Ana Sayfa Edebiyat Büyük Atılımlar Adamı Jack London ile 80. Doğum Yılında John Dos Passos...

Büyük Atılımlar Adamı Jack London ile 80. Doğum Yılında John Dos Passos – Tomris Uyar

London da Martin Eden gibi tutulan bir yazar olur ve onun gibi intihar eder. Bu intiharı “burjuva bireyciliğinden kurtulamamak”la açıklamak kolaya kaçmak gibi geliyor bana. Onun “ruh sağlığı bozulmuş bir toplumda” soluk aldığını akıldan hiç çıkarmamak gerek.

Ölümsüzleşmek

Bugün, ölümünden altmış yıl sonra, bitimsiz bir saygınlıkla herkesi etkiliyor hâlâ. Yapıtları altmış sekiz dünya diline çevrilmiş olan büyük serüvenci, İngiltere’de, Batı ve Doğu Almanya’da, Fransa’da, Ukrayna ve Rusya’da yeni basımlar yapıyor, sonsuz bir yazın gücünün soylu örneklerine yeniden önder oluyor. Son günlerde Eskimo dilinde ve Japoncada tam on iki ayrı yapıtı yeniden yayımlandı. Küçük hikâyeleri ve klasikleşmiş romanları yüz binlerce yeni okurun dünyasına giriyor. Faşizmin o korkunç yüzüne yansıttığı ışık, 1900’lerde yazdığı romanı Demir Ökçe ile bir daha parıldıyor. Jack London’ın bu dev yapıtının 1924’te yayımlanan Fransızca çevirisine önsöz yazan Anatole France onun “kehanet” sayılabilecek “faşizm korkusu”na ayrıntılarıyla değinmiştir. İlk baskısından tam altmış sekiz yıl sonra İngiltere’de yayımlanan Iron Heel adlı romanın kapağında, Salvador Allende’yi ezen bir faşist subayın çizmesi yer alıyor. New Republic dergisinin tanınmış eleştirmeni Hovvard Lachtman, London’ın Amerika’da yeniden çıkan The Valley of tlıe Moon adlı romanını “bir başka kehanet şaheseri” diye tanımlarken şunları yazıyor: “Jack London, bu küçük şaheserinde, kentsel yıkımın ve çevresel pisliğin ürküntüsünü dile getirmiştir. Güzelim doğanın yavaş yavaş ölümünü duyuran bu yapıt, insancıllığa sırt çeviren bir bencillik düzeninin de özetini veriyor.”

“İçimdeki coşkunluk, yavan ve tatsız bir hayatla yetinmemi engelliyor” diyor Jack London. Ülkemizde yapıtları tekrar tekrar çevrilen, yayımlanan yazarların başta gelenlerinden London. Yalnızca “best-seller” okuyanları değil, gerçek edebiyat izleyicilerini, yazarları da sarsan bir yazar. Yaşama Hırsı adlı öyküler kitabı, kapitalizmin içyüzünü sergilemek amacıyla yazdığı Uçurum İnsanları (1902), Vahşetin Çağrısı (1903), Ademden Önce (1906), Demir Ökçe (1907) olağanüstü ilgi görmüş yapıtları.
1876’da San Francisco’da doğmuş John Grif fith London. Yoksul bir ailenin çocuğu. Gazete satıcılığı, balıkçılık, tayfalık, çamaşırcılık, altın arayıcılığı, savaş muhabirliği yapmış. Alaska’ya kadar gitmiş. Yaşadığı dönemin en önemli toplumsal olaylarından biri sayılan işsizler Ordusunun Yürüyüşü’ne katılmış. Derken sosyalist eylem, tutuklanma, İşçi Partisi’ne giriş… Amerikan toplumunun emperyalist aşamaya geçtiği korkunç çalkantılı bir dönemin tanığı Jack London.
Çocukluğunda başlayan, neredeyse hummalı diyebileceğimiz çalışma tutkusu, bedenini sonuna kadar kullanma isteği, yazarlığının da belirgin bir özelliği. 1909’da yayımlanan ünlü romanı Martin Eden, otobiyografik bir çalışma olması nedeniyle daha bir sevilen, ilgi gören kitaplarından. Romanda, yaşama kavgasına, dünyayla baş etmeye sırf kendi beden gücüne, sağlığına güvenerek girişen bir delikanlının sevdiği burjuva kızının gözüne girmek isteğiyle başlayan okuma ve yaratma serüvenini izliyoruz adım adım: London da Martin Eden gibi tutulan bir yazar olur ve onun gibi intihar eder (1916).
Bu intiharı “burjuva bireyciliğinden kurtulamamak”la açıklamak kolaya kaçmak gibi geliyor bana. Onun “ruh sağlığı bozulmuş bir toplumda” soluk aldığını akıldan hiç çıkarmamak gerek. Gönül verdiği İşçi Partisi’nin “ılımlı” tutumunun böyle coşkun bir yazarı nasıl hırpalayabileceği kolayca anlaşılabiliyor. Onun yaşamı boyunca düşman olduğu bir kavramdır “ılımlılık”. Kaba kuvvet, doğanın acımasızlığı ve insanın sömürülüşü London’ın derdi; dünyanın her yerinde birden olmak, en ağır işleri üstlenmek, ezilenlerin tümünü kucaklamak, yani hep “büyük” atılımlar… Küçük, ılık, sıradan bir şeye rastlayamazsınız London’da. Anlatımı anlattıklarıyla eş bir nabızda atar. O yüzden büyük bir başarıya ulaşır, pek az yazarın ulaşabildiği bir başarıdır bu: Anlatımın kendisi bir çeşit bildiriye dönüşür. Söylev yoktur; etli canlı kişiler ve durumlar söz konusudur. Durumları öylesine ustalıkla seçer ki, koyduğu açmazı yaşayan kişi geldiği sınıf gereği zaten başka türlü davranamaz. Martin Eden’ı adam etmeye, yola getirmeye, eğitmeye çalışan ukala Ruth’a öfkelenirsiniz, ama onun başka türlü davranamayacağını da bilirsiniz. Çünkü önemli olan Ruth’un değil geldiği sınıfın değerlerinin eleştirilmesidir.
Ülküdaşları Dreiser’dan, Sinclair’den bu özelliğiyle ayrılır London; romanlarının her sayfasında paylaştığınız, neredeyse ellerinizle tutabileceğiniz içtenliğiyle.

1896’da Şikago’da doğan John Dos Passos da benzer sözlerle anlatıyor dünya görüşünü: “Tek döşek, tek iş, tek yaşama elvermez” diyor. London’ın aksine, paraca durumu iyi bir ailenin çocuğu Dos Passos. Harvvard’da öğrenim görmüş. Birinci Dünya Savaşı’nda Amerikan Ordusunun Sağlık Servisi’nde görev yapmış, sonraları İspanya’da ve Yakın Doğu’da muhabir olarak çalışmış, 1921’de yayımlanan Üf Asker adlı romanında savaşın yıkıcılığını işlemiş; sonraları bu konuya sık sık döndüğünü görüyoruz.

J. P. Sartre, onun yazdıklarını “bir haber bülteni okur gibi”, yorumsuz, soğuk bir sesle okumak gerektiğini ileri sürüyor.
Gerçekten de en trajik romanlarında bile katı, uzak, alaycı bir anlatımın peşindedir Dos Passos. “Kişilerden çok mekanik davranışlar üstünde durur; moral sorumsuzluk, bilinçsizlik, usdışı güçlerle oradan oraya savrulan bireyler kol gezer romanlarında.” Amerikan yaşamasından kesitler verir. Gazete haberleri, reklam spotları, istatistikler, sayılar, yeni çıkmış şarkılar, eski tekerlemeler bir burgaç hızıyla dönüp savrulur… Zenciler, Yahudiler, İtalyanlar kendi İngilizceleriyle konuşurlar… 1925’te yayımlanan Manhattan Tmnsfer’da görülen özel anlatım tekniği gittikçe gelişir ve USA üçlüsünde doruğuna varır. 42. Paralel, 1919, Büyük Para.
Anılarında,”1919 da satmadı 42. Paralel gibi” diyor Dos Passos.
İkinci üçlüsü Colıınıbicı Yöresi’nin büsbütün ilgi görmediğini biliyoruz. Bir Genç Adamın Serüvenleri, ı Numara (Önemli Adam) ve Büyük Tasarı’dan oluşan bu kitaptan sonra Dos Passos gittikçe uzlaşmacı bir tutum benimsiyor, Amerika’nın kuruluş dönemiyle ilgili ürünler veriyor; geçmiş özlemiyle yüklü, çıkışına aykırı ürünler… 1970’te Baltimor’da ölüyor.
Amerika’da çıkan edebiyat tarihleri Dos Passos’a az, Jack London’a daha da az yer veriyorlar. Yurdumuzdaysa durum bambaşka. Özellikle son aylarda, yaşamayı yazmadan öne alan yazarlara yöneldi okur; F. Scott Fitzgerald, PabloNeruda, Joseph Conrad aranılır, tartışılır oldu. Slogancı edebiyatı kanıksamanın yanı sıra, arayış tutkumuzun bir sonucu bu. Büyük yaşama’yı denemiş ya da yaşamayı büyük bir olay olarak algılamış yazarlar seviliyor. Dünya görüşlerini, okudukları kitaplardan çok yaşayış biçimleriyle bulup çıkaran, bir dünya görüşüne kendiliğinden, kaçınılmaz biçimde varan yazarlar, keşif heyecanıyla yazanlar, çakılıp kalmayan, devinen insanlar… Elleri kaba işe de yatkın, sıradan yurttaş olmaktan korkmayan aydınlar… Çağımızın aydınları.
“USA bir kıtanın kesitidir,” diyor Dos Passos. “USA banka hesapları yüklü, ağızları durmadan laf yapan bürokratlardır. USA Arlington Mezarlığı’na üniformalarıyla gömülmüş askerlerdir. USA uzaktayken yurdunuza yazacağınız bir mektup adresinin son harfleridir. Ama asıl, USA halkın sesidir.”

Tomris Uyar
30 Ocak 1976
Kaynak: Yazılar

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version