Ana Sayfa Edebiyat Cesar Pavese ve Örnek Çilekeş Olarak Edebiyat Sanatçısı – Susan Sontag

Cesar Pavese ve Örnek Çilekeş Olarak Edebiyat Sanatçısı – Susan Sontag

“En zengin üslup, baş karakterin yapay sesidir.” (Pavese)

Cesar Pavese yazmaya 1930 yılı civarında başlamıştı ve bizim ülkemizde çevrilmiş ya da yayınlanmış eserlerinin hepsi (The House on the Hill [Tepedeki Ev], The Moon and the Bonfires [Ay ve Şenlik Ateşleri], Among Women Only [Sadece Kadınlar Arasında] ve The Devil in the Hills [Tepelerin Şeytanı]) 1947-1949 yılları arasında kaleme alınmıştı. O yüzden İngilizce çevirilerle sınırlı kalan okur, Pavese’nin eserlerini bir bütün olarak değerlendirip genelleme yapma imkanını bulamayacaktır. Ancak sadece yukarıda adları anılan dört romanından bile anlaşılan, bir romancı olarak Pavese’nin asıl kıymetinin incelik, tasarruf ve kontrolde yattığıdır. Üslûbu düz, kuru ve duygusallıktan uzaktır. Konuları genellikle şiddet içerse de Pavese romanlarında bir soğukkanlılığın varlığından söz edilebilir. Bence bunun sebebi, asıl konunun hiçbir zaman şiddetin meydana gelmesine (örneğin Sadece Kadınlar Arasında’daki intihar, Tepelerin Şeytanı’ndaki savaş) yoğunlaşmaması, daha ziyade anlatıcının ihtiyatlı öznelliğine ağırlık vermesidir.

Bir Pavese kahramanının tipik gayreti, akıcılığı yakalamaya yöneliktir; tipik sorunuysa, iletişim kurulamıyor olması. Romanları vicdan krizleri ve bu krizlerin yaşanmasına karşı koyma hakkındadır. Romanlarında heyecanların belli ölçüde törpülendiği, duyguların ve bedensel canlılığın solduğu farz edilir. Kendi duygularıyla yaptıkları melankolik deneyler ile ironi arasında gidip gelen. erken hayal kırıklığına uğramış bu oldukça medeni kişilerin ıstırapları aslında bizlerin aşina olduğumuz şeylerdir. Ancak modern çağ duyarlılığının bu damarıyla ilgili başta türde irdelemelerden (sözgelimi, son seksen yıldaki Fransız romanlarıyla şiirlerinin büyük kısmından) farklı olarak Pavese’nin romanları, hissiz ve yalın bir içerikle yüklüdür. Asıl olaylar her zaman sahne dışında ya da geçmişte akar ve erotik sahnelerden tuhaf biçimde uzak durulur.

Pavese, sanki birbirleriyle kurdukları mesafeli ilişkileri telafi etmek amacıyla, karakterlerini bulundukları ortamların (örneğin, üniversiteyi okuduğu ve yetişkin hayatının büyük kısmını geçirdiği Torino’nun şehir manzarasının, ya da o şehri kuşatan, doğup büyüdüğü Piemonte kırlarının) göbeğine sokar. Ancak bu yer duygusu ile bir yerin anlamını bulup keşfetme arzusu. Pavese’nin metinlerine bölgesel bir kurmaca özelliği kazandırmaz; zaten romanlarının İngilizce konuşan okur arasında fazla heyecanla karşılanmamasını (ikisinden de çok daha yetenekli ve özgün bir kalem olduğu halde Silone ya da Moravia’nın yarattığı heyecanın yanına bile yaklaşamamasını) kısmen bununla açıklayabiliriz. Pavese’deki yer ve insan duygusu, bir İtalyan yazarda bulunduğunu tahmin edeceğimiz şeyler değildir. Gerçi Pavese, Kuzey İtalyalıdır; Kuzey İtalya da yabancıların hayallerindeki kalya sayılmaz. Torino ise tarihsel bir yankı uyandırmayan ve yabancıları ülkeye çekecek bir duygusal haleden yoksun, büyük bir sanayi şehridir. Pavese’nin Torino’su ile Piemonte’sinde tek bir anıt, tek bir yerel renk, en ufak bir etnik cazibe göremezsiniz. Bu şehirler yok değildir, ancak varlıkları erişilmez, anonim ve insandışı yerler olma özellikleriyle sınırlıdır.

Pavese’de kişilerin yerlere karşı duygusu (insanların bir yerin kişisellik dışı gücüyle mıhlanıp kalmaları) Alain Resnais’nin ve özellikle Michelangelo Antonioni’nin Dostluk (ki Pavese’nin en iyi romanı Sadece Kadınlar Arasında’dan uyarlanmıştır), Serüven ve Gece filmlerini görenlerin iyi bildikleri bir duygudur. Gerçi Pavese’nin romanlarının erdemleri halkın çok diyelim Antonioni’nin filmlerinin erdemlerinden daha fazla benimsediği değerler değildir. (Antonioni’nin filmlerini sevmeyenler, bu yapımları ‘edebi’ ve ‘fazla sübjektif diye tanımlarlar.) Antonioni’nin filmleri gibi Pavese’nin romanları da iyi işlenmiş, bulanık (ama asla anlaşılmaz olmayan), sakin, antidramatik ve içine kapalı yapımlardır. Antonioni’nin büyük bir yazar olmaması gibi Pavese de büyük bir yazar değildir. Fakat İngiltere’de ve Amerika’da şimdiye kadar elde ettiğinden daha fazla ilgi görmeye layık bir yazardır.[1]

Yakın bir zamanda İngilizcede Pavese’nin 1935 ile kırk iki yaşındayken intihar ettiği 1950 yılı arasındaki günlükleri yayınlandı. * Pavese’nin günlükleri, onun romanlarını hiç bilmeden de, özgün bir modern edebi türün örneği (yazarın ‘günce’si, ‘defterler’i ya da ‘günlüğü’) şeklinde okunabilir.

Bir yazarın günlüğünü okumak istememizin sebebi nedir? Yazarın kitaplarına açıklık getirdiği için mi? Genellikle bu aradığınızı bulamazsınız. Daha muhtemel olanı, gelecekte yayınlanacak olması gözetilse dahi, günlük formunun işlenmemiş bir yazı biçimi olmasından dolayıdır. Günlüklerde yazarı birinci tekil şahıs kalemiyle okuruz; eserlerindeki ego maskelerinin ardındaki egoyla karşılaşırız. Bir roman ne derece mahrem bir dille kaleme alınmış olursa olsun bize bunu sağlayamaz; yazarın birinci tekil şahısla ya da kendisini şeffaf biçimde yansıttığı bir üçüncü tekil şahısla yazıyor olması dahi bu söz konusu değildir. Pavese’nin İngilizceye çevrilen dördü dahil romanları, birinci tekil şahıs anlatımıyla yazılmıştır. Yine de biz, onun romanlarındaki ‘ben’in, Yitik Zamanın Peşinde’yi anlatan ‘Marcel’in Proust’la, Davayı ve Şatoyu anlatan ‘K.’nın Kafka’yla özdeş olduğundan daha fazla Pavese’nin kendisi olmadığını biliriz. Oysa bununla yetinmeyeceğimiz ortadadır. Dini inancın çağlar boyunca insanın kendini feda etmesini gerektirdiği gibi, modern okurun talebi, yazarın çıplak halidir.

Günlükler bir yazarın ruhunun atölyesini gösterir. Peki, yazarın ruhu bizi niçin ilgilendirir? Tabii ki genel olarak yazarlara ilgi duymamızdan dolayı değil. Daha ziyade çağımızda, Paul ve Augustine’in önünü açtığı, benliğin keşfini ıstırap çeken benliğin keyfiyle eşitleyen Hıristiyan içe bakış geleneğinin en son ve en güçlü mirası olan psikolojiyle tatmin olmak bilmez bir ölçüde uğraşmamızdan dolayı. Modern bilinç açısından sanatçı (azizin yerini alan kişi) örnek bir çilekeş durumuna gelmiştir. Sanatçılar arasında, ıstırabını en iyi ifade etsin diye beklediğimiz kişi de yazardır, söz ustasıdır.

Yazar, hem acı çekmenin en derinlere uzanan yollarım öğrenmiş, hem de acılarını yüceltmenin (Freudçu anlamda değil, düz anlamıyla yücelterek) profesyonel bir vasıtasını bulmuş olmasından dolayı örnek bir çilekeştir. Bir kişi olarak yazar acı çeker; yazar olaraksa acılarını sanata tahvil eder. Tıpkı azizlerin ruhların selamete ermesi adına acı çekmenin yararlılığı ve zorunluluğunu keşfetmiş olmaları gibi yazar da, acılarını sanatta kazanca çevirerek kullanmayı keşfeden kişidir.

Pavese’nin günlüklerindeki birlik, acılarından nasıl faydalanacağı ve nasıl acılarına göre harekete geçeceği üzerine düşüncelerindedir. Edebiyat, bir yoldur. İnziva ise, gerek sanatı bileyip kusursuzlaştırmanın bir tekniği, gerekse kendi başına taşıdığı bir diğer olarak başka bir yol. “Üçüncü bir yolsa, acıların nihai kullanım biçimi sayılan (ve acıların sona ermesi olarak değil de acılarından hareket etmenin nihai biçimi olarak tasarlanan), intihar.

Böylece, günlüğe 1938’de yazılan bir paragrafta dikkate değer şöyle bir düşünce silsilesiyle karşılaşırız: “Edebiyat, hayatın saldırılarına karşı bir savunmadır. Edebiyat, hayata şunu söyler: ‘Sen beni kandıramazsın. Ben senin huylarını biliyor, tepkilerini önceden kestirip takip etmekten haz duyuyor ve önüne, olağan akışını kesintiye uğratan kurnazca engellemeler çıkararak sırlarını çalıyorum.’ … Genel olarak şeylere karşı diğer savunma mevzu, yepyeni bir ileri atılım güç toplarken başvurduğumuz sessizliktir. Fakat biz bu sessizliği kendimize zorla kabul ettirmeliyiz; yoksa sessizlik bize başkalarınca dayatılmamalıdır, hele ki ölüm tarafından hiç. Kendi adımıza zorlu bir yolu seçmek, o zorluğa karşı biçim tek savunma kalemizdir. … Doğaları gereği sonuna kadar acı çekme kapasitesi olanların bir üstünlükleri vardır. Zaten acının gücünü elinden alabilmemiz, acıyı kendi yaratımız, kendi tercihimiz hale getirmemiz ancak böyle, acılarımıza boyun eğerek mümkün olabilir. Bu da intihar etmek için iyi bir gerekçedir.”

Yazar günlüğünün modern biçimi, bu türde emsal oluşturan en önemli isimleri (Stendhal, Baudelaire, Gide, Kafka ve şimdi Pavese) inceleyecek olursa tuhaf bir evrim sergilemiştir. Burada bencilliğin fütursuzca ortaya konması, kahramanca bir şekilde benlikten vazgeçilmesi arayışına çevrilir. Pavese’de, Gide’in hayatını bir sanat eserine çeviren Protestanca anlayışından, hırslarına saygı göstermesinden, hislerine güvenmesinden ve kendine aşık olmasından eser yoktur. Pavese’de, Kafka’nın kendini acılarına, hiç alaya başvurmadan hasretmesinden de eser yoktur. Romanlarında ‘ben’i çok serbestçe kullanan Pavese, günlüklerinde kendisinden genellikle ‘sen’ diye bahseder. Günlüklerinde kendini betimlemiyor, kendine sesleniyordun Kendisinin ironik, nasihat edici, sitemkar seyircisidir. Benliğin bu şekilde ayraca alınmasının nihai sonucu da kaçınılmaz biçimde intihar olacak gibi görünmektedir.

Günceler aslında, uzun soluklu bir kendini değerlendirmeler ve kendini sorgulamalar dizisidir. Güncelerde günlük hayatla ya da gözlemlenen olaylarla ilgili kayıtlar olmaz; aileler, arkadaşlar, sevgililer, meslektaşlar ya da (Gide’in Günlüklerinde gördüğümüz üzere) kamusal hayatta meydana gelen olaylara tepkilerle ilgili notlar da bulunmaz. Bir yazar günlüğünün içeriği konusunda daha geleneksel beklentileri karşılaşan şeyler ( Coleridge’in Defterler’inde ve yine Gide’in Günlüklerinde gördüğümüz üzere), üslûbun ve edebi kompozisyonun genel sorunlarıyla ilgili düşüncelerden ve yazarın kendi okumalarına dair tuttuğu değişik notlardan ibarettir. Pavese, İtalya dışına hiç seyahat etmemiş olsa da ziyadesiyle ‘iyi Avrupalıdır; tuttuğu günceler, bütün Avrupa edebiyatı ve düşüncesinin, dahası (özellikle ilgilendiği) Amerikan yazımının onun yurdu olduğunu teyit eder. Pavese sadece bir romancı değil, ayrıca kültür adamıdır (uomo di cultura): şair, romancı, kısa hikaye yazan, edebiyat eleştirmeni, mütercim ve İtalya’nın sayılı yayınevlerinden birinde (Einaudi) editör. Güncelerinde bu kalem erbabı olarak yazarın havasını koklarsınız. Yine güncelerinde, ömrü boyunca vazgeçmediği, Rig-Veda, Euripides ve Defoe’dan Corneille, Vico, Kierkegaard ve Hemingway’e kadar uzanan, muazzam çeşitlilikteki okumalarıyla ilgili hassas ve incelikli yorumlar bulursunuz. Fakat ben burada güncelerinin bu yönünü ele almayacağım, çünkü yazar günlüklerinde modern okurun ilgisini çeken yön bu değildir. Yine de şunu not düşmek gerekir ki, Pavese kendi yazdıklarını ele alırken bir yazar olmaktan ziyade okur ya da eleştirmen tarafını öne çıkarır. Ne halihazırda yazmakta olduğu şeyleri gündeme getirir, ne planlarını anlatır, ne de yazılacak hikaye, roman ve şiir taslaklarından bahseder. O, sadece bitmiş eserleri üstüne eğilmektedir. Günlüklerinde atladığı, dikkat çeken başka bir nokta, siyaset alanındaki görüşleridir ne 1935’te uğruna on ay hapiste kaldığı antifaşist faaliyetlerine yer verir, ne de Komünist Partiyle uzun süren, ikircimli ve sonunda hüsranla sonuçlanan ilişkisine.

Güncelerde iki kişinin seçildiği söylenebilir: kişi olarak Pavese ile, eleştirmen ve okur olarak Pavese. Ya da şöyle: ileriye dönük düşünceleriyle Pavese ile, geçmişe dönük düşünceleriyle Pavese. Yazarın hisleri ve projelerinin kendinden yakıma ve arındırıcı bir yönü bulunur; düşünmenin odağı, yetileridir bir yazar olarak, kadınlara aşık biri olarak ve intihan düşünen biri olarak yetenekleri. Arkasından, düşünmeden kaynaklanan yorumlar gelir: tamamlanmış kitaplarının bazılarının çözümlemesi ve bu kitaplarının tüm külliyatı içindeki yeri; okumalarıyla ilgili notları. Pavese’nin hayatının ‘bugün’ü günlüklerine dahil edildiğindeyse, bu esasen kapasitesiyle imkanlarının irdelenişi şeklindedir.

Yazmanın dışında Pavese’nin durmadan tekrarladığı iki mesele vardır Bunlardan birisi, Pavese’nin aklını henüz üniversite yıllarından beri çelmiş olan intihar tasavvurudur ve bu, neredeyse güncelerinin her sayfasında rastlanan bir şeydir. Diğer meselesiyse romantik aşk ve erotik başarısızlıktır. Pavese kendisini, cinsel teknik, aşkta umutsuzluk ve cinsiyet savaşı hakkındaki her çeşit teoriyle aşılmaz bir duvara dönüştürdüğü cinsel yetersizlikten dolayı derinden eziyet çeken bir halde takdim eder. Kadınların yırtıcılığı ve cinselliği kullanmalarıyla ilgili saptamaları, aşkta ya da cinsel tatmin sağlamakta başarısızlığa uğrama itiraflarının aralarına serpiştirilmiştir. Hiç evlenmemiş olan Pavese, günlüğünde uzun aşk ilişkileriyle ve rastgele cinsel deneyimleriyle ilgili tepkilerini genellikle tam da sorun çıkacağını tahmin ettiği anlarda veya fiilen başarılı olamadığını görmesinin ardından kaydeder. Kadınlar asla anlatılmaz; ilişkilerinde neler yaşadığı ima dahi edilmez.

Pavese’nin bizzat yaşadığı üzere, iki tema tamamen iç içe geçmiştir. Ömrünün son aylarında, Amerikalı bir film yıldızıyla süren mutsuz ilişkinin tam ortasında şunları yazar: “İnsan kendini bir kadına duyduğu aşktan dolayı öldürmez, ama aşk her türlü aşk bizi çıplaklığımızla, sefaletimizle, kırılganlığımızla, hiçliğimizle ele verdiği için öldürür. … Derinde, çok derinde akıp giden şu muhteşem aşka sarılmamış mıydım… şu eski düşünceye varmak için daimi ayartıcım, şunu tekrar aklımda dolandırmanın bahanesi olsun diye: aşk ve ölüm. Kalıtımla gelen bir kalıp.” Pavese ironik bir bakışla tekrar şunu vurgular: “Tıpkı ölümü düşünmemek elden gelen bir şey olmadığı gibi, kadınları düşünmemek de elden gelmez.” Kadınlar ve ölümün Pavese’yi büyülemediği hiç olmamıştır; üstelik hep aynı derecede bir endişe ve marazilikle, çünkü Pavese’nin ikisiyle de asıl derdi, kendini kadınlara ve ölüme denk bulup bulmadığıydı.

Pavese’nin kendini aşk konusunda söylemeye mecbur hissettiği şey, romantik idealizasyonun tanıdık öbür yüzüdür. Pavese, Stendhal’le birlikte, aşkın özünde kurmaca bir şey olduğunu yeni baştan keşfeder; aşkın bazen hataya düşmesi değildir burada sözünü ettiği, özünde aşkın kendisi hatadır. Bir başka kişiye bağlılık diye gördüğümüz olgu, yalnız egonun danslarından biri olarak açığa çıkartılır. Aşkla ilgili bu görüşün yazarın modem çağdaki işiyle nasıl uyuştuğu kolayca anlaşılabilir. Sanatı taklit sayan Aristotelesçi gelenekte yazar, kendisi dışında bir şeyle ilgili hakikati anlatmanın aracı ya da vasıtasıydı. Sanatı ifade sayan modern gelenekteyse (kabaca Rousseau’dan itibaren) sanatçı, kendisi hakkındaki hakikati anlatmaktadır. Dolayısıyla, insanın kendisiyle ilgili bir deneyim ya da kendisinin ifşa edilmesi olarak görülen, kendisini aldatıcı bir şekilde sevilen bir kişinin ya da nesnenin değerinin yaşantısı ya da açığa çıkartılması olarak yorumlanan bir aşk teorisinin gündeme gelmesi kaçınılmazdı. Aşk, sanat gibi, kendini ifade etmenin bir aracı haline gelmiştir. Fakat bir kadına ulaşmak bir romana ya da şiire varmak kadar yalnız başına yapılan bir eylem olmadığından başarısız kalmaya mahkûmdur. Günümüzde edebiyat ve sinemadaki ciddi eserlerde yaygın görülen temalardan birisi, aşkta başarısızlıktır. (Örneğin Lady Chatterley’in Sevgilisi’nde ya da Louis Malle’nin filmi Aşıklardaki gibi bunun tam zıttı bir görüşle karşılaştığımızda onu ‘peri masalı’ diye tanımlayıp geçiştirme eğilimi duyarız.) Aşk, doğuşu hata olduğu için ölür. Ancak insan dünyayı, Pavese’nin sözleriyle, ‘kendini düşünme cangılı’ saydığı müddetçe bu hata hep bir gereklilik olarak kalır. Yalnız kalmış ego acı çekmekten kesilmez. “Hayat acıdır ve aşkın zevki bir uyuşturucudur.”

Modern çağda erotik bağlılığın kurmaca niteliğine inanılmasının başka bir sonucu, karşılıksız aşkın kaçınılmaz cazibesini yeni bir bilinçle kabullenmektir. Aşk yalnız egonun hissettiği ve yanlış biçimde dışa doğru yansıtılan bir duygu olduğundan, sevilen kişinin egosunun içine girilemeyişi romantik muhayyilede hipnotik bir çekim ortaya çıkarır. Karşılıksız aşkın ayartıcılığı, Pavese’nin deyişiyle ‘mükemmel davranış’ ile güçlü, mutlak anlamıyla yalıtılmış, kayıtsız egonun birliğinde yatar. Pavese 1940’da güncesine şu satırları yazmıştır: “Mükemmel davranış tam bir kayıtsızlıktan doğar. Herhalde bu yüzdendir ki bizler her zaman, kendimizi umursamayan birine delice aşık oluruz; sevilen kadın ‘tarz’ı, ‘muhteşemlik’in büyüsünü, arzulanabilir olan her şeyi temsil edecektir.”

Pavese’nin aşkla ilgili sözlerinin pek çoğu, Denis de Rougemont’un ve Batı muhayyilesine sahip diğer tarihçilerin tezini destekleyen birer örnek vakayı andırır. Adını andığım bu Batılılar, Tristan ve Isolde’den itibaren cinsel aşkın Batı’da geçirdiği evrimi ‘romantik ıstırap’ ve ‘ölüm isteği’ kapsamında değerlendirmişlerdir. Fakat Pavese’nin güncelerinde ‘yazma’, ‘seks’ ve ‘intihar’ terimlerinin çarpıcı bir retorik üslûpla iç içe geçirilmiş olması, modem biçimiyle bu duyarlılığın daha karmaşık olduğunun göstergesidir. Rougemont’un tezi, Batılıların aşkla ilgili modern çağın kötümserliğin (aşkın ve duyumsal tatminin umutsuz projeleri yansıttığı görüşünün) değil de aşka fazla değer yüklemelerine ışık tutabilir. Pavese’nin şu sözünün altına muhtemelen Rougemont da imza atardı: “Aşk, dinlerin en ucuzudur.”

Kendi görüşümce, modern aşk kültü, Rougemont’un ortaya attığı gibi Hıristiyanlığın bir sapkın mezhebinin (gnostik, manici, katharosçu) hikayesine dahil değildir; bilakis, modern çağın temelinde yer alan ve özgün bir yere sahip olan hislerin kaybolmasıyla uğraşıp durmayı yansıtır. Pavese güncelerinin başka bir yerinde sürekli kederlenmesine sebep olan kendine yabancılaşma halinden umutla bahsederken, “Kendimize sanki romanlarımızdan birindeki karakterlermişiz gibi bakma sanatı”nı işleme dileğinin “kendimize yapıcı bir şekilde yaklaşıp, bunun meyvelerini toplamamızı sağlayacağı”nı vurgular. Çünkü, Pavese’nin güncesinin başka bir yerinde gözlemlediği gibi, “Hayat, bedende başlar”. Ona göre, beden aklından sürekli sızlanmaktadır. Uygarlık insan hayatının nesnel bakımdan bedenin sorun haline geldiği aşaması şeklinde tanımlanabilirse şayet, o takdirde şu anki uygarlık uğrağımız öznel bakımdan bu sorunun bilincine vardığımız ve kendimizi bu sorunun tuzağına yakalanmış hissettiğimiz aşaması diye nitelenebilir. Şimdi biz bedenin hayatına özlem duyuyor, Museviliğin ve Hıristiyanlığın çileci geleneklerini reddediyoruz, fakat dini geleneğin bize yüklediği genelleşmiş duyarlılığın sınırları içerisine kapanmayı da sürdürüyoruz. Sızlanmalarımız hep bundan; kendimizi geri çekip, mesafeli bir yerde duruyoruz; durmadan yakınıyoruz. Pavese’nin kesin bir yalnızlık ve münzevi hayatı sürme gücü arayan aralıksız duaları (“Kahramanlıkta tek kural yalnız, yalnız, yalnız kalabilmektir”), tümüyle hislenmeyi başaramamasından duyduğu yakınmalarıyla uyum içerisindedir. (Örneğin en iyi arkadaşı, seçkin profesör ve Direniş hareketi önderi Leone Ginzburg 1940’da faşistlerce işkence edilerek katledildiğinde en ufak bir duygu hissetmemesi konusunda yazdıklarına bakabilirsiniz.) Modern aşk kültü işte burada yerini bulur: Modern aşk kültü, kendimizi hissetmemizin kuvveti bakımından test etmemizin ve kendimizdeki eksikliği görmenin başlıca aracıdır.

Cinsiyetler arasındaki aşka antik Yunanlıların ve Doğuluların bakışından farklı, çok daha önem atfederek baktığımızı; modern çağın aşk görüşünün ne ölçüde hafifletilmiş ve sekülerleştirilmiş olsa da Hıristiyanlığın ruhunun bir uzantısını temsil ettiğini herkes biliyor. Fakat aşk kültü, Rougemont’un iddia ettiği gibi, bir Hıristiyanlık sapkınlığı değildir. Hıristiyanlık, ilk doğuşundan itibaren (Paulus) romantik olan dindir. Batı’daki aşk kültü, acı çekme(çarmıh paradigmasıyla) ciddiyetin üstün nişanesi sayılan acı çekmenin kültünün bir yönüdür. Antik çağdaki İbraniler, Yunanlılar ve Doğulularda bizim aşka yüklediğimiz değerin aynısına rastlamayız, zira biz onlarda acıya ve ıstırap çekmeye olumlu bir değer atfedildiğini görmeyiz. Acı çekmek, ciddiyetin işareti sayılmazdı; bilakis, ciddiyet insanın acı çekmenin kefaretinden sakınma ya da acıyı aşma becerisiyle, hayatında dinginliği ve dengeliliği yakalama becerisiyle ölçülmekteydi. Oysa bize miras kalan duyarlılık, tinselliği ve ciddiyeti kargaşayla, acı çekmeyle ve tutkuyla bir saymaktadır. İki bin yılı aşkın zamandır Hıristiyanlarla Museviler arasında acı çekiyor olmak tinsel bir moda sayılmıştır. Dolayısıyla, biz aşka değil, acıya (daha kesin olarak, acı çekmenin getirdiği tinsel değerlerle faydalara) aşırı değer yüklemekteyiz.

Hıristiyanlığın bu duyarlılığına modern çağın getirdiği katkı, sanat eserleriyle cinsel aşk hamlelerinin, en fazla acı çekilen iki nadir kaynak haline geldiğinin keşfedilmesidir. Bizim bir yazarın kaleminden çıkmış güncelerde aradığımız ve Pavese’nin de huzursuz edici bir cömertlikle sunduğu şey de budur.

[1] Aynı durum başka bir İtalyan yazar olan. Pavese’yle aynı yıl (1908) doğup geniş bir hikaye ve roman külliyatına sahip, hayatta olan ve yazmaya devam eden Tommaso Landolfi için de geçerlidir. İngilizcede şu ana değin tek bir kitapla, Gogol’un Kansı ve Başka Hikâyeler başlığıyla dokuz kısa hikâyesinden oluşan bir seçkiyle temsil edilen Landolfi, çok farklı üsluba sahip ve en iyi metinlerini çıkardığında Pavese’den daha kuvvetli bir yazardır. Landolfi’nin marazi mizahı, sıkı entelektüelliği ve oldukça gerçeküstücü nitelikteki felaket anlayışı onu Borges ve Isak Dinesen gibi yazarlara yaklaştırır. Fakat Landolfi’yle Pavese’nin, ikisinin de eserlerini bugün İngiltere ve Amerika’da yazılan çoğu romandan farklılaştıran ve anlaşılan o tür romanın okurlarına cazip gelmeyen ortak bir yönleri bulunur. ikisinin ortak yönü, esasen tarafsızca, kendini sakınan bir yazma tasavvurudur. Bu türde metinlerde bir hikayenin nakledilişi, ağırlıklı olarak zekanın devreye sokulması anlamına gelir. Hikaye nakletmek doğruca zekayı kullanmaktır; Avrupa ve Latin Amerika romanının ayırt edici özelliği sayılan anlatıdaki birlik, anlatıcının zekasının birliğidir. Fakat günümüz Amerika’sında yaygın olan roman yazımında zekanın böyle sabırlıca, zahmet çekerek ve gösterişsizce kullanılmasına çok az rastlanır. Amerikalı yazarlar çoğunlukla olguların kendiliğinden anlaşılmasını, bir nevi kendiliğinden yorumlanmasını isterler. Eğer anlatının bir sesi varsa, muhtemelen zihne dokunmayan, hatta pek el değmemiş bir sestir. Dolayısıyla, Amerika’dan çıkan çoğu metin retorik içeriklidir (yani, araç amaç ilişkisiyle doludur) ve etkisini anti-retorik bir üslûpla (geride durmayı tercih edip, nihayetinde tarafsızca bir şeffaflığı amaçlayan bir üslupla) gösteren Avrupa’nın klasik yazımının tam zıttıdır. Hem Pavese hem Landofi tam da bu anti-retorik geleneğe ait kalemlerdir.

*Cesare Pavese, The Burning Brand: Diaries 1935-1950, İngilizceye çeviren: A.E. Murch (Jcanne Molli’yle birlikte), New York: Walker and Co.

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version