Ana Sayfa Edebiyat Dostoyevski: “Akıllı Sıradanlar” ikiye ayrılır: dar kafalılar ve “kafası daha çok çalışanlar”

Dostoyevski: “Akıllı Sıradanlar” ikiye ayrılır: dar kafalılar ve “kafası daha çok çalışanlar”

“…Gerçekten de, diyelim, varsıl olmak, iyi bir aileden gelmek, eli yüzü düzgün olmak, fena bir eğitim almamış olmak, aptal olmak, hatta iyi yürekli olmak, ama aynı zamanda hiçbir yeteneği, hiçbir özelliği, hatta hiçbir tuhaflığı olmamak; kendine özgü hiçbir düşüncesi olmamak, tümüyle ve kesinlikle “herkes gibi” olmak… ne çekilmez bir durumdur! Varsıl ama Rotchild gibi değil; iyi bir adı var, ama önemli hiçbir şey o adla anılmaz; hoş bir dış görünüşü var, ama pek anlamlı değil; iyi bir eğitimi var, ama bu eğitimin nerede, ne uğurda kullanılacağı belli değil; akıl var -kendine ait düşünceleri yok; kalp var – gönül yüceliği yok vb. vb. Her şeyde çoktur; diğer bütün insanlar gibi bunlar da iki ana gruba ayrılırlar: dar kafalılar ve “kafası daha çok çalışanlar”.

İlk gruptakiler her zaman daha mutludur. Dar kafalı bir “sıradan” insan için kendisinin sıradışı ve alabildiğine özgün bir insan olduğunu düşünmekten ve en ufak bir kuşkuya kapılmaksızın bunun keyfini sürmekten daha kolay bir şey yoktur. Saçlarını kısacık kestirip mavi gözlük takmak ve kendilerini nihilist olarak adlandırmak bazı genç kızlarımıza kendi inançlarına sahip olmak için yeterliymiş gibi geliyor. Bir bakıyorsunuz, yüreğinde insanlığın yararına olacak küçücük bir düşünce doğan biri, hemen kendini kimselerin hissetmediği şeyleri hisseden, genel gelişmenin önünde giden biri gibi görmeye başlıyor; ya da her nasılsa herhangi bir düşünceyi benimsemiş ya da başı onu belli olmayan bir kitaptan bir sayfa okumuş biri, bir bakıyorsunuz bunların “kendi kafasından doğmuş düşünceler” olduğuna inanıyor. Burada karşımıza çıkan şeyin adı, tabiri caizse eğer, saflıktaki küstahlıktır ve gerçekten de insana dudak uçuklatan düzeydedir. Tüm bunların inanılmaz gibi görünmekle birlikte, durmadan karşılaştığımız şeyler olduğunu unutulmamalıdır. Saflıktaki küstahlık, ahmağın kendine sonsuz güveni, kendine ve yeteneklerine ilişkin en ufak bir kuşkuya kapılmaması, Gogol’ün Teğmen Pirogov tipinde gerçekten göz kamaştırıcı bir şekilde yansıtılmıştır. Pirogov’un, kendisinin bir dega olduğundan hatta bütün dehaların üstünde bir deha olduğundan hiçbir kuşkusu yoktur; o kadar yoktur ki, bu konuda kendine tek bir soru sormaz; aslında onun için soru diye bir şey de yoktur. Büyük yazar, sonunda, okurun incinen alak duygularını onarmak adına onu kırbaçlamak zorunda kalır; ma bu büyük adamın, onca aşağılamadan, işkenceden sonra silkinip ayağa kalkar kalkmaz güç toplamak için bir dilim böreği mideye indirdiğini görünce şaşkınlık ve çaresizlikle ellerini iki yana açmış, okurlarını da öylece bırakmıştır. Doğrusunu isterseniz Gogol’ün büyük Pirogov’a teğmenlik gibi küçük bir rütbe yakıştırmış olması hep yüreğimi acıtmıştır benim; neden derseniz, onun için, geçen yıllarla birlikte omuzlarında apoletlerinin de “kalabalıklaşacağını” ve kendisinin büyük bir kumandan olacağını düşünmekten daha kolay bir şey yoktur;  hatta düşünmek falan değil, bu onun için kuşku duyulmaz bir gerçekliktir: Genelde olduktan sonra, neden gerçek bir askeri birliği yöneten komutan da olmasın? Savaş alanlarındaki çoğu korkunç bozgunun altındaki imzalar hep böyle komutanlara ait değil midir! Yazgı dünyamızda, bilim dünyamızda, propagandacılarımız arasında ne çok Pirogov vardı! Bakmayın “dı” dediğime, kuşkunuz olmasın şimdi de var bunlar.

Anlattığımız öykünün kişilerinden Gvrila Ardaalyonoviç İvolgin’in yüreği baştan son özgün olma hevesiyle dolu idiyse de, kendisi ne yazık öbür gruptandı, “daha akıllılar” grubundan. Ama yukarda da değindiğimiz gibi bu grubun üyeleri, birinci gruptakilerden çok daha mutsuzdur. “Sıradan” olan, ama aynı zamanda akıllı olan bir insan (“akıllı sıradan” diyelim buna), kendini bir an (geçici olarak ya da haatta ömrü boyunca) özgün bir kişi ya da bir deha olarak görse bile, yüreğinde, kendisini zaman zaman tam bir umutsuzluğa götürecek bir kuşku kurtçuğunun kalmasını önleyemez. Öte yandan gerçekliğe boyun eğmesi durumunda, tüm benliğinin kibir denen zehirle zehirlenmesi kaçınılmazdır. Ancak biz burada sanırım biraz aşırıya kaçtık: Akıllı sıradanların büyük çoğunluğu için durum o kadar da trajik değildir; yıllar ilerledikçe karaciğer hafiften teklemeye başlar, hepsi bu! Ama yine de, bu insnalar ilk gençliklerinden başlayıp duruldukları, boyun eğdikleri çağlara dek, salt bu özgün olma hevesi uğruna az çılgınlık yapmazlar. Tuhaf denebilecek olaylara rastlandığı da olur bu arada: Bakarsınız, dürüst bir insan, özgün olma adına aşağılık bir iş yapmış; kimi kez de bu bahtsızlıklardan kendi ailesinin yanısır,a gecesini gündüzüne katarak bir başka ailenin daha geçimini üstlenenleri -dürüt olmanın da ötesine geçip iyilik yapanları- görürsünüz. Sonları iyi değildir böylelerinin: Ömürleri boyunca huzur bulamazlar! İnsanca bir iş yaptığını, insanlık görevini yerine getirdiğini düşünmek hiçbir şekilde yatıştırmz, avutmaz bunları; hatta, tam tersine, daha da sinirlerini bozar: “İşte ömrüm boyunca bunlar için uğraştım, bunlara bağladı elimi ayağımı barutu bulmama engel oldu!” Hepsinden ilginci de, herhalde, bu bayların neyi bulacaklarını, ömürleri boyunc abulmaya hazırlandıkları şeyin ne olduğunu, barut mu yoksa Amerika mı olduğunu bilmemeleridir. Onların buluş yapma tutkuları, bu buğurda çektikleri acılar, özlemler Kolomb’la Galile’nin payına düşenden çok daha büyüktür.”

Dostoyevski
Akıllı Sıradanlar, Budala
İletişim Yayınları sf. 559-560-561

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version