngiliz şairlerini Yunan, Lâtin ve İtalyan şairleriyle karşılaştırırken, söz arası Shakespeare’in on kadar eserini saydıktan sonra, tragedyalarının Seneca’dan komedyalarının Plautus’tan aşağı kalmadığını söylüyor. Ayrıca, o tatlı ifadesiyle yazdığı Venus ile Adonis, Lucrece adlı manzum hikâyelerini ve sonelerini öğüyor.

Shakespeare sade iyi bir oyuncu, birinci sınıf bir yazıcı olarak kuru bir şöhret edinmekle kalmamış, tiyatrodan epeyce para da kazanmış olacak ki, 1597 yılında Stratford kasabasının hemen hemen en büyük evini, bahçeleriyle ambarlariyle beraber satın aldı. Yine aynı sırada ailesine bir arma da temin etti: eli mızraklı bir kartal. (İngilizce shake sarsmak, spear mızrak demektir.) Hemşehrileri de başları sıkıştıkça, borç almak için önce onu hatırlıyorlardı. 1599 da, eski “Theatre” binasının kerestesiyle kurulan “Globe” tiyatrosuna ait senetlerde artık Shakespeare yalnız oyuncu olarak değil, kumpanyanın hisse sahiplerinden olarak da gözüküyor. Zekânın, nüktenin, güzelliğin temsil edildiği en güzel komedyaları. Kuru Gürültü, Beğendiğiniz Gibi, İkinci Gece bu bir iki yılın eseridir. Ama yine aynı eserlerden, gelen yılların karanlığının haberini de almıyor değiliz. Her şeyde dertlenecek bir sebep bulan kaygısever Jaques o habercilerin yalnız biridir. Şairin hayata bakışındaki bu değişikliği seçmeye başladığı ağırbaşlı mevzulardan da bellidir. Elizabeth’in saltanatının son yılları politika bakımından olduğu kadar din, ahlâk ve sanat bakımından da buhranlıydı. Bunlara belki şairin kendi üzüntüleri de karıştı. Herhalde 1600 yılından itibaren Julius Caesar ile başlıyan bir sıra eserde hayattan, insan tabiatından, hattâ Tanrının adaletinden de insanı ümitsizliğe düşürecek kadar büyük felâketler seyrediyoruz. Bu ümit kıran acılık yalnız Hamlet, Othello, Lear, Macbeth, Timon gibi tragedyalarda değil Kısasa Kısas, İşin Sonuna Bakmalı gibi komedyalarda da bellidir. Shakespeare, eserlerinin mevzuu için kullandığı tarih hâdiselerine, hikâyelere, şiirlere her zaman sadık kaldığı halde meselâ Lear’de bakıyoruz ki: tarih, Lear’ın küçük kızı ablalarının ordularını yenip hükümdarlığı tekrar ele geçirerek babasına verir, demişken Shakespeare, tam tersine oyunu Kordelia’nın yenilip ölmesi ve ihtiyar hükümdarın çıldırmasiyle bitiyor.

Bu büyük tragedyalar çığı, şairin kendi dışına çıkmaktaki kudretinin de bir ispatıdır. Çünkü, 1600 yılından başlıyarak yedi sekiz senelik bir zamanı kaplıyan bu acılık ve kötümserlik devresi, onun maddi refaha en çok erdiği senelerdir. Stratford’da 107 hektarlık araziyi 320 sterlinge 1602 de aldı; yine kasabasından bir akar için 1605 te 440 sterling verdi. Zaten I. James 1603 yılında İngiltere tahtına geçince, büyük bir sanatseverlik göstererek şairin bulunduğu kumpanyayı “kendi eğlencesi kadar muabbetli halkının eğlencesini de göz önünde tutarak” Kıralın Oyuncuları adı ile kendi hizmetine almıştı. Worcester Beyinin kumpanyası, başlarında Tomas Heywood olmak üzere, Kıraliçenin Oyuncuları; başlarında, şöhrete Burbage ile başabaş giden Aleyn olmak üzere, Amiralin adamları Veliahtın Oyuncuları adiyle hizmete alındılar. Sarayda sık sık oyunlar veriliyordu. Oynananların çoğu da Shakespeare’in eserleri idi. İngiltere, İskoçya, İrlanda tahtlarını birleştiren I. James hakkında Macbeth’de cemileli telmihler vardır; Kısasa Kısas, Othello, Lear için raslanan ilk kayıtlar da hep önce sarayda oynandıklarını gösterir.

Roma tarihinden alınma tragedyalar, Antonius ile Cleopatra ve Coriolanus kötümser görüşlü günleri ile ihtiyarlık günlerini birbirine bağlar. Nazım ve sahne tekniği artık mükemmele erişmiştir. Sanatkâr olarak Shakespeare bunlardan, hele birincisinden daha kusursuz eser yaratmadı. Vaka yapısını kurmak, insanlarını canlandırmak bakımından şiiri misilsiz bir ustalıkla kullanıyor. Bu eserler büyük tragedyalarından, olsa olsa, fikir zenginliği bakımından geri kalır. Shakespeare’in, meslek hayatının son dört beş senesinde yazdığı yarı acı yarı ferah oyunlar, Perikles, Cymbeline, Kış Masalı ve Fırtına ise çilelerin ardından gelen yorgun sükûnun eserleridir. İyi ile kötünün çarpıştığı bu oyunlar hep iyinin sabır ve müsamahasının kötüyü yola getirmesiyle bitiyor. İster Shakespeare’in kendi hayat görüşü değişmiş olsun, ister günün rağbette oyunları acının tatlıya dönmesiyle biten oyunlar olsun, şu muhakkak ki, Shakespeare bu son eserlerinde karanlıkta kalanları aydınlığa çıkarmak azmindedir. Nasıl Lear’de, düşüncesine uymuyor diye, kullandığı kaynağa sadakatten ayrılmışsa; şimdi de, yine düşüncelerine uymuyor diye, kaynaklarına ters taraftan sadakatsizlik ediyor. Meselâ Lear için kullandığı aynı kaynaktan Cymbeline’in aslı olan hikâyeyi çıkarırken, babasının gazabına uğrayıp saraydan kovulan hükümdar kızı fikrini hoş bulmuyor; vakayı, kız, erkek kıyafetinde kaçıp birtakım üzücü maceralardan sonra kurtulacak şekilde bitiriyor.

Meselâ Kış Masalı’nın aslı olan hikâyede Kıraliçe kocasının kıskançlığına kurban gidip ölür; Kıralı da kendi öldürür. Halbuki Shakespeare, öldü sanılan kıraliçeyi diriltiyor; kıralı da suçunu anlayıp pişman olmaya sevkediyor. Yine bu çeşit oyunlardan olan Fırtına birçoklarınca şairin son eseri olarak alınır. Bir iki hususiyeti vardır ki, onu öteki oyunlardan ayırıyor. Hem zaman ve mekân birbirlerini göz önünde tutan tek Shakespeare dramıdır: olanların hepsi yirmi dört saat içinde ve aynı küçük ada üzerinde geçer. Hem (Aşkın Emeği Boşa Gitti, Bir Yaz Dönümü Gecesi Rüyası, Winsdor’lu Şen Kadınlar’dan sonra) mevzuu için bir kaynak bulamıyan dördüncü eserdir. Hem de oyunun kahramanı ihtiyar sihirbaz Prospero pek çoklarında şairin kendisi olarak gösterilir: bütün hayata yükselen, tarafsız ve sakin bir gözle bakan, başkalarının bahtiyarlığını kendininkinden çok gözeten, kötü kuvvetleri bile usta idaresiyle faydalı kılan, nihayet bütün hayatı bir rüya sayabilen olgun ve ergin insanoğlu Shakespeare…

Shakespeare tiyatrodan gelen servetin zengin oldukça Stratford’dan yeni yeni yerler alarak kasabasının eşrafı arasına girmişti. Son senelerinde artık orada oturuyor, Londra’ya işi oldukça iniyordu. Yaşlandıkça sıhhati de bozulmuş olabilir. O zamanlar ellisine gelen insan zaten ihtiyar sayılırdı. Gerek yaşama şartlarının bozukluğu, gerek salgın hastalıkların sıklığı yüzünden erken ölenler çoktu. Nasıl ki oğlu Hamnet de on birinde ölmüştü. Şair de herhalde sonunun yaklaştığını sezmiş ki, vasiyetnamesini hazırlatarak 25 mart 1616 da imzalamıştır. Malının çoğunu büyük kızı ile torununun üstüne ediyor; en yakın sahne arkadaşlarına da, kendisini hatırlatacak birer yüzük alacak kadar para bırakıyordu. Shakespeare, söylendiğine göre, şair arkadaşlarından Ben Jonson ile Drayton’un bir ziyareti sırasında çok içtiği için tutulduğu hümmadan kurtulamıyarak 23 nisan 1616 da ölmüştür. Kasabanın kilisesine, itibarlı şehirlerden olduğu için de, mihrabın yakınına gömüldü.

Shakespeare’in eserlerinin çoğu sağlığında basılmamıştı: belki tiyatro eserlerinin okuyucusu az olduğu için; belki de şair, eserlerini oynasınlar diye sattığı kimselere haksızlık etmekten çekindiği için. Kendi isteği ve adı ile basılıp çıkan belli başlı eserleri Venus ile Adonis (1593), Lucretia’nın Kaçırılışı (1594) adlı iki manzum hikâye ile sayısı yüz elliyi geçen Soneler (1609) dur.

Meres’den anlaşıldığına göre Soneler -hepsi değilse bile çoğu- 1598 den önce yazılmış, tanıdıklar arasında tekrarlanıyordu. Şairin en çok münakaşa edilen eseri budur. Acaba bu küçük şiirler günün hevesine uyarak yazılmış şeyler miydi; yoksa gerçekten şairin hayatında buhranlı bir çağı mı işaret ediyordu, bilinmiyor. Tefsirlerin çoğu ikinci görüşe yakındır. Eserin birinci kısmında 126 tane umumiyetle bir delikanlıya, ikinci kısmındaki 26 tanesi bir kadına yazılmıştır. Delikanlı hem soyludur, hem güzeldir. Yaşlanmaya başlayan şair onu çok seviyor, hayranıdır. Bu güzelliğin geçip gitmesini de istemiyor; delikanlı evlenmeli, güzelliğini çocuklarında devam ettirmelidir. Bununla beraber onun güzelliği asıl şairin mısralarında ölmezleşecektir. O şiirlere bu kudreti veren delikanlının güzelliği olduğu kadar şairin ona duyduğu sonsuz sevgidir. Halbuki aynı delikanlı, şair yokken, onun sevgisiyle sevişiyor. Sonra da kendini affettirmeye çalışıyor. Şairin cömert sevgisi onu da o vefasız kadını da affediyor. Ama bir kere kırılmıştır. Sonra ortaya bir ikinci şair çıkıyor; o yakışıklı efendisinin iltifatını kazanmaya uğraşan bir rakîp. Bu, yeni üzüntülere yol açıyorsa da nihayet şair, delikanlıya olan sevgisinin her şeyden üstün olduğunu, bu sevgi yüzünden belki haksız düşüncelere saplanmış bulunduğunu söyliyerek, eski anlaşmazlıkları tam bir barışla bitiriyor. Esmer güzeli sevgilisiyle olan münasebete gelince: erkeklerle oynamasını bilen bu kadın onu zaman zaman büyülüyor. Bulunmaz bir kadın değildir. Hattâ şair, kusurlarını da sayıyor. Ama zekidir, fettandır; anlaşılmaz bir çekiciliği var. Onun için de şair kızmıyor değil. Hele delikanlıyı avlamaya kalkışını büsbütün hırsla karşılıyor. Ancak, bu kadına karşı mukavemeti de yok; ayaklarına kapanıyor. Bu vefasız, şairin sevdiği delikanlıyı ele geçirmekle kendisini de ikinci defa ele geçirmiştir. Soneler’in anlattığı bu hikâyenin doğruluğu kabul edilirse, ortaya kahramanların kim olduğu meselesi çıkmaktadır. Shakespeare’in sonelerinin “müvellidi” diye andığı W. H. kimdi? Sonra ikisinin de sevdikleri esmer güzeli kimdi? Bunlar hakkında birçok fikirler ortaya atılmıştır. Kimi delikanlının Southampton Beyi, kimi Pembroke Beyinin oğlu kimi de asîl bir kimse olmayıp aynı oyuncu kolundan bir delikanlı olduğunu iddia ediyorlar. Kadının kim olduğunu kestirmek daha güç. Tahminler arasında Oxford’lu bir hancının karısı Mrs. Davenant, bir de Shakespeare’in hemşehrilerinden Richard Field’in, ölen Huguenot ustasından kitapçı dükkâniyle beraber devir aldığı karısı Jaqueline Field vardır. Bundan başka, birçok şairlerce kullanılan bir Yunan efsanesini ateşli mısralarla anlatan Venus şiirinde de Shakespeare’in sevdiği bir delikanlıya ihtiraslı telmihlerde bulunduğu fikrinde olanlar vardır. Lucretia sanat bakımından daha işlenmiştir, ama daha az taşkın bir dille yazılmıştır. Phoneix and the Turtle adlı şiiri de, evlenir evlenmez birbirinden ayrı düşen bir Katolik karı kocanın mezhepleri yüzünden çektikleri ıstıraba remiz olarak yazdığını ileri sürüyorlar. Fakat bütün bunlar henüz kat’î delilleri bulunamamış tahminlerdir.

Shakespeare’in sağlığında basılan oyunları da halledilemeyen meseleler çıkarmaktadır. Meselâ: hangileri kendi isteğiyle çıkmıştır bilinmiyor. Çünkü o zamanlar, rağbet gören bir oyunun, ya temsil esnasında acele yazılarak, yahut oyunculardan biriyle el birliği ederek “korsan işi” bastırılması olmıyan bir iş değildi. Eserin sahibini bu türlü hırsızlara karşı koruyacak yayın kanunları yoktu. Her ne kadar bir eser bastırılmadan Kayıtlar Dairesine yazdırılırdı ise de daire sade kayıt parasını almaya bakar; eseri kim kaydettiriyormuş, kimin adına kaydettiriyormuş araştırmazdı. Öbür taraftan, oynanan oyunları sarayın Eğlenceci Başısı sansür ederdi ama kayıtları yoktu. Bu yüzden Shakespeare oyunları, daha doğrusu o devrin bütün oyunları, için iki büyük güçlükle karşılaşıyoruz: bir kere, ne zaman yazılmıştır, tam olarak bilmek güçlüğü. İkincisi, eserler şairin elinden çıktığı halde midir, kat’î olarak hüküm vermek güçlüğü. Herhangi bir eserin tarihini kestirmekte ya, nasılsa o eserin bilinen diğer bir eserde anılışından, yahut eserin kendi içinde geçen ve tarihi için bir ip ucu veren sözlerden faydalanabiliriz. Meselâ Meres adlı edebiyat adamının 1598 yılında çıkan bir eserde anılan Shakespeare oyunlarının o tarihten önce yazıldığı hükmüne varıyoruz. Yine meselâ saray kayıtlarında 1606 kışı sarayda oynandığı yazılı diye, Lear için, bu tarihten önce yazılmıştır diyoruz. Yine meselâ şair Marlowe’dan bir mısra tekrarlanan Beğendiğiniz Gibi -Marlowe 1593 yılında öldüğüne göre- bu tarihten sonra yazılmış olmak gerektir diyoruz. Bu gibi tahminlerse tek bir yıl üzerinde karara vardıran tahminler değildir. Esere, böylece, başlangıç yahut son olarak bulunan tarihlerle eserin arası birkaç ay da olabilir, birkaç yıl da. Sonra, dışarıda bahsine raslanmıyan oyunlar da vardır. Bunun için, eserlerin üslûp hususiyetlerinden faydalanmaya; gerek fikir, gerek teknik bakımından şairin ilerleyişini takip etmeye çalışıyorlar. Ama bu usul de kat’î tarihler verebilmekten uzaktır.

Bununla beraber metin meselesi tarih meselesinden de mühimdir. Elimizde oyunların hangisi şairin elinden çıktığı gibidir, bilmiyoruz. Otuz altı oyunu bir arada ilk olarak kendisinin ölümünden yedi yıl sonra 1623 yılında iki oyuncu arkadaşı tarafından çıkarıldı. Kitap büyük boydadır; Birinci Folio diye anılır. Çıkarılan tabiî, bütün oyunların asıllarına göre sadakatle ortaya konduğu iddiasındadırlar. Evvelce, şairin sağlığında olsun, ölümünden sonra olsun, tek tek çıkan (ve küçük boy oldukları için Quarto diye anılan) on yedi oyunun metnini, çalınmadır, bozuktur, diye kötülüyorlar. Gerçekten, bu metinlerin bir kısmı çok bozuktur: bazı yerlerinde mâna bile çıkmaz; nazımla nesrin karıştırıldığı, söz geçmiyen yere söz konduğu görülür. Fakat bir kısım, 1623 metninden yer yer ayrılmakla beraber, düzgündür. Hattâ anlaşılıyor ki, Birinci Folio için bu düzgün Quarto’lardan faydalanılmıştır. Lear, Hamlet gibi bazı oyunların, aslına uygunluğundan bahsedilerek çıkarılan, Folio metinleri ise Quarto metninden daha kısadır; anlaşılmayacak kadar bozuk yerleri de eksik değildir, acaba oyunları Folio metnindeki şekilleri mi şairin yazdığı gibidir, yoksa daha önce tek tek çıkan metinleri mi? Yoksa ikisi de mi değil? Ayrı metni bulunmayıp ilk olarak Birinci Folio da rasladığımız yirmi oyunun ne kadar fazlası yahut eksiği var? Birinci Folio dışında bırakılan, fakat daha önceki kayıtlarda şairin adıyla çıkan Perikles acaba sahiden Shakespeare’in değil midir? İşte bütün bu kestirilemiyen noktalar, son otuz kırk senedir ilim adamlarını, eski metinler, o zamanki yayın ve baskı hususiyetleri, tiyatro işleri ve saire üzerinde daha çok araştırmalara sevk etmiştir. Her türlü ipucundan faydalanılarak Shakespeare dramlarını bugün aşağı yukarı şöyle sıralıyorlar:

1590 – 1595
Henry VI, 1 – 3
Richard III
Yanlışlıklar Komedyası
Titus Andronicus
Hırçın Kız
Veronalı İki Centilmen
Love’s Labour’s Lost
Romeo ile Juliet
1595 – 1600
Richard II
Bir Yaz Dönümü Gecesi Rüyası
King John
Venedik Taciri
Henry IV
Kuru Gürültü
Henry V
Beğendiğiniz Gibi
Julius Caesar
On İkinci Gece
1600 – 1608
Hamlet
Winsdor’lu Şen Kadınlar
Troilus and Ressida
All’s Well That Ends Well
Measure for Measure
Othello
Kıral Lear
Macbeth
Antonius ile Cleopatra
Coriolanus
Atinalı Timon
1608 – 1613
Perikles
Cymbeline
Winter’s Tale
Fırtına
Henry VIII

Herkesi metinler hakkında kararsızlığa düşüren şüpheler kimini de büsbütün inkârcılığa götürüyor. Bunlara göre: Shakespeare diye biri yoktur; varsa bile eserlerin sahibi değildir; adı, sadece eserlerin asıl sahibi olan bir asîli gizlemek için kullanılmıştır. O zamanlar şairlik asîllerce küçük görülürdü. Bu işle uğraşanlar ya uğraşmıyor gözükür, yahut şiirlerini çıkaramazlardı. Nitekim, Elizabeth devrinin ünlü şairlerinden Sir Philip Sindney sağken hiçbir eserinin çıkmasına razı olmamıştı. Sir Walter Raleigh de şiirlerinin hemen hepsini şurada burada adsız olarak bastırmıştı. Hele halkı eğlendirmek için oyun yazmak büsbütün aşağılatıcı görülürdü. Bu yüzden Shakespeare eserlerinin asıl sahibi de kendini gizlemek zorunda kalmıştır, deniyor. Bu dâva yüz seneden beri sürüp gitmektedir. Eserlerin sahipliğine uygun olan asîl de, kimine göre, Elizabeth devrinin büyük ilim adamı Bacon; kimine göre, Rutland Beyi, kimine göre Derby Beyi, kimine göre de Oxford Beyidir. Ama hepsine göre bir asîl olduğu muhakkaktır. Çünkü Shakespeare eserlerinin icabettirdiği vasıflar: görgü, bilgi, duygu üstünlüğü, kibar hayatını ve sanat inceliklerini yakından biliş, hukuktan anlayış, doğru dürüst okumamış ve yirmisinden sonra Londra’ya gelmiş bir kasabalının harcı değildir. (Bu düşünce ve nazariyelerin faydalı bir hülasası için, bak: Shakespeare Kimdi – Saffet Dengi; C.H.P. konferansları, seri I, kitap: 16.)

Ama bütün bu hükümler, dış tesirlere fazla ehemmiyet eren; dehanın gördüğünü çabuk kapmak ve göremediğini sezmek kudretini küçükseyen bir düşünüşten doğuyor. Bu görüşe karşı, yüksek bir tabakadan olsun kendi meslekdaşlarından olsun, birçok çağdaşlarının tanıyıp severek o eserlere sahip bildiği Stratford’lu Shakespeare henüz ayaktadır; ve inkârcılarının, hiç değilse şimdiki delilleri ile yıkılmadan duruyor.

HAMLET

Hamlet hikayesine, ilk olarak, on üçüncü asır Danimarka yazıcılarından Saxo Grammaticus’un Historiae Danicae – Danimarkalılar Tarihi isimli eserinde rastlanıyor. Bizim vekayinameleri andıran bu eser o zaman yazılmışsa da ancak 1514 tarihinde basılmıştır. Histoires Tragiques – Acıklı Hikayeler adlı altında bir sıra tarihî hikâye toplıyan Fransız yazıcısı Belleforest 1570 yılında bu Amleth hikâyesinin de Fransızca serbest bir tercümesini çıkardı. Shakespeare’in oyunu rağbet kazandıktan sonra (1608) bu Fransızca tercüme de bir iki küçük değişiklikle, The Hystorie of Hamblet – Hamblet’in Hikâyesi adı altında İngilizceye çevrilmiştir. Tarihle karışık Ambleth hikâyesi şudur:

Horvendil ile Fengon adlı iki kardeş, Danimarka kırallığına bağlı olmak üzere, Jutland’ı beraberce idare etmektedirler. Bunlardan Horvendil bir döğüşte Norveç kıralını öldürüyor ve mükâfat olmak üzere Danimarka kıralının kızı Gerutha’yı alıyor. Bir oğulları oluyor, adını Amleth koyuyorlar. Sonra, kıskançlığa kapılan Fengon, karısına çok eziyet ediyor iddiasiyle kardeşini öldürüp Gerutha ile kendisi evleniyor. Bunun üzerine Amleth aptal hali takınıyor; ata ters biniyor filân. (yasak kelime kullandınız)aslında intikam çareleri aramaktadır. Bu arada, sırrını öğrenmeye çalışan saray adamlarını muammalı sözlerle şaşırtıyor. Beraber büyüdüğü bir kızı ona karşı tuzak gibi kullanmak istiyorlar; fakat süt kardeşinden hakikati öğrenerek bu tuzağa düşmüyor. Amcasının dostlarından biri, Amleth ile annesi konuşurken dinlemeye kalkıyor. Daima kuşkuda olan Amleth horoz gibi ötüp oradan oraya sıçrarken adamın örtü altında gizlendiğini anlıyor, kılıcını saplayıp bu hafiyeyi öldürüyor, parça parça kesip haşlıyarak etlerini domuzlara yediriyor. Annesine de, mahsus deli gözüktüğünü ve intikam almak azminde olduğunu haber veriyor. Annesi, eski kabahatini anlayıp oğlunun tarafına geçiyor. Öbür yandan, şüpheleri büsbütün artan amcası, Amleth’i iki kişiyle birlikte İngiltere’ye yolluyor. Bu elçilere verdiği mektupta (mektup o zamanın usulünce bir tahta parçası üzerine kazınmıştır) ora kıralından Amleth’in öldürülmesini istiyor. Fakat, Amleth mektubu değiştirdiği için, sonunda İngiltere kıralı onu değil yoldaşlarını asıyor, ona da kendi kızını veriyor. Ayrılışından bir sene sonra Amleth memleketine dönüyor. Bir ziyafette herkes onu öldü zannedip keyfeder içerken birdenbire karşılarına çıkıp saraya ateş veriyor. Amcasını da odasında bularak başını kesiyor. Sonra, halk önünde, olanları açıkça anlatıyor. Amleth, daha birçok maceralar ve kahramanlıklar sonunda, dayılarından birine karşı cenk ederken ölüyor.

İngiliz edebiyatına bu hikâye herhalde Belleforest’nin ilâveli tercümesi yolu ile geçmiştir. Fakat Shakespeare’in oyunu bu mevzu üzerine yazılan ilk oyun değildir. 1594 yılında bu isimle bir eserin, hem ilk defa olmamak üzere, oynadığı hakkında bir kayıt vardır; eser ele geçmemiştir, kimin yazdığı bilinmiyor. Shakespeare’den hemen önceki dramcılardan Fransızca bilen biri -birçoklarının tahminine göre Thomas Kyd- yazmış olacaktır. Bu mevzu üzerine bir de Der Bestrafte Brudermord, oder Prinz Hamlet aus Dennemark – Cezasını Çeken Kardeş Katili, yahut Denimarka Prensi Hamlet adlı Almanca bir eser vardır. Ama bunun, on yedinci asırda Almanya’da sık sık temsil veren İngiliz kumpanyalarından biri vasıtasiyle o memlekette tanınıp tercüme edilen bir eser olduğu hükmüne varılmıştır. Eserin basitliğine bakılırsa Shakespeare’inkilerden önce aynı mevzu üzerine Kyd’in yazmış olduğu ileri sürülen -ve bazılarınca Ur – Hamlet diye anılan- eserden tercüme edilmiştir. Bu almanca metnin eldeki tek kopyası 1710 tarihlidir.

Shakespeare metnine gelince: eser bastırılmak üzere kayda 1602 temmuzunda geçirilmiş, 1603 yılında ilk baskısı çıkmıştır. 1604 yılında çıkan ikinci baskısı ise “doğru ve kusursuz kopyasına göre yeniden basılmış ve hemen hemen iki misli genişletilmiş” olmak iddiasındadır. Gerçekten, ilk baskıda cümle yanlışları, kelime yanlışları çoktur, uzun konuşmaların kimi kısaltılmıştır (bütün eser gözönünde tutulursa yarıya yakın bir kısaltma vardır) birçok mısraların bölünüşü sakattır. Bundan başka, sonraki metinlerde (Polinius yerine Crambis adının kullanılma, Kıraliçenin cinayetten açıkça habersiz bulunması, meç ucunun zehirlenmesini Kıralın düşmesi… gibi noktalarda) esaslı ayrıklar vardır. Bu baskıdan göze çarpan bir taraf da sahne hakkındaki izahların etraflı oluşudur. Bütün bu hususiyetler, metnin, temsil esnasında bir veya, birkaç kişi tarafından acele not alınmak suretiyle elde edilmiş olacağı fikrini uyandırıyor. İlk iki perde için hattâ kumpanyanın nüshası da ele geçirilmiş olabilir; çünkü bu kısım ikinci baskıdaki şeklinde pek az farklıdır. Belki iş meydana çıkınca, “korsanlar” ile tabi, oyunun geri kalan kısmını kendi stenograflı nüshalarından bitirmeye mecbur olmuşlardı. Kimi tefsircilerin iddiası da şudur: bazı ayrılıklar (nazım olgunluğu, Hamlet’in düşünce derinliği sahnelerin yerlerindeki değişiklik… bakımından) çok esaslı olduğuna göre,birinci baskı eserin ilk şeklini göstermektedir; Shakespeare sonra bunu değiştirmiş, ikinci baskıda şekline sokmuştur. İkinci baskı dikkatsizce dizilmişse de Hamlet dramının en tam metnidir. Sonraki baskıların en mühim olan 1623 toplu baskısında oyunu, oynamak bakımından daha elverişli kılacak kısaltmalara raslanıyor; meselâ, uzun hitabeler bazan kesilmiş. Yoksa, metinde pek bozukluk görülmüyor; noktalama işaretine de dikkat edilmiştir. Kullanılan Hamlet metinlerinin hepsi işte bu 1604 baskısı ile 1623 baskısı karşılaştırılarak hazırlanmaktadır. Tercüme için de böyle bir metin kullanılmıştır.

SHAKESPEARE VE HAMLET HAKKINDA
XVII. asır

Shakespeare beğeniliyor, en büyük İngiliz şairi olarak tanınıyor. Yunan ve Lâtin şairlerine karşı çıkarılabileceğini söyleniyor. Hâkim fikir şu: eserlerinin kuvveti tabiîliklerinden geliyor; sanat tarafları (oyunların kuruluşu, sahnelerine gülünçlükler katılışı… bakımından) bazan kusurludur. Oyunların 1623 ilk toplu baskısına katıldığı şiirde çağdaşı ve meslektaşı şöyle diyor:

O bir çağın değildi, bütün çağlar için yaratılmıştı!

Ben Johnson (1573 – 1637)

İngiliz edebiyatında klâsik çağı açan ve şiirleri kadar dramları, tenkitleriyle de tanınan adamın hüküm şudur:

Onu bilgisizlikle suçlandıranlar daha çok övmüş oluyorlar: o doğuştan bilgiliydi, tabiatı okumak için kitapların gözlüğüne muhtaç değildi. O, içe bakmış, tabiatı orada bulmuştur. Her yerde aynı kuvvettedir diyemem; eğer öyle olsa onu insanlık tarihinin en büyükleriyle kıyaslamam haksızlık olurdu. Tatsızlaşıp yavanlaştığı seyrek değildir; tuhaflıkları zorlanma derecesini bulabilir, ciddi olacağım derken mübalâğaya düşer. Ama fırsatını ele geçirdi mi, daima uludur.

Dryden (1631 – 1700)

Shakespeare dünyanın en büyük şairlerinden biri olarak kabul edilmeye başlar. Hâkim fikri şudur: dehası tabiattan geliyordu, sanatı kusurluydu, bilgisi kıttı; fakat, insan ruhunu tanımakta ve çeşitli tipler canlandırmakta bulunmaz bir kudreti vardı. Oyunlarını bir arada çıkaran ilk tefsircisi, klâsik kaideleri bilmediği için tutmadığını ileri sürerek şairi müdafaa ettikten sonra, Hamlet ile Elektra arasında şu mühim mukayeseyi öne sürüyor:

Hamlet, Sophokles’in yazdığı Elektra ile hemen hemen aynı mevzudadır. İkisinde de genç bir hükümdar oğlu babasının intikamını almak işine girişir. İkisinin de anneleri aynı derecede suçludur, kocalarının öldürülmesinde elleri vardır, sonra da bu cinayetin katiliyle evlenmişlerdir. Yunan tragedyasının ilk kısmında Elektra’ınn kederi insana çok tesir ediyor; fakat… oyunun son kısmında şair hükümdar kızı ile Orestes’e öyle şeyler yaptırıyor ki, insan tabiata ve sağduyuya aykırı bulunuyor. Orestes’in eli anasının kaniyle bulanıyor; hem bu barbarca iş sahnenin üstünde değilse bile o kadar yakınında işleniyor ki seyirciler Klytemnestra’nın Aegisthos’u imdada çağırdığını, oğlunu merhamete getirmek için yalvardığını duyuyorlar; hem kızı, hem bir hükümdar evlâdı olan (ve bu vasıflarının her ikisiyle de daha asîl olması gereken) Elektra ise sahnede durup, annesini öldürsün diye kardeşine gayret veriyor. Bu halin insanda uyandıracağı dehşeti düşünün Klytemnestra hain bir kadındı, ölümü hak etmişti; zaten hikâyenin aslında da oğlunun eliyle ölüyor. Ama bu türlü bir hareketi sahnede göstermek, sahneye yaraşan şahısların gözetmesi lâzım gelen usul ve erkâna muhakkak ik aykırıdır. Halbuki bakın Shakespeare ne yolda davranıyor. Hamlet de babasına Orestes kadar saygı ve sevgi besliyor, ölümünün intikamını almak kararı onunki kadar kât’i… annesinin suçundan duyduğu nefret de onunkinden farksızdır. Fakat şair, insanı hayran eden bir sanat ve muhakeme isabetiyle Hamlet’i annesine el kaldırmaktan alıkoyuyor: böyle bir şeye meydan vermemek için babasının hayaletine, annesinden intikam almayı yasaklıyor.

“Yalnız, Bu İş İçin Hangi Yola Başvurursan Vur, Sakın Annen Hakkında Bir Fenalık Düşünme; İçinden, Onun Zararına Olacak Bir Niyet Geçirme. Onu Tanrıya havale et; bırak onu kendi göğsündeki dikenler iğnelesin.”

Dehşet ile korku denen şeyleri yerinde olarak birbirinden ayırt etmek işte budur. Bunların ikincisi tragedyalara uygun düşen bir duygudur, halbuki birincisinden daima dikkatle kaçınmalıdır, şu muhakkak ki hiçbir dramcı seyircilerin zihninde korkuyu uyandırmakta Shakespeare’den daha iyi muvaffak olmamıştır.

Rowe (1674 – 1718)

Derdimi iki kat eden, beni dehşet içinde bırakan şey: vaktiyle, herkesten önce, bu Shakespeare’den benim bahsetmiş olmam. Onun bu koca gübre yığınında bulduğum birkaç inciyi Fransızlara evvelâ ben göstermiştim. Ama bir gün, barbar bir oyuncu parçasının alnı süslensin diye, Racine ile Corneille’in taçlarının ayaklar altında çiğnenmesine sebep olacağını hiç düşünmedim.

Voltaire (1694 – 1778)

Shakespeare tabiat şairi olmakta bütün yazıcıların, hiç değilse bütün yeni devir yazıcılarının üstündedir; okuyucularına göreneklerin ve hayatın en sadakatli bir aynasını tutar.

Johnson (1709 – 1884)

Fazileti rahatlığa feda eder; bir şey öğretmektense eğlendirmeye öylesine bakar ki ahlâki hiçbir gaye gözetmiyor hissini verir.

Johnson

Shakespeare öbür yazıcıların hepsinden esaslı şekilde ayrılıyor: onu anlamaktan ziyade hissettiğimizi söyleyebiliriz; birçok hallerde biz onu kavramaktan ziyade o bizi kavrıyor demek doğru olur. Şaşılacak bir şey değil bu: her şeyin tohumunu öylesine saçıyor, şahısların ve hareketlerin sebeplerini öyle ustalıkla (fakat görünüşte öyle tasasızca) serpiştiriyor, duygularımıza hâkim olup muhakememizden kendini öyle kaçırıyor ki her yaptığı şey bir üstünlük kazanıyor. Tutturduğu yolu seçemiyoruz, sebep netice münasebetlerini fark edemiyoruz, bilmeden hayran kalıyor, kendimizden geçiyoruz.

Morgan (1726 – 1802)

Shakespeare ayaktakımının keyfine hizmet ediyor.

La Harpe (1739 – 1803)

“Dünya çığrından çıkmış. Ah kör talih, onu düzene sokmak için ne yazık ki ben doğmuşum!” Hamlet’in hareket tarzının izahı bu sözlerdedir sanıyorum. Bence aşikâr ki, Shakespeare, gayet ağır bir işin, üstesinden gelemiyecek bir insanın sırtına yüklenişini göstermek istemiştir. Oyun baştan başa bu düşüncelerle yazılmıştır. Ancak hoş çiçekler koymak için yapılmış olan kıymetli bir vazoya bir meşe dikiliyor; ağaç kök salınca tabiî vazo kırılıyor.

Coleridge (1772 – 1834)

Belki aykırı bir söz gibi görünecek ama, Shakespeare’in oyunları sahnede oynanmaya, bütün dramalarınkine nispetle, daha az elverişlidir, diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Onları öbür eserlerden ayırt eden mükemmellikler böyle olmalarını da zaruri kılıyor. Onlarda oynanamıyacak, gözle sesle hareketle ilişiği olmıyan o kadar çok şey var ki.

Lamb (1775 – 1834)

Bana ondan (Garrick’ten [On sekizinci asır oyuncularından Garrick (1771 – 1779) bilhassa Hamlet temsiliyle büyük bir ün kazanmıştı.]) bahsedenler gözlerini, gözlerindeki büyüyü, sesindeki azameti anlatıp dururlar. Bunlar öyle bedeni vasıflardır ki bir oyuncuda çok aranır, bunlar olmaksızın oyuncu sözlerinin mânasını seyircilere sezdiremez −ama bunların Hamlet ile ne ilişkisi var? Zekâ ile ne ilişkileri var? Gerçekten, tiyatro temsillerinde gaye seyircinin dikkatini oyuncusunun şekli ve hareketleri üzerinde toplamak, böylece, söylenen sözleri daha alâka ile dinlemesini temin etmek. Temsilde ehemmiyet verilen, karakterlerin ne olduğunu değil nasıl gözüktüğünü; ne söylediğini değil nasıl söylediğini.

Lamb

Hamlet bir isimdir. Sözleri, hikmetleri şairin aklından uydurduğu şeylerdir. E öyleyse, gerçek şeyler değiller mi? Hem de kendi düşüncelerimiz kadar gerçek. Onların gerçeklikleri okuyucunun zihnindedir. Hamlet olan biz kendimiziz. Bu oyunun gerçekliği peygamberce; tarihin gerçekliğini aşıyor. Kim kendinin yahut bir başkasının başına gelenlerden kedere düşüp dertlenmişse; kim düşüne düşüne yaslanmış “fazla güneşte olmaktan” rahatsızlık duymuşsa; kim içindeki kara kuruntularla günün altın ışığının karardığını, karşısında dünyanın bir şey belirmez bir karanlık halini aldığını görmüşse; kim “karşılıksız kalan aşkın ıstırabına, mevki sahibinin kibrine, sabırla gösterilen liyakatin değersizlerce hor görülmesine katlanmışsa; kim ta içinden çöktüğünü, gönlünün hastalığa tutulur gibi kedere tutulduğunu hissetmiş, ümitlerinin kırıldığını, beklenmedik şeyler karşısında gençliğinin solduğunu duymuşsa; kim, etrafında kötülük bir hayalet gibi dolaşıp dururken, rahat edemiyorsa; kimin hareket kudreti düşünceye yem olmuş, gözünde kâinat sonsuzlaşmış fakat kendi hiçleşmişse; kim yüreğindeki acılıkla bir şeye aldırmaz olur, yahut hayatın kötülüklerini bir derece uzağına atmak için onların uydurma bir temsilini görmeye tiyatroya giderse− asıl hamlet işte odur.

Hazlitt (1778 – 1830)

Her şeye rağmen, bu adamın neşeli sükûnu insanın gözüne çarpıyor… Dert görmüş olduğuna şüpheniz olmasın… Bir adam, kendi kahraman yüreği hiç acı çekmemiş olsa, nasıl eder de bir Hamlet bir Coriolanus bir Macbeth tasvirini başarırdı? Halbuki, bunların hepsiyle tezat halinde olan neşesine bakınız; kahkahaya olan candan ve taşkın sevgisine bakınız. Denebilir ki, Shakespeare gülmekten başka hiçbir hususta mübalâğaya düşmüyor. Ateşli hitabeler, insanı yakan ve içine işliyen sözler onda yok değildir; ama bunlarda hep ölçüyü gözetir… Fakat kahkahası tufan halinde dökülüyor… Hem, her zaman en ince tarafından olmasa bile, her zaman dostça bir kahkaha… Gülmek halden anlamak demektir… Ahmaklığa gösterişe bile bu Shakespeare ancak dostça olan bir kahkahayla gülüyor… Bu türlü gülüş, benim için, derin sular üzerinde pırıldayan gün ışığı gibi güzel bir şeydir.

Carlyle (1795 – 1881)

Dediğimiz gibi, iki yaman Âdem örneği Aiskhylos’un yarattığı Prometheos ile Shakespeare’in yarattığı Hamlet’tir. Prometheos harekettir, Hamelt tereddüt. Prometheos’ta engel dıştadır, Hamlet’te içte, Prometheos’ta irade ellerinden ayaklarından tunç çivilerle mıhlanmıştır,kımıldanamaz; üstelik yanında iki bekçisi vardır: Kudret ile Hâkimiyet. Hamlet’te irade daha çok köleleşmiştir: düşünceyle, kararsızlıkların sonu gelmez zinciriyle, kıskıvrak bağlanmıştır.

Hugo (1802 – 1885)

Hamlet’in gayesi yalnız cinayetin kurucu intikamını almak değildir, Danimarka’a yeniden doğrulukla adalete yer vermektir: aynı zamanda hem intikam almak, hem adalet göstermektir. Bunu ise, kıralı rasgele öldürmekle yapamaz.

Brandes (1842 – 1927)

XX. asır

Shakespeare’in eşsizliğinde yine birleşiyorlar. Ama onu tanrılaştıran romantik görüşten yavaş yavaş vazgeçiliyor. Hâkim fikir şu: Shakespeare’in eserleri eline geçen ham malzemeden, o devrin yaşayışından izler taşır. Şairin zamanını, edebi içtiami ahlâki ve siyasi şartlariyle tanımak, eserlerini anlamak için mutlaka lâzımdır. Böylece sanatkârın kusurları ile birlikte dehası da daha iyi belli olur.

Hamlet dramında kahramandan başka bütün şahıslar ikinci derecede kalıyor, tragedya şahısları denecek seviyeye yükselemiyor.

Bradley (1851 – 1935)

Hamlet rolünü oynıyan oyuncu kahramanın her bir sözünü, her bir hareketini nasıl mânalandırdığına karar vermiş olmalıdır. Bazı noktalarda iki mânadan hangisinin doğru olduğundan emin bulunmasa bile birini seçmeye mecburdur. Halbuki tenkitçinin böyle bir zorluğu yoktur. Emin değilse olmadığını söyliyebilir; hattâ o nokta mühimse, söylenmelidir de. Hamlet’in Ophelia’ya olan sevgisi bakımından ben kendimi bu vaziyette buluyorum. Hamlet’in bazı sözleri ve hareketleri hakkında bir kanaate varamıyorum, oyunun sadece metninden güvenilir bir mâna çıkarmaya da imkân olmadığını zannediyorum.

Bradley

Hamlet’in tragedya oluşu bir adam öldürülmekle başlayıp bir yığın adam öldürmekle bitişinden değildir; onda daha derin daha mânevi bir şey vardır. Dünyada en acıklı en dokunaklı şey asil ruhlu bir insanın mahvoluşudur. Hamlet’in mevzuu da budur; bu eser muvaffakiyetsizliğin, aşağılık bir muhite düşen yüksek bir insanın tragedyasıdır – yüksekliği, hayatın tersliği yüzünden, tesirsiz kalan hattâ kendi felâketine sebep olan bir insanın tragedyası.

Chambres (1866 – )

Hamlet karakterlerinin ana vasfı zihninin fazla işlemiş olmasıdır.

Chambers

Onların (Shakespeare ile yakın zaman dramcılarının) eskilere benzer bir din felsefesi yok; tragedyada, eskiler gibi, insan ıstırabının Tanrı iradesiyle bir ahenk göstermiyorlar. Çünkü artık iman sarsılmıştır: hayat eskisinden çok daha karışık çok daha esrarlıdır. Yalnız Tanrı ile tabiatın hayırseverliği değil, insanın mesuliyeti fikri de kökünden baltalanmıştır.

Stoll (1874 – )

Shakespeare -aykırı bir fikir gibi görünecek ama- sonunda Hamlet’i drama sokamamıştır. Daha önce kaç defa olgunlaştırmadan, parça parça denediği bir karakter nihayet canlı ve bütün olarak burada önümüze çıkıyor… Fakat onu, oyunun bölünmez bir parçası haline getirecek surette, ölçüye vuramamıştır.

Granville – Barker (1877 – )

Hamlet’in karakterinin ana vasıflarından biri hakikate delicesine düşkünlüğüdür… Ne bahasına olursa olsun hakikate ulaşmak ister; o türlü düşünen bir kafası vardır ki, içinden geçenleri söylerken kendi şahsına bile zalim davranmaktan çekinmemesini bize yadırgatmaz.

Schücking (1878 – )

Shakespeare her seyircisinden, her okuyucusundan kahramanına (Hamlet’e) muhabbet göstermesini, onun duyduklarını duymasını, kendisini onun yerine koymasını, ne vaziyette olduğunu anlamasını ve muhayyilesinde onun müşkülüne bir hal çaresi bulmaya çalışmasını bekliyor.

Dover Wilson (1881 – )

HAMLET
William SHAKESPEARE
Çevirmen; Orhan BURİAN
MEBY (2001, 6. Basım, Sf. 1-31)

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version