Ana Sayfa Edebiyat DOSTOYEVSKİ: ÇOKBİLMİŞLERİN ÇOĞU, RAHATTIR, KENDİLERİNE SAYGI DUYAR, RUHSAL DOYUM İÇİNDE OLURLAR

DOSTOYEVSKİ: ÇOKBİLMİŞLERİN ÇOĞU, RAHATTIR, KENDİLERİNE SAYGI DUYAR, RUHSAL DOYUM İÇİNDE OLURLAR

Ukala insanlara toplumun belli kesimlerinde kimi zaman, hatta çoğu zaman rastlanır. Her şeyi bilirler. Zamanımızın bir düşünürünün dediği gibi, yaşamda ilgi duydukları daha önemli şeyler ve görüşleri olmadığından, zekâlarının, yeteneklerinin tüm ilgisi tek bir yöndedir. Gelgelelim, “her şeyi bilirler” derken burada oldukça sınırlı bir alanın kastedildiğini bilmek gerek…

Kasım sonlarında, karların eridiği bir sabahın saat dokuzunda Varşova-Petersburg treni hızla Petersburg’a yaklaşmaktaydı. Hava öylesine nemli, öylesine sisliydi ki, şafak bile güçlükle söküyordu; vagonların pencerelerinden rayların sağında solunda on adım ötesi zor görünüyordu. Yolcular arasında yurtdışından dönenler de vardı, ama daha çok üçüncü mevki vagonları kalabalıktı ve buradaki yolcuların hepsi de trene kısa süre önce binmiş küçük esnafla işçilerdi. Her zaman olduğu gibi herkes yorgundu, gece yolculuğu gözkapaklarını ağırlaştırmıştı, üşümüşlerdi, yüzler sisin altında soluk sarıydı.

Ortalığın ağarmaya başlamasıyla birlikte üçüncü mevki vagonlarından birinde pencere kenarında karşılıklı oturan iki yolcu seçilir olmuştu: İkisi de gençti, ikisinin de hemen hiç bagajı yoktu, ikisi de şık giyimli değildi, ikisinin de epey ilginç yüzleri vardı ve nihayet, ikisinin de birbiriyle sohbet etmek istediği belliydi. Birbirlerinin özellikle o anda neyiyle ilginç olduğunu bilselerdi, kaderin onları Varşova-Petersburg treninin üçüncü mevkiinde böylesine tuhaf bir rastlantıyla karşı karşıya oturtmasına kuşkusuz ikisi de şaşardı. Biri kısa boylu, kıvırcık saçları neredeyse kapkara, gri, ufak gözleri ateşli bakan, yirmi yedi yaşlarında bir gençti. Burnu iri, yassı, elmacık kemikleri çıkıktı; ince dudaklarında küstah, alaycı, hatta hain bir gülümseme dolaşıyordu. Ancak alnı geniş, biçimliydi ve yüzünün pek gösterişli olmayan alt bölümünün çirkinliğini örtüyordu. Bu yüzde, genç adamın oldukça sağlam yapısına karşın, ona bitkin bir görünüm veren bir ölüm solukluğu ile küstah ve kaba gülümseyişine de, ateşli, kendini beğenmiş bakışına da ters düşen, tutku dolu, neredeyse azap verici bir şey özellikle dikkati çekiyordu. Sıkı giyinmişti. Kuzu kürkü, önü kapalı, bol, siyah bir gocuk vardı üzerinde, bu yüzden gece hiç üşümemişti. Oysa karşısında oturan, rutubetli Rus kasım gecesine hazırlıksız olduğu belli olan yolcu, gecenin tüm nemini gece boyu sırtında hissetmek zorunda kalmıştı. Onun üzerinde ise genellikle yurtdışında uzak bir yerlere, sözgelimi İsviçre’ye, Kuzey İtalya’ya gidenlerin, dönüş yolunun Eydtkuhnen’den Petersburg’a kadar olan bölümünü kuşkusuz hesaba katmadan, kışları giydiklerinin tıpatıp aynısı, kocaman kukuletalı, çok bol, kolsuz, kalın bir yağmurluk vardı. Ne var ki İtalya’da epeyce işe yarayan ve yararlı olan bu yağmurluğun Rusya’da bir işe yaramadığı anlaşılıyordu. Kukuletalı yağmurluğun sahibi de yirmi altı, yirmi yedi yaşlarında, ortadan biraz uzun boylu, açık sarı saçları gür, yanakları çökük, neredeyse beyaza çalan sarı, sivri sakalı seyrek bir gençti. Gözleri iri, mavi, sabit bakışlıydı. Bakışlarında sakin, ama ağır, bazı kimselerin daha ilk bakışta karşısındakinin saralı olduğunu anlamasına neden olan o tuhaf şey vardı. Bununla birlikte yüzü hoş, zarif, kuru, ama soluk, şimdi ise soğuktan morarmıştı. Elinde rengi atmış eski bir fulara sarılı küçük bir çıkın vardı, bütün yol eşyası oydu herhalde. Ayağında Rus stili olmayan, tozluklu kalın tabanlı potinler vardı. Karşısındaki önü kapalı gocuklu, siyah saçlı genç, biraz da yapacak başka bir şey bulamadığından olacak, onu uzun uzun inceledikten sonra nihayet, bazı kimselerin yakınlarının başarısızlıkları karşısında haz duyduklarını belli eden o kaba, önemsemez, küçümser gülümsemesiyle sordu:

— Üşüdünüz mü?

Sonra omuzlarını kaldırdı.

Karşısında oturan genç hemen cevap verdi:

— Çok. Düşünün ki, havalar soğumadı daha. Ya bir de ayaz olsaydı? Bizim buraların bu kadar soğuk olduğunu düşünmüyordum. Unutmuşum.

— Yurtdışından mı geliyorsunuz?

— Evet, İsviçre’den.

Siyah saçlı genç şöyle bir ıslık çalıp güldü.

— Vay! Demek öyle!..

Sohbet başlamıştı. İsviçre işi yağmurluklu sarışın gencin, esmer yol arkadaşının bazılarının kaba, yersiz ve anlamsız olduklarından kuşku duyulmayacak sorularına istekle cevap vermesi şaşırtıcıydı. Onun sorularını cevaplarken söz arasında, gerçekten de uzun süre, dört yıldan fazla yurtdışında olduğunu, saraya veya titremeli, kasılmalı kora hastalığına benzer tuhaf bir sinirsel rahatsızlık nedeniyle oraya gönderildiğini açıklamıştı. Onu dinlerken birkaç kez hafifçe gülümsemişti esmer genç; “Ee, iyileştiniz mi bari?” sorusuna sarışın genç, “Hayır, iyileşmedim” cevabını verince de açıkça gülmüştü.

— He, he! Boşuna gitti paracıklarınız desenize. (Alaylı bir tavırla eklemişti:) Pek güveniriz yabancı doktorlara.

Hemen yanlarında oturan, küçük memur olsa gerek, kötü giyimli, ense kulak yerinde, kırmızı burunlu, çopur yüzlü, kırk yaşlarında biri söze karıştı:

— Çok doğru buyurdunuz efendim! Evet, Rusları ülkelerine çekmeyi iyi bilirler!

İsviçre’den dönen hasta genç sakin, yatıştırıcı bir sesle,

— Yo, benim durumumda yanılıyorsunuz, dedi. Sizinle tartışacak değilim kuşkusuz, çünkü başkalarının durumundan haberim yok, ama benim doktorum ülkeme dönebilmem için elinde avucundaki son parayı verdi bana, yaklaşık iki yıl da ücret almadan ilgilendi benimle.

Esmer genç sordu:

— Ne yani, hiç para ödemediniz mi?

— Hayır. Orada bakımımı üstlenen Bay Pavlişçev iki yıl önce ölünce buraya, uzaktan akrabam general eşi Yepançina’ya bir mektup yazdım, ama yanıt alamadım. Bu yüzden dönüyorum işte.

— Peki, nereye dönüyorsunuz?

— Yani nerede kalacağımı mı soruyorsunuz?.. Henüz bilmiyorum nerede kalacağımı. Aslında… şöyle…

— Demek henüz kararınızı vermiş değilsiniz?

Esmer gençle memur kılıklı yolcu tekrar güldü. Esmer genç sordu:

— Demek neyiniz var neyiniz yok, hepsi şu çıkınınızın içinde… öyle mi?

Kırmızı burunlu memur pek keyifli bir tavırla,

— Öyle olduğuna bahse girerim, dedi. Gerçi fakirlik ayıp değildir ya, bagaj vagonunda da bir şeyi olduğunu sanmıyorum.

Memurun bu söylediğinin de gerçek olduğu hemen anlaşıldı: Sarışın genç olağandışı bir acelecilikle itiraf etti bunu.

Esmer gençle memur doyasıya güldükten sonra (işin ilginç yanı, çıkın sahibi de onlara bakarak sonunda gülmeye başlamış, bunun üzerine gülenlerin neşesi daha da artmıştı) memur konuşmasını sürdürdü:

— Bu çıkınınızın anlamı büyük olmalı; gerçi, en azından şu İsviçre işi potinlerinizden anlaşıldığı kadarıyla, içinde paketlenmiş avuç avuç Napolyon, Friedrich altınları, değeri daha düşük Hollanda gümüşleri olmasa da… sözde akrabanız olan general eşi Yepançina’yı düşünecek olursak, yine de önemli olabilir bu çıkınınız. Elbette general eşi Yepançina gerçekten akrabanızsa… ve her insanda olabileceği gibi, dalgınlığınızdan ya da hiç değilse hayal gücünüzün fazlalığından öyle sanmıyorsanız…

Hemen karşılık verdi sarışın genç:

— Yine çok doğru buyurdunuz. Gerçekten de kimi zaman yanıldığım oluyor, yani akrabam falan değildir belki; hatta mektubuma cevap vermemesini de hiç yadırgamamıştım. Oysa nasıl beklemiştim mektubunu…

— Demek boş yere posta parası vermişsiniz. Hım… En azından, çok saf, çok iyi niyetlisiniz, bu da çok güzel bir şey doğrusu! Hım… Evet efendim, General Yepançin’i tanırız, ünlü biridir çünkü. İsviçre’de bakımınızı üstlenen Bay Pavlişçev’i de tanırız, yalnız sözünü ettiğiniz Nikolay Andreyeviç Pavlişçev ise tabii; iki kuzendirler çünkü. Öteki hâlâ Kırım’da yaşıyor. Nikolay Andreyeviç ise öldü; yüksek çevrelerde ilişkileri olan saygın bir insandı. Toprağa bağlı dört bin kölesi vardı bir zamanlar…

— Evet ta kendisi, Nikolay Andreyeviç Pavlişçev’den söz ediyorum.

Sarışın genç böyle dedikten sonra meraklı bakışını her şeyi bilen ukala memurun yüzüne dikti.

Bu tür ukala insanlara toplumun belli kesimlerinde kimi zaman, hatta çoğu zaman rastlanır. Her şeyi bilirler. Zamanımızın bir düşünürünün dediği gibi, yaşamda ilgi duydukları daha önemli şeyler ve görüşleri olmadığından, zekâlarının, yeteneklerinin tüm ilgisi tek bir yöndedir. Gelgelelim, “her şeyi bilirler” derken burada oldukça sınırlı bir alanın kastedildiğini bilmek gerek: Falanca nerede çalışıyor, kimleri tanır, malı mülkü ne kadardır, vali olarak nerelerde görev yapmıştır, karısı kimlerdendir, ne kadar drahoma getirmiştir, kuzeni kimdir, uzak akrabaları kimlerdir, vb. vb… Hep bu çeşit şeylerle ilgilenirler. Her şeyi bilen bu kişilerin çoğu dirsekleri aşınmış, yırtılmış giysilerle dolaşır, ayda on yedi ruble maaş alır. En küçük ayrıntısına varana kadar her şeylerini bildikleri insanlarsa, onları buna hangi sebeplerin yönlendirdiğini elbette bilmezler; oysa bu çokbilmişlerin çoğu, handiyse bütün bir bilimsel çalışma düzeyinde olan bu bilgileriyle pek rahattır, bu bilgileri nedeniyle kendilerine saygı duyar, hatta en yüksek düzeyde ruhsal doyum içinde olurlar. Hem epey de çekici bir bilim dalıdır. Bu bilimde kişisel huzurunu da, ülküsünü de en yüksek düzeyde bulmuş ve hatta bütün kariyerini yalnızca bu alanda yapmış çok bilim adamı, edebiyatçı, ozan, politikacı gördüm ben. Esmer genç bütün bu konuşma süresince esnemiş durmuş, amaçsızca pencereden dışarı bakmış, yolculuğun bitmesini sabırsızlıkla beklemişti. Sanki dalgındı, hatta çok dalgındı; neredeyse endişeli görünüyordu, hatta tuhaf bir hali vardı: Kimi zaman dinliyor, ama duymuyor, bakıyor ama görmüyordu. Ara sıra gülüyor, ama gülerken neye güldüğünü bilmiyor, hatırlamıyordu sanki.

Çopur yüzlü yolcu, çıkınlı sarışın gence döndü birden:

— Affedersiniz, kiminle tanışmak mutluluğunu tattığımı sorabilir miyim?

Sarışın genç hemen cevap verdi:

— Prens Lev Nikolayeviç Mışkin…

— Prens Mışkin mi? Lev Nikolayeviç Mışkin mi? (Düşünüyormuş gibi ekledi memur:) Tanışmadık sizinle efendim. Hatta adınızı hiç duymadım efendim. Yani soyadınızı demiyorum, tarihe geçmiş bir soyadıdır çünkü. Bakılacak olursa, Karamzin’in “Tarih”inde kesin vardır. Ben kişilerden söz ediyorum efendim… günümüzde Prens Mışkinler’e hiçbir yerde rastlanmıyor artık, hatta adları dahi duyulmuyor efendim.

Hemen karşılık verdi prens:

— Evet, haklısınız! Prens Mışkinler’den kimse kalmadı artık, benden başka yani; yanılmıyorsam ben sonuncuyum. Atalarımıza gelince, onlar yüksek devlet görevlilerinin yanında çalışan köylülermiş. Ama babam askeri okulu bitirdikten sonra orduda üsteğmen olarak görev yaptı. Doğrusu, general eşi Yepançina’nın Mışkinler’le yakınlığının nereden geldiğini tam bilmiyorum, o da kadın olarak son Mışkin’dir…

Memur kıs kıs güldü:

— He-he-he! Demek, kadın olarak son Mışkin ha? He-he! Çok güzel söylediniz bunu!

Esmer genç de gülümsedi. Sarışın genç, epeyce kötü bir kelime oyunu yaptığına kendi de biraz şaşırmıştı. Neden sonra şaşkınlık içinde açıklamaya çalıştı:

— İnanın, hiç düşünmeden öylesine söyledim bunu…

Memur keyifli bir tavırla onayladı onu:

— Haklısınız, anlaşılıyor efendim, anlaşılıyor…

Esmer genç sordu birden:

— Peki, orada bilimsel çalışmalarınız oldu mu prens? Bir profesörün yanında falan?

— Evet… oldu…

— Oysa benim böyle bir çalışmam hiç olmadı.

Prens neredeyse özür diler gibi karşılık verdi:

— Benim de pek az oldu zaten… Hastalığım nedeniyle sürekli çalışmama izin vermediler.

Esmer genç çabucak:

— Rogojinler’i duymuşluğunuz var mıdır? diye sordu.

— Hayır, hiç duymadım. Hem Rusya’da çok az kişiyi tanıyorum zaten. Siz bir Rogojin misiniz yoksa?

— Evet. Bir Rogojinim. Parfyon Rogojin…

Memur, yüzünde zorlamalı mağrur bir ifadeyle atılacak oldu:

— Parfyon mu dediniz? Şu Rogojinler’ den olmayasınız…

Ama konuşmanın başından beri ona bir kez bile olsun dönüp bakmayan, yalnızca prensle konuşan esmer genç kaba bir tavırla kesti sözünü:

— Evet, onlardanım.

— İyi ama… nasıl olur? (Şaşkınlıktan donup kalmış gibi gözleri dışarı uğramıştı memurun; yüzünü saygıyı, yaltaklanmayı, hatta korkuyu andıran bir ifade kaplamıştı.) Şu yedi göbekten soylu Semyon Parfyonoviç Rogojin’in… Bir ay önce ölen, arkasında iki buçuk milyon rublelik bir servet bırakan Semyon Parfyonoviç Rogojin’in oğlusunuz demek?

Esmer genç yine kesti sözünü:

— Onun iki buçuk milyonluk servet bıraktığını nereden öğrendin sen? (Bu kez de memuru yüzüne bakmaya değer bulmadan söylemişti bunu. Memuru göstererek prense göz kırpıp ekledi:) Hayret doğrusu! Görüyorsunuz, hemen nasıl yaltaklanmaya başladı! Ama doğrudur, babam öldü ve ben bir ay sonra Pskov’dan neredeyse çıplak ayakla dönüyorum eve. Ne aşağılık kardeşim, ne annem para yolladı bana. Babamın öldüğünü bile haber vermediler! Ben bir köpeğim sanki! Ateşler içinde tam bir ay yattım Pskov’da.

— Şimdiyse bir milyondan fazla paranız olacak; Tanrım, ne büyük para bu! diyerek el çırptı memur.

Rogojin sinirli, kötücül bir tavırla, tekrar başıyla memuru işaret etti.

— Peki ama, söyler misiniz, şuna ne oluyor? Amuda kalkıp önümde dolaşsan bile kapik koklatmam sana.

— Dolaşacağım da efendim, dolaşacağım…

— Vay canına! Karşımda bir hafta dans et, yine vermeyeceğim, yine vermeyeceğim!

— Vermezsen verme! İstemiyorum, verme! Yine dans edip oynayacağım karşında. Karımı, küçücük çocuklarımı terk edeceğim, karşında oynayacağım. Öveceğim seni, göklere çıkaracağım!

Yana tükürdü esmer genç.

— Tüh sana! (Prense döndü.) Bundan beş hafta önce ben de sizin gibi, elimde bir çıkınla baba evimden Pskov’a, halamın yanına kaçmıştım. Ateşler içinde yattım Pskov’da, bu arada babam ölmüş. Beyin kanamasından… Toprağı bol olsun. Ama öldüresiye dövmüştü beni! İnanır mısınız prens, yemin ederim, doğrudur bu söylediğim! Evden kaçmasaydım, öldürecekti beni.

Prens gocuklu milyonere değişik bir merakla bakarak,

— Bir şey için kızdırmış olmayasınız onu? dedi.

Bir milyonluk mirasa konmak gayet dikkate değer bir şey olsa da, prensi ilgilendiren, şaşırtan başka bir şeydi. Evet, Rogojin de bu sohbeti içtenlikten, açıkkalplilikten çok dağınık, gayriihtiyari bir tavırla, sırf içindeki endişeden, korkudan kurtulmak için birilerine bakmak, birileriyle konuşmak gereksinimi duyduğundan sürdürüyormuş gibi görünmesine karşın, aslında pek istekli sohbet ediyordu onunla. Sanki hâlâ sıtmalı, en azından ateşi var gibiydi. Memura gelince, gözlerini Rogojin’e dikmiş, soluğunu tutmuş, onun ağzından çıkan her sözcüğü elmasmış gibi yakalıyor, ölçüp biçiyordu.

Rogojin,

— Kızmıştı işte, çok kızmıştı, diye karşılık verdi. Evet, kızmakta belki haklıydı da, ama ben en çok ağabeyime içerliyorum. Annem için bir şey söylemeyeceğim. Yaşlı kadın… Ortodoks almanağı türünden şeyler okur, yaşlı kadınlarla oturup çene çalar, ağabeyim Semyon ne derse inanır. Peki ama, o neden zamanında haber vermedi bana? Anlıyoruz herhalde efendim! Gerçi o sıralar kendimi bilmeden yatıyordum. Bir telgrafın geldiğini de söylüyorlardı. Telgrafı halam almış. Ama o da otuz yıldır dul yaşayan bir kadın, sabahtan gece yarılarına kadar birtakım divanelerle oturur. Rahibe desem, değil… Telgrafı görünce korkmuş, açmadan götürüp karakola teslim etmiş. Bu zamana kadar orada beklemiş telgraf. Neyse ki, Konev’in, Vasiliy Vasilyeviç Konev’in bana yazdığı mektuptan öğrendim durumu. Ağabeyim “Bunlar çok para eder” diyerek, babamın tabutunun üzerine örtülen örtünün altın püsküllerini bile gece kesmiş. İstersem, yalnızca bunun için Sibirya’ya yollatırım onu. Çünkü kâfirliktir bu… (Memura döndü:) Hey sen, bostan korkuluğu! Yasalarca kâfirlik değil midir bu?

Hemen karşılık verdi memur:

— Evet efendim, kâfirliktir!

— Cezası Sibirya’ya sürgün müdür?

— Evet, Sibirya’ya sürgündür. Hem de hemen!

Prense dönüp konuşmasını sürdürdü Rogojin:

— Hâlâ yatakta yattığımı sanıyorlar. Oysa ben, hasta olmama karşın, kimseye bir şey söylemeden trene atladığım gibi yola çıktım. Geliyorum işte. Kapıyı açıp beni karşında görünce ne yapacaksın bakalım sevgili ağabeyim Semyon Semyonıç! Biliyorum, çok çekiştirdin beni toprağı bol olsun babama. Evet, biliyorum, Nastasya Filippovna olayında gerçekten de çok kızdırdım babamı. Bütün suç bendeydi. Yanlış yaptım.

Memur, bir şeyi anlamaya çalışıyormuş gibi, yaltaklanarak sordu:

— Nastasya Filippovna olayında mı?

Rogojin katlanamıyormuş gibi bağırdı ona:

— Tanımıyorsun ki onu, sana ne!

Memur mağrur bir tavırla,

— Niçin tanımayacakmışım, tanıyorum! diye karşılık verdi.

— Şuna bak! Dünyada yalnızca bir Nastasya Filippovna mı var? Hem ne yüzsüz adamsın sen öyle! Sana söylüyorum, pislik! (Prense dönüp sürdürdü konuşmasını:) Böyle bir pisliğin hemen yakama yapışacağı içime doğmuştu sanki!

Memur ısrar ediyordu:

— Belki de tanıyorumdur efendim! Lebedev’in tanımadığı yoktur! İsterseniz beni azarlayın ekselans, ama ya kanıtlarsam tanıdığımı? Aynı Nastasya Filippovna’nın yüzünden babanız kızılcık sopasıyla haşlamıştı sizi. Soyadı Baraşkova’dır. Doğrusu, ünlü bir hanımefendidir kendileri. Bir çeşit prensestir de. Aynı zamanda Totskiy, Afanasiy İvanoviç Totskiy isminde, birtakım şirketlerin, derneklerin yönetim kurulu üyesi olduğundan General Yepançin’le yakın dostluk kurmuş, zengin bir toprak sahibiyle beraberdir…

Rogojin sonunda gerçekten şaşırmıştı.

— Vay be! dedi. Sen neymişsin! Tüh! Gerçekten de her şeyi biliyor adam.

— Bilir! Her şeyi bilir Lebedev! Aleksey Lihaçov ile iki ay dolaşmış adamım ben beyefendiciğim. O da babasını kaybetmişti… Anlayacağınız, her yere birlikte gidiyorduk. Sonunda Lebedev olmadan bir yere adımını atmaz olmuştu. Kendisi şu anda bir borç yüzünden içeride, ama o zamanlar Armance’ı da, Coralie’yi de, prenses Patskaya’yı da, Nastasya Filippovna’yı da, daha birçok kimseyi de tanıyordu.

Rogojin kötü kötü baktı memurun yüzüne; öfkeden dudakları bile bembeyaz olmuş, titriyordu.

— Nastasya Filippovna’yı mı dedin? Yoksa Lihaçov’la aralarında…

Memur aceleyle karşılık verdi:

— Hayır, hayır bir şey olmadı aralarında! Hiçbir şey olmadı! Asla olmadı! Onca para harcamasına karşın amacına ulaşamadı Lihaçov! Armance’a benzemez Nastasya Filippovna. Yalnızca Totskiy vardı onun için. Akşamları Bolşoy Tiyatrosu’na veya Fransız Tiyatrosu’na gider, Totskiy’in özel locasında otururlardı. Tiyatroda subaylar onunla ilgili bol bol konuşurlardı aralarında, ama konuştukları yalnızca şu kadarla kalırdı: “Bak, Nastasya Filippovna dedikleri kadın şu işte…” Başka herhangi bir şey söyleyemezlerdi, hiçbir şey! Söyleyebilecekleri başka bir şey yoktu çünkü.

Rogojin asık suratla doğruladı memuru:

— Çok doğru. O zaman aynı şeyi Zalyojev de söylemişti bana. Prens, bir gün sırtımda babamın üç yıllık eski redingotu, Nevskiy Caddesi’ni koşarak karşıdan karşıya geçiyordum, tam o anda Nastasya Filippovna da bir mağazadan çıkmış, arabasına biniyordu. Şurama bir ateş düştü sanki. Tam o sırada Zalyojev’le karşılaştım. Benim gibi biri değildir Zalyojev. Güzelce tıraş olmuş, berberden çıkıyordu. Saplı gözlüğü de gözündeydi. Oysa biz ucuz çizmelerle dolaşıyor, etsiz lahana çorbası ile karnımızı doyuruyorduk. Zalyojev şöyle dedi bana: “Sana göre biri değildir o… Bir prensestir. Adı Nastasya Filippovna, soyadı Baraşkova’dır ve Totskiy ile yaşıyor. Totskiy ise ondan nasıl kurtulacağını bilemiyor. Adam hayli yaşlandı, neredeyse elli beş oldu ve Petersburg’un en güzel kızıyla evlenmeye çalışıyor. Bugün Bolşoy’a bale izlemeye gidersen Nastasya Filippovna’yı parterdeki locasında görebilirsin. Locasında olacaktır.” Babama bale izlemeye gitmek istediğimi söyleyecek olsam öldüresiye döverdi beni! Yine de gizlice evden kaçtım ve bir kez daha gördüm Nastasya Filippovna’yı. O gece hiç uyumadım. Sabahleyin, toprağı bol olsun babam her biri beş bin ruble, yüzde beş faizli iki tahvil verdi bana. “Git bunları bozdur,” dedi. “Yedi bin beş yüz rublesini Andreyev’in bürosuna götür, kendisine ver, on binden geri kalanı bir yere takılmadan, doğru bana getir. Bekliyorum.” Tahvilleri sattım, parayı aldım, ama Andreyev’in bürosuna uğramadım, sağıma soluma bakmadan, doğru İngiliz mağazasına gittim, her birinin ucunda fındık iriliğinde birer pırlanta sallanan bir çift küpe aldım. Dört yüz ruble borçlu kaldım. Kim olduğumu söyledim, güvenip küpeleri verdiler. Küpelerle doğru Zalyojev’e gittim: Böyle iken böyle kardeşim, hadi Nastasya Filippovna’ya gidelim… Gittik. Oraya kadar nasıl gittiğimi bilmiyorum. Doğrudan konuk salonuna aldılar bizi. Nastasya Filippovna yanımıza çıktı. O anda kim olduğumu söyleyemedim, benim yerime Zalyojev söyledi: “Parfyon’dan… Parfyon Rogojin’den dünkü karşılaşmanızın anısına küçük bir armağan hanımefendi. Lütfen kabul buyurunuz.” Paketi açıp baktı Nastasya Filippovna, gülümsedi, “Bu inceliği için arkadaşınız Bay Rogojin’e teşekkürlerimi bildiriniz lütfen,” dedikten sonra selam verip çıktı. O anda nasıl oldu da ölmedim, bilmiyorum! Oradan çıkabildiysem, şöyle düşündüğümdendir: “Nasıl olsa öldüm ben! Kurtuluş yok…” Ama en ağırıma giden, şu şeytan Zalyojev’in olaydan yararlanmasıydı. Boyum kısaydı, kıyafetim berbattı, bir şey söylemeden öyle dikilip duruyor, aptal aptal kadının yüzüne bakıyordum. Utanıyordum çünkü. Oysa Zalyojev’in üzerinde son moda çok şık bir giysi vardı. Boynuna damalı bir kravat bağlamış, yüzüne kremler, pudralar sürmüş, saçlarını kıvırtmıştı. Öylesine ezilip büzülüyor, öylesine yaltaklanıyordu ki, Nastasya Filippovna’nın onu ben sandığından kuşkum yoktu! Dışarı çıkınca şöyle dedim Zalyojev’e: “Bana bak, sakın ola bir daha buraya benimle birlikte gelmeyi düşüneyim deme, duydun mu beni?” Güldü: “Sen şimdi Semyon Parfyonıç’a nasıl hesap vereceksin, onu düşün!” Ne yalan söyleyeyim, eve gitmektense kendimi oracıkta nehre atmayı düşünmüyor da değildim… Sonra “Aman, battı balık yan gider!” dedim kendi kendime ve her şeyi göze almış bir günahkâr gibi gittim eve.

Memur yüzünü ekşiterek (titremişti bile) şöyle dedi:

— Vah vah! (Prense döndü:) Toprağı bol olsun, babası değil on bin ruble için, on ruble için bile insanı dünyaya geldiğine pişman edecek biriydi.

Prens dikkatle bakıyordu Rogojin’e. Yüzü şimdi daha da beyazlaşmış gibiydi.

Memurun söylediğini tekrarladı Rogojin:

— Dünyaya geldiğine pişman edermiş! Sen ne bilirsin? (Prense dönüp sürdürdü konuşmasını:) Babam hemen öğrenmişti durumu. Zalyojev önüne gelene anlatmıştı olayı çünkü. Babam kolumdan tuttuğu gibi üst kata çıkardı beni, bir odaya kapadı, tam bir saat patakladı. “Bu daha başlangıç,” dedi, “asıl akşama görüşeceğim seninle.” Ne yapsa beğenirsiniz? O yaşta kalkıp Nastasya Filippovna’nın evine gitmiş, önünde yerlere kadar eğilip yalvarmış yakarmış, ağlamış… Kadın sonunda getirip kutuyu suratına fırlatmış. “Al işte, küpelerin moruk,” demiş. “Parfyon onları böylesine büyük bir tehlikeyi göze alıp bana getirdiğine göre, şimdi bu küpeler benim için on kat daha değerlidir. Selamlarımı, teşekkürlerimi ilet Parfyon Semyonıç’a.” Bu arada ben anacığımın hayır duasını alıp, Seryoja Protuşin’den borç aldığım yirmi rubleyle trene atladığım gibi Pskov’un yolunu tuttum. Eve vardığımda sıtmadan tir tir titriyordum. Yaşlı kadınlar hemen dualar okumaya başladılar. Sarhoştum. Sonra meyhane meyhane dolaşıp cebimdeki paranın hepsini içkiye verdim, zilzurna sarhoş, kendimi bilmeden sokaklarda yattım… Sabaha karşı zangır zangır titremeye başladım, bu arada köpekler de saldırmıştı üzerime. Kendime zor geldim.

Memur ellerini ovuşturarak kikirdedi.

— Öyle ama efendim, şimdi Nastasya Filippovna ile güzel günler başlayacak! Artık küpelerin sözü mü olur beyefendi! Daha ne küpeler armağan ederiz biz ona, değil mi?

Rogojin memuru kolundan kuvvetlice yakalayıp, bağırdı:

— Nastasya Filippovna’nın adını bir daha ağzına alırsan, Tanrı tanığım olsun, kırbaçlarım seni! Lihaçov’la çok gezip tozduğun belli!

— Kırbaçlayacaksan, beni kabul ediyorsun demektir! Kırbaçla öyleyse! Böylece kırbacının izi kalır üzerimde… A! Gelmişiz.

Gerçekten de tren gara giriyordu. Rogojin kimseye haber vermeden yola çıktığını söylemişti, ama yine de birkaç kişi karşılamaya gelmişti onu.

Ona şapkalarını sallıyor, sesleniyorlardı.

Rogojin kendisini karşılamaya gelenlere mağrur, hatta sanki biraz da kindar bir gülümsemeyle bakarak,

— Vay canına, Zalyojev de burada! diye mırıldandı. (Birden prense döndü:) Seni neden çok sevdiğimi bilmiyorum prens. Belki de böyle bir zamanda karşılaştığımızdandır; hoş aynı zamanda bununla da (başıyla Lebedev’i gösterdi) karşılaştım, ama hiç sevmedim onu. Uğra bana prens. Önce şu ayağındaki tuhaf şeyleri çıkarıp atalım. En kalitelisinden bir sansar kürkü alırım sana; birinci sınıf bir frak, beyaz ya da hangi renk istersen bir yelek diktiririm sana, ceplerini tıka basa para doldururum ve… sonra Nastasya Filippovna’ya gideriz! Geleceksin, değil mi?

Lebedev etkileyici, mağrur bir tavırla atıldı:

— Kabul edin Prens Lev Nikolayeviç! Sakın kaçırmayın bu fırsatı! Sakın ha!..

Prens Mışkin ayağa kalktı, kibarca elini uzattı Rogojin’e ve sevecen bir tavırla,

— Büyük bir zevkle geleceğim ziyaretinize, dedi, ayrıca beni sevdiğiniz için de çok teşekkür ederim. Gelebilirsem, bakarsınız bugün bile uğrarım size. Çünkü bütün içtenliğimle söylüyorum, ben de çok sevdim sizi. Özellikle de pırlantalı küpelerle ilgili anlattıklarınızdan sonra… Aslında yüzünüzün biraz asık olmasına karşın, daha önce de hoşlanmıştım sizden. Sözünü verdiğiniz giysiler ve kürk için de teşekkür ederim. Çünkü gerçekten de giysiye ve bir kürke acilen ihtiyacım var. Şu anda tek kapik bile yok cebimde.

— Akşama param olacak, çok param olacak, gel, bekleyeceğim seni!

Memur girdi araya:

— Olacak, olacak, akşama parası olacak!

— Peki, kadınlar konusunda usta mısın prens? Önceden söyleyin şunu!

— Ben mi? Yo, hayır! Aslında ben… Belki de bilmiyorsunuzdur… Doğuştan olan hastalığım nedeniyle kadınları hiç tanımam.

— Öyleyse, diye haykırdı Rogojin, prens sen gerçek bir meczupsun. Öylelerini sever Tanrı.

Memur tekrar karıştı söze:

— Evet, öylelerini Tanrı sever.

Rogojin memura döndü.

— Hadi bakalım yalaka, arkamdan gel!

Hep birlikte indiler trenden.

Lebedev amacına ulaşmıştı. Biraz sonra, Rogojin’i karşılamaya gelmiş gürültülü kalabalık Voznesenskiy Bulvarı’na doğru uzaklaştı. Prensin Liteynaya’ya gitmesi gerekiyordu. Hava rutubetli, ıslaktı. Gelen geçene sordu prens, üç versta yolu olduğunu öğrenince bir arabaya binmeye karar verdi.

Fyodor Mihailovic Dostoyevski
Kaynak: Budala (I. Bölüm, I. Kısım)

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version